Читайте также: |
|
bursuk: ney gibi bir giyah dir; sege muşabih derisi siyahlı ve beyazlı bir nevi hayvan, ki ondan kürk yaparlar. — Rohrförmiges Gras; ein dem Hunde ähnliches Thier, mit schwarzweissem Fell, aus welchem Pelz verfertigt wird.
burtağ: bozuk, na-hemvar, perişan, tertibsiz, karışık. — Ungleich, zerstreut, verwirrt.
buruk: sancı, h alacan, orman, burma. — Pfeil zum Fischfang; Sorge; Wald,
burulday: küçük perende, ufak tuyur, rize cenaverler. — Kleiner Vogel.
burulğun: burulmuş, bükülmüş, h am ve mukavves olmuş. — Gekrümmt, gedreht.
burun: evvel, akdem, ibtida. — Früher, erst. | burunğu: evvelki, mukaddemki, geçenki, eski. — Der frühere, erstere.
buruncak: ince bez, patiska, dülbend. — Feine Leinwand, Kopfbund.
burunduruk: devenin ve yaramaz hayvanların burnuna takarak çekdikleri halka. — Ein in die Nase des Kameels oder unbändiger Thiere gezogener Ring.
buruş: pic, çin, halka, tab, ukde, bend, mergule. — Falte, Runzel, zusammengedreht.
but: fa h z, ran, san; mahbub, mâşuk; put, putperest. — Der Schenkel; Liebling, Götzenbild.
buta: deste, nebatatin riyahinin ve fidanin dibi, rişe ve filiz, kök. — Bündel, Schössling, wohlriechendes Kraut.
buta (butun): bütün, kyamil, yekpare, temam, bila noksan. — Ganz, ein Stück, vollständig.
buta: yauru, bala, beçe; bik, bikyane. — Junges, junges Kind; Fürst, Fremder.
badene: bıldırcın. — Wachtel.
bürçek: lüle, galule, saç, kyakül, tura. — Kugel, Rolle; Haar, Locke.
Ç
çadır: h ayma, oba; bir nevi serçe kuşu, çatılmış ve kurulmuş ötü. — Zelt; eine Art Sperling.
çağa (çaka): körpe, çocuk, küdek, yauru. — Kind, Junge.
çağ: vakit, zeman, sıra, an, budem. — Zeit, Reihe, Augenblick. | çağlığ: elan, zeman, vakit. — Die Jetztzeit.
çağan: beyaz, sefid; aziz gün; kavi, kalın. — Weiss; stark, dick; Festtag.
çağan (çayan): akreb, kırk ayak, eyri kuyruk, çiyan. — Skorpion, Tausendfuss.
çağarak: h ayme, otau, alacak. — Zelt, Hütte.
çağdavul: ordunun arkasınca giden bölük asker ve salar ve sipah. — Nachtrab des Heeres, Fussgänger.
çağır (çakır): şarab, bade, mey, araki. — Wein, Trinker, Branntwein.
çağırma: şadrevan, sayeban, şemsiye, çatr. — Springbrunnen, Vorhang, Schirm.
çağla: bis kuş ismi dir; çakla ve nişan et; hedefe ok ve nişane tüfenk atmak. — Name eines Vogels; nach einem Zielpunkte mit einem Bogen oder einer Flinte schiessen.
çağlama: avaz, seda, ses, çağırmak. — Stimme, Ruf.
çağlamak: vakti inti h ab etmek, mulahaza eylemek; nişan ve hedefe eyi dikkat etmek. — Bedenken; erwägen.
çağlin: endaze, layik, şayeste, sezavar. — Angesehen, würdig; Maas.
çağmer: h asis, deniy. — Geizig, gemein.
çay: irmağın küçüyü; arığ ve mâruf olan çay çini; yeşil, siyah, akkuyruk, şebi. — Kleiner Fluss; reiner berühmter chinesischer Thee; grün, schwarz.
çayılğan: konkrad tayfesinin tin-i nuzuhunda yekdiyerini bellemek içün söyledikleri kelam ve teganni, nida. — Als Erkennungszeichen eines Stammes gebrauchte Worte oder Laute.
çaykamak: yıkamak, ithar eylemek, temizlemek, yumak. — Sich waschen, reinigen. | çaykanmak: igtisal etmek. — Sich waschen.
çaykun: hava ve suyun cümbüşü, gerdab, dalga, cuş-u h uruş. — Bewegung der Luft und des Wassers, Wirbel, Aufwallen.
çaylamak: ruya görmek, uykuda hezeyan söylemek, düş görmek. — Einen Traum haben, im Traume Unsinn sprechen.
çaylan: kumlu toprak, reml. — Sandiger Boden, Sand.
çaymak: havalanmak, havaya uçmak, dönmek. — Gelüftet werden, in die Luft fliegen.
çaynamak: çiynemek, ezmek, kırmak, depmek. — Kauen, zertreten, zerschlagen.
çakaçak: okun dikdiyi yerin aks eylediyi seda, çarçabuk; sohbet ve muhabbet etmek; pul ve para. — Das Echo des aufschlagenden Pfeils; freundschaftlichen Verkehr pflegen; Geld.
çakan: teber, balta, ay balta. — Beil, Axt, Hellebarde.
çakanak: arış, kol, liman, körfez. — Arm, Meerbusen, Hafen.
çakar: kalenin h arcında yapılan tabiye, istihkam, burc. — Schanze ausserhalb der Festung, Befestigung.
çakçak: mulatafa, lakırdı, mukyaleme, sohbet. — Scherz, Gespräch. | çakçak kılmak: muhabbet etmek, bir biri ile söyleşmek. — Ein Gespräch führen.
çakçalağay: inkilab, berhem olmuş, devrilmiş. — Umstürzung; verwirrt.
çakıl: denizden çıkan ufak taş. — Kiesel aus dem Meere.
çakıldak: deyirmen benderi; çok söyleyen adam. — Trichter der Mühle; Schwätzer.
çakıldamak: çakıl taşları yuvarlanması gibi ses çıkarmak. — Einen dem Rollen des Kiesels ähnlichen Ton geben. | çakılda: iki şeyin müsademesinden hasil olan ses. — Ein Ton, welcher durch das Zusammenstossen zweier Gegenstände entsteht.
çakın: şimşek, bark. — Blitz.
çakınmak: sakınmak, ictinab etmek. — Sich vor etwas hüten.
çakışmak: toplu durmak, çitişmek, münasib gelmek. — Zu rechter Zeit kommen.
çaknaşık: inkilab, i h tilal, fitne. — Umstürzung, Störung. | çaknamak: çiynemek, munkelib olmak, karışmak. | çaknaşmak: munkelib olmak, karışılmak. | çaknaşturulmak: karışdırmak, inkilab etdirmek. — Zerstören, umstürzen.
çal: kır, boz, aklı, beyazlı, kart ve i h tiyare itlak ederler; maş ve pirinc; deve yaurusu; aheng, çalgı, saz. — Grau, schimmel, weisslich, gealtert; Grütze, Reis; junges Kameel; Musik.
çala (çale): nısf, buçuk, yarım; ela, ablak. — Die Hälfte, Halbes; bunt, scheckig.
çalay: muş-gir. kuş; tevaif-i etrakdan bir kabile ismi dir. — Stossvogel; Name eines turkmenischen Stammes.
çalar: meges, sinek. — Fliege.
çalau: neva, aheng, çalgı, saz. — Laut, Musik.
çalığ: çabuk yürür at. — Schnell trabendes Pferd.
çalın: çakmak, çakın, bark. — Feuerstahl, Blitz.
çalkaldı (çaykaldı): harekete gelmek, zarf içinde sallanmak. — In Bewegung gerathen; sich in einer Decke schaukeln.
çalkubin: arkası üzerine yatan. — Auf dem Rücken liegend.
çalma: eyerin yanı başında su içmek üzere asılı duran kadeh, kyase. — Eine Trinkschale, an den Sattel gehängt.
çalpa (çalpuk): bataklık, çamurlu yer; eyri, h am. — Sumpfige Stelle; krumm.
çalt: çabuk, çalak. — Schnell, flink.
çanak: üzengi, kayış, eyerin yan tarafları. — Steigbügel, Riemen, Seite des Sattels.
çandavul s. çağdavul.
çanık: havanın bozukluğu ve tireliyi, bulut. — Trübes Wetter, Wolke.
çank: ceres, çıngırdak. çıkıldak. — Glocke, Klingel.
çankal: pence, kabza, avuc. — Faust, Griff, eine Hand voll.
çankırdı: cıngırdı. — Das Klingen.
çap: yağma, garet, telbis, tedlis. — Plünderung, List, Fälschung.
çapağan: yürük, koşucu, sirâtle geçici. — Läufer, rasch Gehender.
çapak: iri yollu yası göl baliği, mahi. — Fisch eines lang gestreckten breiten Sees.
çapan: don, libas, cüppe, çekmen. — Kleid, Oberkleid.
çapaul: âda üzerine sefer etmek, yağma, hücum, tar-u mar eylemek. — Gegen den Feind ziehen, zur Beute machen.
çapçı: halaç, sürücü, akıncı, yağmakyar. — Plünderer. Erbeuter.
çapduk: intiha, encam, netice. licam-i esb, parlak, at takımı. — Endziel, Ergebniss; Zügel des Pferdes, Pferdegeschirr.
çapğulaş: döyüş, muharebe, muzarebe, mücadele, gouga. — Kampf, Schlägerei, Streit. | çapğulaşmak: döyüşup vuruşmak. — Sich schlagen. | çapğulamak: muharebe etmek, döyüşmek. — Krieg führen. | çapğuluş: kılıc muharebesi. — Schwertkampf.
çapğun: koşucu, yürük, ev baş takımı, serseri; boran, tufan. — Landstreicher, Vagabund; Gewitter. | çapğuncı: yağmakyar, akıncı, sürücü. — Plünderer.
çapğur: boran, tufan, kar ve yağmur furtunası. — Gewitter, Schnee- und Regengewitter. | çapğuramak: kar ve yağmur ile veza'n eden rüzgyar, boran tufan ile karışık. — Schnee- und Regensturm.
çapkalamak: çapalamak, iztirab etmek, depelenmek. — Sich bewegen, aufregen.
çapkuramak: ziyade yaralamak, parçalamak, üst üstüne çapmak. — Schwer verwundet werden, zerstückeln.
çapmak: atı sürmek, seyirtmek, koşdurmak, akın eylemek, atla koşmak, kılıc ile pare eylemek. — Rennen, springen lassen, mit dem Schwerte verwunden. | çapışmak: muzarebe etmek, koşuşmak, yügrüşmek. — Hin und her rennen. | çapılmak: vurulmak, mecruh. — Verwundet werden.
çapak: yürük, çabuk, âcil. — Schnell, Läufer.
çar: kumaş, milhafe, çarşaf. — Tuch, Bettdecke.
çarak: memnun, şadman, mesrur. — Zufrieden, fröhlich.
çarğ: bir nevi şikyar kuşudur. — Jagdvogel.
çarke (çerke): fışkırık; küçük h ayma; hurmet, riayet; mikdar, mertebe; asker; ilm-i musikiden bir makam, rütbe. — Spritze; kleines Zelt; Ehre; Dauer, Grad; Soldat; musikalisches Lied.
çarkeb: baş örtüsü, serpuş, çadır. — Kopfdecke, Haupthülle, Zelt.
çarlamak: carlamak, çağırmak. — Rufen, schreien. | çarlatmak: davet ve teklif etmek. — Anerbieten.
çarşenbhi: odalık, sevimli h atun, sürriye. — Odaliske, Beischläferin.
çaruk: çarık, postal. — Pantoffel.
çaş: tude, h arman, memlu, küm. — Haufen, Ernte; angefüllt.
çaş: izdiham, galebelik; h armen. — Gedräng, Getreidehaufen.
çaşlamak: yığmak, birikdirmek, üst üstüne koymak. — Aufhaufen, aufeinander legen.
çaşmak: şaşmak, istigrab etmek, azmak, yoldan ayrılmak, galat etmek. — Erstaunen, betroffen sein, sich versprechen, vom richtigen Wege abweichen.
çat: çit, kenar, dıvar, çalı, çirpi; çatmak, giriftar olmak. — Seite, Wand, Strauch, Messschnur; Klapp.
çatağ: çatı, binanın sakfiyesi, balar; çartag; çatılmış şey. — Gerüst, Bedachung des Hauses.
çatala: çetele, çöp h at. — Kerbholz.
çatan: arabanın yanında-ki seped kanadı ve tarafı. — Am Wagen hängendes Korbgeflecht.
çatğal: tepeli, muhaddab yer, yüksek yer, kötel. — Spitzig, hügelig, hoher Ort.
çatı: üc ayak, sacayak. — Dreifuss.
çatıldu: çatlak, delik, pencere, şikaf. — Gespalten; Öffnung, Fenster.
çatlağuc: sakız ağacının semeri. — Frucht des Harzbaumes.
çatlan: yaralı, çatlak. — Verwundet, gespalten.
çatma: peragende ve perişan şeylerden kurulma libas, yamak hamak. çöpden urma sayyad ağı, çartak. — Geflicktes Kleid, vielfach geflickt; Jagddolch aus Holz, Gerüst.
çau: düşmen, yaği, aduv; ses. seda; Türkistan'da bir şehir ismi dir; kayme-i akçe-ki üzerinde padişahın ismi muharrer olup pul yerine tedavül olunur. — Feind; Stimme; Name einer Stadt in Turkestan; Name des Padischahs auf dem Papiergelde, als Stempel gebraucht.
çavalatmak: maslahat vermek, beyan-i rey etmek. — Eine Meinung abgeben.
çavcı: tellal, kilauz, rehber; ökçe. — Wegweiser, Führer; Ferse.
çavdur: sahib-i namus, şanlı; tevaif-i etrakdan bir kabile ismi dir. — Berühmt, ehrenhaft; Name eines turkmenischen Stammes.
çavdurmak: kişnemek, sinmek, h amyaze. — Wiehern; verschwinden; gähnen.
çavli: şahin, doğan yaurusu. — Jagdfalke, junger Falke.
çavluk: turun, hafid. — Enkel.
çavmak: kesb-i iştihar etmek, meşhur olmak. — Berühmt sein.
çavun: nehir, sil, ırmak, çay, yağmur, yağın ve kar fortunası. — Fluss, Regen, Schneesturm.
çavurmak: çevirmek, taklib etmek, devirmek, döndürmek. — Drehen, umstürzen. | çavrutmak: etrafı kuşatmak, ihate etmek. — Umfassen, umgeben. | çavruk: gerdab, çevrinti. — Wirbel. | çavurma (çavut): girdagird, ihate. — Rundherum, Umfassung.
çavurtğa: çekirge, cerad. — Heuschrecke.
çebir: çöp, saz ve çalıdan urulmuş havlu, çit, kenar, havale. — Holzstück, von Schilfrohr und Stränchern umgebener Hof, Hecke.
çeç: balık saydı içün bir nevi şebeke dir, ağ, dam. — Netz zum Fischfang, Schlinge.
çeçen: ferzane, zeki; çabuk, tez; bir kabile-i çerakese ismi. — Geschickt, geistreich; schnell; ein Tscherkessenstamm.
çedik: nisvane ve zenneye ma h sus ayak kabı ve papuş, terlik. — Frauenstiefel, Pantoffeln.
çek: ukde, bend, defter, şehadetname, imza, berat. — Knoten, Band; schriftliches Zeugniss.
çekçe: yüze karanlı ve tire gören, mutehayyir, açık göz. — Dem Blicke düster und trüb erscheinend, erstaunt.
çekdik: ikde, meyve, çekde. — Brustbeere.
çekdıri: bir nevi kaik dir, kadırğa, çekdirme, zevrak. — Kahn, Galeere.
çeke: pişanenin iki tarafı, şakike, pek küçük; yoğurte ve katika da h i derler. — Sehr klein, die Hälfte.
çekil: tavlanmış, mergule, tura; Türkistan'da bir mevki ismi dir. — Gemästet; gefaltet; Ortsname in Turkestan.
çekildam: çabuk gitmek, seri, ildam. — Schnell, geschwind; Bewegung.
çekin: omuz başile boyun arası, çimenzar, sebze. — Körpertheil zwischen Schulter und Nacken; grünes Gemüse.
çekis (çeke): kum, remel, kuş üstünde aram eden seh papa, alet. — Sand.
çelmen: barani, yağmurluk, aba. — Regenmantel.
çeküş (çeküc): matrak, tokmak, petk. — Schlägel, Keule, Schmiedehammer.
çelbiş: mahir, ustad, kyamil, birinci. — Geschickt, Meister, vollkommen.
çeleb: tanrı, allah, girdigar. — Gott, der allmächtige.
çelek: kova, ağac küp, bal zarfı; Samarkande karib bir memleket dir. — Gefäss, Eimer; eine Provinz in der Nähe von Samarkand.
çelenk: sorğuc, bal mumu, ciğa. — Federbusch, Wachs.
çeli (çelpe): rişte tarbağı, mihnet, meşakket, zünnar. — Trübsal, Mühsal; Gürtel.
çelik: pulad, taban, ahen çevherdar, güraş tutanlara bir amel ve hüneri; ilişdirmek. — Stahl, Sohle, beim Ringen gebrauchter Gegenstand; Geschicklichkeit.
çelik: eyi, alet-i kinnab. — Gut; Strickwerkzeug.
çelim: endam, reftar, suret, kiyafet; nargile, kulyan. — Wuchs, Benehmen, Gesicht; Wasserpfeife. | çelimlik: endamli, suretli. — Gut gewachsen.
çeliş: babası ve validesi ayrı ayrı cinsden olup ondan duruyan çocuk. — Kind, dessen Vater und Mutter verschiedenen Stammes sind.
çelmek: karma karış, yazı ve saire meşk. — Gemengsel; Schriftmuster.
çelpek: yağ içinde pişirilmiş etmek ve yupka, katlama, koyman. — In Fett gekochtes Brod oder Gebäck.
çemçe: kefçe, çemçak, susak, büyük ağac kaşuk. — Kochlöffel, Trinkschale, Schöpflöffel. | çemçe balığı: yassi, büyük bir nevi balık dir. — Eine grosse Fischart.
çençek: bir nevi ağac ismi dir. — Eine Baumart.
çene: kurd, buri, kürk. — Wolf, Pelz.
çenkak (çenkal): çenk, çengel, pence, avuc. — Haken, Kralle.
çenke: çengiler arusu karşuladıkları vakit raks ederek, def çalarak, çağırdıkları bir lahn-i ma h sus-dur; ekseri 'yar yar' lafzını a h irine redif ederler. — Ein Lied, welches die Tänzerinnen vor der Braut singen und welchem sie gewöhnlich die Worte 'yar yar' anfügen.
çenke (çuna): çene yarışdırmak, lafazanlık, apuk sapuk soylemek. beyhude kelami çok etmek. — Viel schwatzen, mit Worten streiten.
çepreşmak: yekdiyerine geçmemek, çapraşmak, çapraz ve arı çıkışmak, beraber koşmak. — Einander nicht erreichen, gleichzeitig laufen.
çer: genç, tuvana; bir saz ismi; Şiraze karib bir kariye. — Jung; Name eines Musikinstrumentes; ein dorf nahe zu Siraz.
çeranmak: çalışmak, işgüzarlık, sai ve gayret göstermek. — Fleissig sein, Eifer zeigen.
çerci: pilever, sergici, besteci. — Kleinkrämer. | çerçici: ayak tohafcısı, gezdirmeci, tane furuş. — Hausierer, wandernder Krämer.
çere: beyaz doğan; hayvanatın yüzü ve kafası, levn ve rengi, çehre; bir nevi şikyar kuşu dir. — Weisser Falke, Eine Art Jagdvogel; Gesicht, Kopf oder Farbe des Thieres.
çeren: ciran, komşu; bir nevi kırmızı ve doruya mail at ve peygir; esp-i cerend da h i derler. — Nachbar; eine Art röthliches oder bräunliches Pferd.
çerez: kuru, hafif, yeyecek şey, meyve, yemiş, meviz. — Trockene leichte Speise, Früchte, Rosinen.
çerge: göçme çadırı, alacak, otau. — Wanderzelt, Hütte.
çer h: nisa tayfesinin iplik iyirdiyi bir nevi alet; döndürme dolab, çıkrık. — Ein Gerath, mit welchem die Frauen Seide spinnen; Drehkasten.
çerik: diri ve canlı, asker ceiş, koşun, başı bozuk, nuker. — Lebendig, lebend; Soldatentruppe, Leibwächter.
çerm: post-i debag, mişin, sa h tiyan, kösele. — Fell, Schaafleder, Sohlenleder.
çetik otu: yorunca, bir nevi giyah, yorunçka. — Klee, eine Art Gras.
çevrik: çevirmiş, füsürde. — Strudel, verwelkt.
çıçan: gafil, ferzane, h iredmend. — Leichtsinnig; gelehrt, geistreich.
çiçaub: tevaif-i üzbekiyeden bir kabile ismi dir. — Name eines özbekischen Stammes.
çiçe: h ale, küçük hemşire, içe. — Base, jüngere Schwester.
çıçkan: sıçan, fare, sıçkan. — Maus, Ratte.
çıçlak: serçe parmağı, küçük parmak. — Der kleine Finger.
çiçmak: çözmek, döyme, küşad etmek. — Losbinden, aufknöpfen.
çidamak: sabr, sebat, tehammül, katlanmak. — Geduld, das Ertragen; ausdauern. | çidam: sebat, sabr, karar, tehammül. — Ausdauer.
çifta: hasir, firaş. — Matte, Kissen.
çigit: pamuk çekirdeyi, to h um. — Samenkorn, Baumwollkorn.
çığ: dağ, yuvarlanan kar kümesi, kamiş ve çöpden urma yüksek çit; feryad ve figan. — Haufen rollenden Schnees, eine hohe Hecke aus Rohr und Holzstücken; Klage, Jammer.
çığamak: çiynemek, paymal etmek. — Kauen, zerstören.
çığan: h alezade. amzade. — Sohn der Mutterschwester.
çığavul: çığıldan, kuş gerdanliyi. — Halsband, Vogelhalsband.
çığıldan: kuşların boğazına asılan alaka. — Anhang auf dem Halse des Vogels.
çığıldek: büyük girbal, kuş ve tavuk çığıldanı. — Grosses Sieb, Band eines Vogels.
çığın: boğça, dört ucu bir yere gelmiş ve dökülmüş ufak boğça. — Mit den vier Ecken zusammengeknüpftes Tuch.
çığır: su dolabı, kara içinde açılan yol, iz. — Seitenweg, Wasserstrudel, Spur.
çığırğu: ses, avaz, görültü. şamata. — Stimme, Lärm, Geschrei. | çığırmak: seslenmek, çağırmak. — Schreien, schallen. | çığrışmak: birlikde ses, birden feryad etmek. — Gleichzeitig aufschreien.
çığıt: çil lekesi, çekirdek kabuklu tohum, pambuk tohumu, ciyit. — Samenkorn, Sommersprossen, Baumwollkorn.
çığnak: dirsek, köşe. — Ellbogen, Winkel.
çığnamak: ses ve avaz etmek, görüldemek. — Rufen, lärmen, poltern.
çiy: çiğ, kamışdan dir perde. — Vorsatzschirm, Vorhang aus Rohr.
çiye: alu balu; irik. — Saure Kirsche; stark.
çik: h am, napu h te, çi. — Roh, ungekocht.
çıkan: üfürleme, kabarcık, dümbel. — Geschwulst, Geschwür.
çıkçıb: kulak tozu, yayık ucu. — Grübchen unter dem Ohr.
çikda: unnab, ikde. — Brustbeere. | çikdalik: ikdeli mevki; Abad ile Kabil beyninde bir mevki dir. — Ort wo Brustbeere wächst; zwischen Abad und Kabil.
çikdirmak: çıldırmak, divane gibi bâzi hareketlerde bulunmak, budalalık etmek. — Irrsinnig werden, sich wahnsinnig benehmen.
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 123 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
FRANKLIN-TÁRSULAT NYOMDÁJÁ. 4 страница | | | FRANKLIN-TÁRSULAT NYOMDÁJÁ. 6 страница |