Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АвтомобилиАстрономияБиологияГеографияДом и садДругие языкиДругоеИнформатика
ИсторияКультураЛитератураЛогикаМатематикаМедицинаМеталлургияМеханика
ОбразованиеОхрана трудаПедагогикаПолитикаПравоПсихологияРелигияРиторика
СоциологияСпортСтроительствоТехнологияТуризмФизикаФилософияФинансы
ХимияЧерчениеЭкологияЭкономикаЭлектроника

ccedil;ürten : lağm, cedvel; yayla balığı. — Schleuse, Gang. | çürten gölü, çörten balığı.

çüşkür: fışkırık, atse. — Die Spritze, das Niessen. | çüşkürmak: atse etmek, fışkırmak. — Niessen. schrauben.

çüzük: gevşek, açık, küşade. — Locker, offen. | çüzülgüc: çözölmüş, küşade. — Geöffnet, aufgelöst.

C

caba: ba h ş, müft, bedava. — Geschenk, umsonst. S. çapar Z.

caban: hafiyen namzedi ile kavuşup pederinin hanesinde hamle kalan kız; boğoz. — Ein im väterlichen Hause gebliebenes schwangeres Madchen, das ins Geheime mit ihrem Verlobten verkehrt; Kehle.

cacaça: gayet, nihayet, encam, had. — Ende, Ziel, Grenze.

cağatay: cengiz hanin üçüncü oğlu ismi dir; asiya-i vustada bir rütbe, lisan-i cağatay buna mensub dir. — Name des dritten Sohnes des Dsengizkhan; Rangstufe in Mittelasien; bezeichnet auch die Sprache çagatay.

camlanmak: istikrah ile söylemek, zor ile tekellüm etmek. — Mit Widerwillen sprechen.

canak: üzengi, zengi. — Steigbügel.

cankı: iş, kyar, maslahat; şura. — Sache, Arbeit, Geschäft, Rath.

carank: aks-i seda, dağdan bilakis zuhura gelen ses ve avaz. — Widerhall, vom Berge schallende Stimme.

carlamak: ilan etmek, tellal çağırtmak, bülend avaz ile bağırmak. — Anzeigen, erklären, laut ausrufen.

carucer: seda, nida, ses; ceri. — Stimme, Ausruf; kühn. | car çekdirmek: çağırtmak, münadi etmek. — Ausrufen lassen. | carcı: tellal, münadi, ilan, padişahin culusını h alayka neşr edici. — Ausrufer.

caş: tunc, ruy. — Bogenspitze, Pfeilspitze.

cavalatmak: maslahat, meşveret vermek, beyan-i rey etmek, işini yoluna koymak. — Rath geben, seine Ansicht aussprechen.

cavruncı: falcı, münecim, cadi, sahir. — Wahrsager, Sterndeuter, Zauberer.

cavruntı: buğdayın içinde bulunan siyah daneler, biş buğday, kepek. — Schwarze Stückchen im Getreide.

cebe: yürüş, reftar; asliha-i nariye, cebhane, silah enbari, humbar-hane. — Gang, Verlauf; Feuerwaffen, Pulvermagazin.

cebek: gerdanlik, heykel, nisa taifesinin boynuna asdıyı zer-u ziver. — Halsband, Bild, Goldschmuck am Halse der Frauen.

cecek: küçük ağac, çalı, çirpi, gül. — Kleiner Baum, Strauch, rose.

cedde: inkilab-i hava, boran, tufan, deycur. — Wetterumschlag, Sturm, Finsterniss.

cedde taşı: yede taşı, yağmur içün üzerine efsus okuyup suya atdıkları bir nevi taş; kaşgar tarafında meşhur dir. — 'Nierenstein, mit dem man durch eine Art Zauberei Regen hervorbringen zu önnen meint' Z.

ceh: şebnem, rutubet, çi. — Thau, Feuchtigkeit.

cehre: mahrem, h ademe, baçı, nuker. — Dienerin, Schwester.

ceyhun: Iran zeminle Türküstani tefrik eden nehr-i cesim, Amuderya. — Der grosse Fluss, welcher Iran und Turkestan trennt, Amuderya.

ceyran geyk: geyk, çeyran, ahu, meral. — Hirschkuh, Gazelle.

celeb: fahişe, uruspu, kahpe hatun, luli. — Hure, Buhlerin, Dirne.

cemce: bataklık, kirec- h ane, lay- h ane, batkak. — Sumpfloch, Koth.

cencal: gouga, cenk, gürültü. — Streit, Kampf.

cencek: bir nevi ağac dir; ateşde burulmuş kıl ve saire. — eine Baumart.

cende: dervişlerin geydikleri yamalı hirka, nemed. — Gefleckter Mantel der Derwische, Filz.

cendek: kuşların otu, zehre, ot. — Vogelgras, Gras.

cengiz: kavi, sert, büyük, uluğ; mestur cengiz han. — Kräftig, stark, gross; der berühmte Dsengiz khan.

cerav: zikiymet taş, cevahir, lal ve yakut ve inci gibi. — Kostbarer Stein, Edelstein.

cercer: lafzenlik; mahsulat-i eraziye. — Geschwätz; Erzeugnisse des Bodens.

cercerek: orak böceyi; musluk. — Heimchen; Zapfen.

ceride: yüksüz, hafif, cerik; çul askeri. — Leicht, hohl.

ceridi: tavaif-i türkmeniyeden bir kabile ismi dir. — Türkmenischer Stamm.

ceşte (ceşne Z.): bir nevi büyük dutar dir ve saz, tamburdan büyük, asiya-i vuştada meşhur dur. — Eine Art grossen Instrumentes, grösser als das Tambur; berühmt in Mittelasien.

cet: alçak adam, deni, çingyane, pis. — Mann von niedrigem Wuchs, Zigeuner, gemein.

cevane: güyercin yaurusu, bozağ. — Taubenjunge, Kalb.

cevari: misir darısı, beyaz darı. — Hirse, weisse Hirse.

cevatmak: sabileri teskin etmek; aldatmak. — Kinder beruhigen; hintergehen.

cevaz: at ve ya deve ile dönen yağ mengenesi. — Durch ein Pferd oder Kameel getriebene Oelmaschine.

cib: hendek, tabiye, siper. — Graben, Schanze, Schild.

cibay: çivi, mı h ca, pare; cirahet mismar. — Keil, Nagel; Wunde.

cibar: rutubetli hava, nemnak. — Feucht, feuchtes Wetter.

cibe: esliha, kalkan, siper, cibehane, barudhane. — Waffen, Schild, Pulvermagazin. | cibelamak: kalkan örtmek, silahlanmak. — Sich mit einem Schild bewaffnen.

ciber: dağ keçisi; çalak ve titik insan, işgüzar. — Bergziege; hurtiger, fleissiger Mann,

cibin: sivri sinek, namus. — Fliege, Stechmücke.

cibrik: paçavra, köhne ve fersude bez ve basma parçaları. — Lappen, alte und zerfallene Leinenstücke.

ciciğ: koyunun kuyruğunun yağı. — Das Fett des Schafschwanzes.

cida: nize, harba, sinan, mizrak. — Wurfspiess, Hallebarde, Lanze, Speer.

cidamak: sabr-u tehammül etmek, mukavemet eylemek, dayanmak. — Ertragen, widerstehen, sich stützen.

ciğa: h akanlara ma h sus tac, sorğuc-i şahi, iklil, efser. — Krone der Chakanen, Federbusch, Krone.

ciğan: halezade; müflis, mücerred. — Sohn der Tante; Armer, einsam.

ciğciği: kamış ve hasırdan örme çit, çiğ, sinek girmemek üzre kamış ve hasırdan kapu perdesi; feryad, figan. — Aus Rohr und Matte geflochtene Hecke, Fliegenvorhang aus Rohr und Matte.

cığılduz: girbal, zenbil ki gayet büyük. — Sieb, grosser Korb.

cığır: üzerine rüzgyar eserek katlanmış kar; ateşe tutularak hararetden bürüşmüş olan deri. — 'Schnee, der nach dem Thauwinde eine harte Oberfläche erhalten; Haut, deren Oberfläche durch Hitze verhärtet ist' Z.

cikiciki: aman aman, mukerrer yalvarmak, rica. — Oh weh, wiederholt flehen, Bitte.

cil: çit, tarlaları taksim ve tefrik eden dıvar; birisi bir cenha ve müttehim olduğu vakit istintakda refikini beyan etmeye denilir; cil çekti. — Hecke, Mauer zur Trennung des Brachfeldes; ein mit einem Verbrechen Verdächtigter verräth seinen Mitschuldner beim Verhöhr.

cilay: edat-i nisbet dir, mesel, mikdar gibi, bunce. — Beziehungswort, Beispiel. | cilayın: bunum gibi, bu miktar, bu menval. — wie, wie er.

cilamak: arzu, taleb, temennah eylemek. — Wünschen, begehren.

cilav: ilerü, evvel, yular, geym, pişrev, seyis. — Vorwärts, erster; Halfter, Rüstung, Stallknecht.

cilcik: kolun yokarısı, omuz. — Obertheil des Armes, Schulter.

cildam: ıldam, çabuk, tez. acele. — Schnell, Bewegung.

cile: tefakküd; yayın orta yerine konulan ipek parça. — Seidenstückchen in der Mitte des Pfeilbogens.

cilğu: kuşların boğazlarına takılan gerdanlık, kilade gibi. — Halskette der Vögel.

cilikyar: yular, kem, düzgün. — Zügel, Gebiss.

cilim (çilim): nargile, kalyan, hokka. — Wasserpfeife, Schachtel.

cilkava: başı parlak tüylü bir nevi kızıl kurd, buri derisi, kürk. — Eine rothe Wolfsart, mit glänzendem Kopfhaar, Wolfseder, Pelz.

cilli: cida, hakikaten, divane. — Trennen; wahrlich; verrückt.

cimçik: serçe. — Sperling.

cimdiğan: kuşların tüyleri, kanat. — Vogelfeder, Flügel.

cimdik: karha, şikenc, cimdiklemek. — Wunde, List. | cimcimak: gamz etmek, cimdiklemek. — Verrathen, kneifen.

cink: arkadaş, genç. — Gefährte, Junge.

cinli: divane, budala, ahmak, deli. — Verrückt, dumm.

cirayım: Özbek'lerin bir nevi şarki ve türküsü dir. — Eine art Lied der Özbeken,

circir: çerçer, pamuku tanesinden ayıran alet, halac. — Werkzeug zum Reinigen der Baumwolle, Krämpler.

cirib: altmış arşın mürebba, dönüm, yol. — Sechzig Quadatellen.

cirici: elbiselerini temizleyici, came şuy. — Kleiderreiniger, Wäscher.

cirik: cesur, bahadur, leşker, koşun, asker. — Muthig, kühn, Krieger, Soldat.

cirilmak: böküm bökum olmak, bökülmek. — Sich krümmen, gebogen sein.

cirmak: dolanup seyirtmek. — Sich drehen.

ciurtka: çekirge, cerad. — Heuschrecke.

civir: teke, yabanı keçi; sirke, soğan, bez. — Ziegenbock, wilde Ziege; Essig.

civrunti: çavruntu, çevrilmek. — Umhegung.

cöğ: boyunduruk ağacı; zevle. — Krummholz; Joch.

cök: kuşların şiveni, kuşlar leş üzerinde bağrışmak. — Klageruf der Vögel, Geschrei der Vögel über Leichname.

cöki: çingyane, falbin, remal, sahir. — Zigeuner, Wahrsager, Zauberer.

cubur: kıl, keçi ve koyunun yünü; izdiham ve halabalık. — Ziegen- oder Schafwolle; Gedränge.

cudri: umera, kibar, rical, ileri gelen ağa, bey, reys. — Häuptling. Anführer, bey.

cudurk: avuc, kabza. — Flache Hand, Griff.

cuya: büyük ve uzun kayık küreyi. — Ruder eines grossen, langen Kahnes.

caymak: ber taraf etmek, berbad etmek. — Vernichten, beseitigen.

cumbak: türkü, şarki, bilmece, muamma, nağma, h ânende. — Lied, Räthsel, Gesang.

cumci: gömlek, pirahen, kamis. — Hemd, Unterkleid.

cunk: büyük barkeş deve; gemi, sefine: mecmua; yük, kıl. — Lastkameel; Schiff; Sammlung.

cunumak: atf-ı inan etmek, bir semte mütevechen hareket eylemek, gitmek. — Sich beeilen, schreiten.

cur: atmaca kuşu, kanarya. — Kanarienvogel.

cura: yabanı soğan, peyazdeşti. — Wilde Zwiebel, Art Zwiebel.

cuvanğar (cuvankal): leşker sol cenahi, meysere. — Linker Heeresflügel.

cuvun: nehir, ırmak, çay, erig. — Fluss, Bach.

cuzbuba: hindistan cevizi. — Kokusnuss.

cüci: bağteten gelen müsafir, sevimli çocuk, dilber cüce, taze. — Unerwarteter Gast, liebliches Kind.

cüm: kyamil, tam, bütün, heme, cümle. — alles, ganz, vollkommen.

cündük: ğağa, leb, tumşuk, burun. — Schnabel, Lippe.

cüre: arkadaş, refik, dost, çift. — Gefährte, Genosse, Freund.

cürke: bir nevi ördek dir. — Eine Entenart.

D

dabğuli: bir nevi isperme, üfürleme, kabarcık. — Blase, Geschwulst.

dabulğa s. davulğa.

daban: dağ, cebel, tepe, kötel. — Berg, Hügel.

dabku: serzeniş, yazuk, melamet. — Tadel, Vorwurf.

dabkur: deste, bölük. — Truppe, Heer.

dabusun: tuz, nemek. — Salz.

dada: dede, büyük baba, validenin büyük biraderi, pederinin pederi, validesinin pederi. — Grossvater.

dadek (dedek): keniz, cariye, çuri, halayk. — Magd, Mädchen.

dadunklu: bu miktar, bu kadar, bu cins, bu rütbe. — Diese Gattung, diese Stufe.

dağ: yanık nişan, damğa, yakmak. — Brandmal. | dağlamak: ateş ile nişan yapmak, dağ vurup yakmak. — Brandmarken.

dağan: üç ayak, sac ayak. — Dreifuss.

dağar: harb, rezm; hayvani nal-i bend etmek. — Krieg; das Huf der Thiere beschlagen.

dağıl: haramzade, hilekyar. — Betrüger, Gauner.

dağser: serçe kuşu, usfur. — Sperling.

dayın: düşmen, rakib, yu. — Feind, Rival.

dal: arka, sırt, omuz. — Schulter, Rücken.

dala: biyaban, sahra, ova, kır, çöl. — Einöde, Wüste, Anhöhe.

dalay: deniz, derya, büyük göl; bir rütbe ismi dir; çok kimesne, cemiyet. — Meer, See; Rangstufe; Gemenge.

dalav: ağı, zehir, zakum. — Gift.

dalda: her şeyin sırtı, arkası, omuzu. — Rückseite oder Schulter; |

daldalamak: turğay gibi bir şeyin arkasına girüp saklanmak. — Ein der Pferdedecke ähnliches Ding auf den Rücken nehmen, um sich zu verbergen.

daldağay: bir nevi kuş ismi dir. — Name einer Vogelgattung.

daldırma: ters, aks, muglak. — Verkehrt, Widerschein.

dalğa: dalga, mevc; başa geydikleri demir külah. — Welle, Woge; eiserner Helm.

dalu: tak, duş, omuz. — Wölbung, Schulter.

damarluk (damadluk Z.): öz, her şeyin mayesi, cins, damuzluk. — Kern, Grundstoff jedes Dinges, Gattung.

damnalamak: itekle gitmek, yaka ve kenar ile yol yürümek, etrafdan yürüşmek. — Am Rande gehen, seitwärts gehen.

dan burnu: böcek, dana burunu; bir giyah ismi. — Insect, Name eines Grases.

dara: hemişe, dayma. — Immer, fortwährend.

darayı: canfes, harirden mensuc kumaş, şahi. — Taffet, Seidenstoff.

dar h an: tar h an, aff-i umumi, vergi ve teklif-i miriden müstesna olan sahib-i ferman. — 'Titel eines Würdenträgers, der besondere Privilegien genoss' Z.

darımak: duçar ve giriftar olmak, isabet etmek, getirmek. — Treffen, begegnen, bringen. | darıtmak: getirtmek, çekmek, takdim etmek. — Bringen lassen.

daruğa: Türkistan'da bir rütbe ismi dir; gemici; uşr ve h arac istifa edici, taraf-i hukumetden h arman ve za h air muhafizi. — Rangstufe in Turkestan; Steuereintreiber, behördlicher Aufseher der Saat.

daş: uzak. baid, h aric, tış. — Weit, ausserhalb.

daşırğanmak: yürürken ayağını taşa dokundurmak. — Während des Gehens mit dem Beine an die Steine streifen.

davda: edat dir, zarf ifade eyler. — Partikel, Verbindung.

davul: boran ve furtuna, rüzgyar-i şedid; Samarkanda karib bir mevki ismi dir. — Sturm, heftiger Wind; Ortsname nahe zu Samarkand.

davulğa: zirihli külah, dubulğa, demirden bürg; validenin büyük hemşiresi. — Gepanzerter Helm, Mütze aus Eisen; Muttersschwester. | dabulğa: davulğa, dubulğay, otağa da h i denilir, süt alatı. — Milchgefäss, auch Zelt.

debelamak: kahr-u helak etmek, örmek, çinemek. — Verderben, zertreten. | debelatmak: idam ettirmek, ayak altına almak, yençtırmek. — Verderben lassen.

dekle (tekle): mintan, nimten. — Kurzer Rock.

dekşirmek: deyişmek, tebdil etmek. — Verändern. | dekiştirmek: bir seyi alup digerini vermek. — Umwechseln.

delberçin: ta h t, sandal, hevdec. — Thron, Sitz, Sänfte.

deluçe: azgın, buğda içinde olan fazla. — Entartet; Überfluss an Waizen. | deluçe doğan: muymul kuşu. — Eine Art Sperber.

demel: tembagu yaprağı, destesi, demet, bağ, beste. — Tabakblatt, Bündel; Lied.

dengel: cemiyet, encümen, meclis. — Versammlung, Gesellschaft.

dergaş: düşmeu, yau. — Feind.

dermak: tirmak, inti h at etmek. — Wahlen.

deslab: evvel, ibtida. mukaddem, piş. — Erst, Anfang. früher.

desterhan: sofra, simat, yaygı, destur h an. — Tisch, Tafel. | desturhancı: sofracı, mabeynci; Türkistan'da bir rütbe ismi dir. — Tischler, Bediensteter im Serail; Stammname in Turkestan.

di: kış, şita, serma. — Winter, Kälte.

dib: deyüp, deyerek; çay, ta h t, alt. — Sagend; der untere Theil. | dib yakusi: Alınca han bin Türkün oğlu ismi dir.

dibek: beşikde çocukların altına konulan oturak, töbek. — Sitz des Kindes in der Wiege; 'Trog, Mulde, Mörter von Holz oder Stein' Z.

dibi: dolu yağmuru, deme, cale. — Hagel, Schneegestöber, Thau.

dibilik: bir şeyin nihayeti ve altına dizilmiş h usus şey, payende, esas. — Unterlage, Grundlage.

dibsa: kazanı ocağindan alırken üzerine vaz edecek ağacdan mâmul bir alet dir, kapak. — Deckel des Feuerherdes.

dibsamak: ayak depretmek, kıpırdatmak, iki tarafdan ayak vurmak, ayakile yeri ve hayvani depmek. — Den Fuss bewegen, mit dem Fusse stampfen, stossen.

dikilay: mintan kısa elman çapanı, dikalay aba ve kaba da h i derler. — Mantel, kurzes Kleidungstück.

dikin: tâ, nihayet, gibi, tikin da h i denir. — Bis, am Ende; auch tikin gesagt.

dikir: kavanos, çömlek, dolab ve cikre rabt ederek zurâta su çekmek içün yapılmış saksı. — Krug, Topf, Gefass, an einem Kasten gebunden, um auf die Saat Wasser zu ziehen.

diklaşmak: dik dik bakmak, ayakda durmak, beraber olmak, bir yerde aram eylemek. — Starr blicken; irgendwo ausruhen, beisammen sein.

dilçik: zeban h ord, tilçik. — Dolmetsch.

diman: demek, beyan, ifade, tekellüm etmek. — Sagen, erzählen, sprechen.

dinamak: imtihan, tecrübe, muayene etmek, sanamak. — Versuchen, prüfen, beaufsichtigen.

dınkı: durak, tanuk; sukunet, istirahat, dinlenecek mahal. — Zeuge; Beruhigtsein, Rubestelle. | dinkmek: sakin, farig olmak, istirahat etmek. — Ruhig bleiben, ruhen.

dinku (?): üzengi, rikab, tepengü. — Steigbügel, Sattelriemen.

diñlenmek: istirahat etmek, aram bulmak. — Sich ausruhen. | diñlentürmek: teskin eylemek; okumak, dastan söylemek. — Sich beruhigen; lesen, vorlesen.

dir: subh; büyük zil, kus, def, dayre. — Morgenroth; Trommel, Pauke.

dirim: alaçukın etraf ve devresinde-ki çöplere denilir; encümen, cemiyet. — Splitter um das Zelt herum; Gesellschaft. | dirim ayun: alaçuk, h ayme, hargah. — Zelt.

dirtuk: kitâ, parça, bölük, külçe. — Stück, Theil.

dirsun: çok, bisyar, ziyar. — Viel, zahlreich.

divan: vezir, divan efendi, defterdar. — Vezier, Finanzminister. | memur, manzum, eşâr kitabı; Türkistan'da bir rütbe dir. — Beamter; Dichtung; Rangstufe in Turkestan. | divan beyi: sirkyatib, kapu ket h udası, vekilharc. — Geheimschreiber, Verwalter.

diz (tizi): nizam, saf, sıra, katar. — Reihe, Ordnung. | dizin dizin: sıra besıra, diz bediz. — Nach der Reihe,

dize: gelin, amme; anasının karındaşı. — Braut; Tante.

dizi: köy, kasaba; katar. — Dorf, Stadt; Reihe.

dolayı: etraf, h at; ağır kulaklı. — Seite, Linie; taub.

dolama (dolma): içi dolmuş şey, mâruf bir nevi tâm dir, yafrağ dolması. — Gefülltes, berühmte Speise, gefüllte Blätter (g. Kraut).

dolamac: girdab, dolanbac, kasırga. — Strudel, Wirbel.

dolana: aluca nevinden bir türlü erik ismi dir, dolana ağacı meşhur dir. — Eine Pflaumengattung.

donan: dört yaşar at. — Vierjähriges Pferd.

donbay: yatak, şilte, görefçe. — Bett, Lager.

donbul: hububat ve meyve catın tenuz olmuşu, nim pu h te. — Noch nicht ausgebildete Korner.

dögec: dibek ve büyük havun tokmağı. — Mörser, Schlägel.

döki: pirinc, nuhas. — Messing, Kupfer.

dökmac: yağa batırup yedikleri sıcak ekmek, tirit. — In Fett getunktes warmes Brod, Fleischbrühe.

dökülük: nares karpuzu, türk kavunu. — Unreife Melone.

dökün: döyüm, ukde, bend; ziyafet, toy. — Knoten, Bund; Gastmal, Schmaus.

dubdurun: ayak takırdısı. — Geräusch der Füsse,

dudpuli: hükumetin hain-i mezaikede salığ tarzında her haneden aldığı iyane; kılkuyruk da h i denir. — Hilfssteuer zur Zeit der Noth.

duğulan: topal, aksak, çulak, keçel. — Lahm, Krüppel.

dul: irk, maye; tekerlik; dul h atun. — Wurzel, Stoff; rund; Wittwe.

dulbulga: tubulga, zirhli külah, serpuş, kelepuş. — Panzerhelm, Mütze.

duman: hava pusi, ateş dudi, du h an buğ. — Nebel, Rauch, Dunst.

dumbak: tepe, tel, püşte; altın karışık tuc; yuvarlak, top, tombulak. — Hügel; goldhaltiges Erz; rund,

dumsaymak: tumşuk ve burun sallamak, darılmak. — Den Schnabel bewegen, zürnen,

dur batmak: inhizam etmek, maglub edüp kaçırmak. — In Verlust kommen.

durak: binek yeri, cay-i aram ve tevekküf. — Haltestelle, Stelle, wo Reitthiere bestiegen werden.

durban: mogullar ruesasi, vezir, reys, erbab; asiya-i vustada bir rütbe dir. — Häuptling der Mogulen, Führer; Rangstufe in Mittelasien.

durluk: inciden mâmul gerdanlık. — Perlenhalsband.

durpi: turpi, eyge. — Feile. | durpilamak: turpi ile işlemek. — Raspeln.

durutur: edat-i h aber içün mustâmel dir. — Als Ausrufungszeichen gebraucht.

dutakun: yedinci ced. — Siebenter Ahn.

dutu: tutuk, pepe, elken. — Stotterer.

dutur: rehin, icare gir. — Pfand, Miethe.

düküldamak: dil çarpmak, dökünmek. — Pochen (des Herzens). | dükük: yürek çarpıntısı, dökülmüş. — Herzklopfen.

dülcel: yaurulayan kısrak. — Werfende Stute.

dülek: ram, reftar, nerm, reviş; iki yüz bin aded ismi. — Sanft, zart, ruhiger Gang.

dülgenc: zağan, çaylak. — Weihe (Vogel).

dülmek: roteyla, ankebute şebih bir hayvan dir, örümcek. — Ein der giftigen Spinne ähnliches Thier, Spinne.

dültü: keftare şebih bir hayvan ismi dir. — Name eines hyänenartigen Thieres.

dümbek: küçük nakara, tabel, dumburek, tek nakara. — Kleine Pauke, Trommel.

dürme: hacilardan tarh olunur bir nevi harac dir. — Eine von den Pilgern behobene Steuer.

dürmen: tavaif-i özbekiyeden bir kabile ismi dir, ve bir mevki. — Name eines özbekischen Stammes, auch Ortsname.

dürsülmak: dürtülmek, ta h rik, h alas olmak. — Erregt werden, durchstossen.

dürtüşdürmak: hayvanatı tan etmek. — Die Thiere durchstossen.

düvac: nikab, perde; bir kuş ismi, yüz örtüsü. — Schleier, Vorhang; Name eines Vogels.

düzanlık: arayış vermek, tuzmak; zib ve ziynet. — Verzierung, Zierde.

E

eberkine: bir nevi âdi kapu, ağac ve saireden mâmul. — Eine Thorart.

ebil sebil: bikes. sahibsiz, serseran. — Freundlos, verwaist.

ebre: came ve libasın kumaşı, ve yüzü. — Kleid, Kleidstoff. | ebre - astar: pamuksuz olarak sade kumaş ve astardan mâmul cüppe ve entari. — Kleid aus reinem Stoffe, ohne Baumwolle.

ebreş: alaca, benlikli at. — Schimmel.

ebsik l. absik.

ebu: peder, valid, cedd. — Vater, Ahn.

eçe: alçı, ahek; valide, mader. — Gyps; Mutter.

ecne: cin, şeytan; ziyan. — Dämon, Teufel; Schaden. | ecne vurmak: ziyanzede olmak. — Beschädigt werden,

edik s. etik.

edir (adr): tepe, toprak yığındısı. — Hügel.

edir: boş ve namezru tarla, yüksek yer. — Brachliegendes Feld.

edirğan: tel, püşte, tepe. — Faden, Hügel.

edra: ova yerde toplanmış toprak, yası tepe. — Auf flachem Lande zusammengetragene Erde, flacher Hügel.

edres: harirden mensuc bir nevi kumaş dir, ekser Bu h arada nesc olunur. — Aus Seide gewebter Stoff.

edven: ılkı, hergele. — Heerde, Stuterei. | edvenci: ılkıcı, ılkıyı mereye getiren rai. — Hirt.

efak: vahşi, yabanı. — Wild.

efsem: sakit, uslu. — Schweigsam, bescheiden,

egirmi: ufakçivi, lofçe. — Kleiner Nagel.

e h çe (akçe): afganistan kıtasında bir memleket ismi dir; pulus ve paraya da h i itlak olunur. — Name eines Ortes in Afganistan; auch für Münze gebräuchlich.

e h el: etrak ve kürkan taraflarında kabail-i türkmeniyeden teke türkmenlerin oturduğu yer dir, ki kızıl avret ve gök tepe ve aşkabad tâbir olunur. — Wohnsitze der Teke-turkomanen, auch Kizil-Avrat und Gök-tepe genannt.

e h lav: oklağı, oklak. — Nudelwalze.

e h lat: mezbele, h aşak süprüntüsü. — Schuttenhaufen, Kehrichthaufen.

e h sum: hamle, sar h oş, mest. — Angriff; berauscht. | e h sumlamak: hamle ve sovlet etmek, sar h oş olmak. — Angreifen; betrunken sein.

e h te, (e h ta): ikdiş at, h adim. — Verschnittenes Pferd, Verschnittener. | e h tatmak: ikdiş etmek, enetmek. — Verschneiden. | e h tacı: baytar, seyis. — Thierarzt, Stallknecht. | e h tamak: enemek. — Verschneiden.

e h tarmak: aktarmak, taleb-i tecessüs ve tefekküd etmek, arayup taramak. — Ausschütten, untersuchen. | e h tarışmak: teharri edinmek, taraf taraf aktarmak. — Untersucht werden.

ekal: çelik ve çomak oyunu. — 'Name eines Spieles der Kinder' Z.

ekçi (ekeçe): abla, büyük hemşire, ağaca. — Altere Schwester.

ekitmak: getirmek, alup varmak, irişdirmek. — Abholen, etwas bringen.

ekiz: yetim, öktüz; çift. — Waise; Zwillinge.

eklamak: tevkif etmek. — Anhalten; |

eklaşmak: oturup ârâm etmek. — Sich ausruhen. | eklanmak: çer h vurmak, çevrilmek. — Im Kreise herumgehen.

ekrem: burun, köşe; mukavves. — Nase, Winkel; gewölbt.

ekremci: ekiz, saman sapı, ucu; yayın girişinden parmakları muhafaza etmek üzere parmaklara geçirilen halka. — Stoppeln auf dem Felde; ein Bing zum Schutze der Finger gegen die Sehne des Pfeils.

ela (ele): nimrenk, benlikli, menkuş. — Getupft. gemalt.

elabaş (elabuğa, elapeke): ördeyin envai dir, bâğırtlak. — Eine Art Ente.

elabula: mu h telif elvan, karısık, bulaşık. — Buntfarbig, gemischt.

elaçapğun: döne döne esen boran, kar ve yağmur furtunası, bora. — Wirbelsturm, Schnee- und Regengestöber.

elaçok: Türkistanda ve Anadolda kabailin mesken-i itti h az ettikleri kebtekeler ve obalar. — Zelte und Hütten der türkischen Stamme in Turkestan und Anadolien.

elafa h te: kızıl kumrunun bir nevi. — Eine Art rothe Turteltaube.

elayüntli: elbisesinde iki reng olan at sahibi: asp-i ablak. — Zweifärbig gekleideter Reiter (?), scheckiges Pferd.

elakarak: nimres pamuk guzesi. — Hülle der Baumwolle.

elakarğa: zağ. — Krähe.

elakelenk: sin nevinden küçük bedbuy bir canver dir. — Ein kleines übelriechendes Raubthier.

elakşamak: yekdiyerine karışup kalkışmak, isyan etmek. — Sich empören. | elakmak: karışmak, kalkışmak, isyan etmek. — Sich gegen einem erheben.

elakurğan: Herat şehrinin bala hisarına denir. — Name der hohen Festung der Stadt Herat.

elamak: yersiz, işsiz, bi h anuman. — Ohne Beschäftigung, ohne Familie.

elaman: başı bozuk asker, gayri muntazam. — Irreguläre Miliz. | elamancı: şaki, yağmakyar. — Räuber, Plünderer.

elanğarat: büyük fare, sıçan. — Grosse Maus, Ratte,

elaşa: sırt, arka. — Rücken, Schulter.

elaşmak: inti h ab etmek, seçmek, ayırmak. — Wählen, scheiden.

elatoğanak: garabın bir nevi dir, karga. — Eine Rabenart.

elbak: ziynet içün damine haşiye tarzında dikilen parça. — Als Zierde an den Saum des Kleides genähtes Stückchen.

elbastı (albastı): umma, ummacı, bücü eder şey, ma h uf ve mühib nevi peri. — Zauberer, furchterregende Fee.

elburğa: kulak küpesi, halka. — Ohrgehänge, Ring.

elbutu: ziynet, tac. — Schmuck. Krone.

elçin: tavaif-i etrakdan bir kabile ismi dir; dağ eteyi; bir nevi şahin gibi şikyar kuşu; endaze. — Name eines türkischen Stammes; Bergesrand; Falkenartiger Jagdvogel; Maass.

elemcik: iki rengli. — Zwei farbig.

elencık: üçüncü peder, cedd, baba. — Dritter Ahne, Grossvater.

elenk: arkaların iki kenarına ve sair mahallarda tepeler gibi toplanılan toprak. — Hügelförmig zusammengetragene Erde an den beiden Rändern des Grabens.

elenke: ateşin pertevi, harareti. — Feuerschein, Hitze des Feuers.

elğucı: alıcı, müşteri, avcı olan kuş, katil. — Käufer, Kunde; Jagdvogel; Mörder. | elğulığ: alınacak şey, alınmağa şayeste. — Kaufwürdige Waare.

elğet: düzgün, gaze, sefide. — Geschmückt, Schminke.

elğin: cemiyet, toplanmış. — Versammlung, gesammelt.

elğur: çabuk, tez alıcı. — Rasch kaufend.

elğut: ehalidan hükumet tarafından toplanılan za h ire ve galle ve h arac. — Durch den Vorstand eingesammelte Ernte und Steuer.

elik: el, dest; iki rengli; kudret, iktidar. — Hand; zweifarbig; Macht, Fähigkeit.

elini: aşağı, tahtani. — Der untere.

elis: uzak, baid. — Weit, entfernt.

elkab: koç, dağ koçu, aygır, koyun. — Schafbock, Hengst, Schaf,

elken: günk, ebsem, lal. — Stumm, schweigend.

ellik (elli): elli; eldiven; behle. — Fünfzig; Handschuh; Leder.

elmaliğ: Türkistan'ın şemal cihetinde uyğur kabilesi ve moğullarının şehri dir. — Stadt der Mogulen und Uyguren im Norden Turkestans.

elmaşkurmak: bağdaş kurmak. — Mit gekreuzten Beinen sitzen.

elmel: eyerin esbabi. — Satteldecke.

eltan: kirimde padişah olupda h an-balıkda oturana bu unvan verilir idi. — Titel der im Chan-Balik residierenden krimischen Padischah.

eltut: inkilab, karışıklık. — Umstürzung.

elunk: okun sapı. — Stiel des Pfeils.

elus: hal, iş, şugl. — Zustand, Beschäftigung.

elvanc: salincak. — Schaukel.

emcak: emcik, meme. — Brustwarze, Brust.

emenk: küçük habbe; aslı moğul lisanından mêhuz dir. — Kleines Korn; stammt aus der Mogulsprache.

emkak: emek, zahmet. — Arbeit, Mühe. | emkaklamak: emkelemek. — Arbeiten.

emluk: sıyırı sağmak içün ölmüş danenin derisini saman ile doldurup yanına koydukları şey ve suret. — Mit Stroh ausgestopfte Kalbshaut, beim Melken neben die Kuh gestellt,

emrali: tayfe-i türkmeniyeden bir kabile ismi dir, h ârezmde meskun dirler. — Name eines türkmenischen Stammes, in Charezm.

enda: bir kabilenin diyer kabileden kız alması; u h uvvet; orada. — Heirat eines Mädchens aus fremdem Stamme; Bruderschaft.

endib: beladet, belahet, idraksizlik. — Dummheit, Ungeschicklichkeit.

endik: kurdu keftardan durayan hayvan. — (? )

endine: oradan, o yerden. — Von dort.

enduz: 'rasen' denilen ağac, yâni ardıc nevinden çalı. — Eine Gattung des Wachholderbaumes.

enen: anın içün. — Darum, dafür.

engak: çene. — Kinn.

enğal: avda mustâmel bir nevi büyük ok. — Eine Art Jagdpfeil.

engdamak: paylamak. — Vertheilen. | engdanmak. — Vertheilt werden.

engiş: düzgün. — Geschmückt.

engizmek: ihate etmek, etrafi çevirtmek. — Umgeben, umfassen.

enicak: bıçak, kyard. — Messer, Dolch.

enik: muhakkak, yakın, gerçek. — Wahrhaft, wirklich.

enikmak: büyümek, kesb-u iktidar ve tecessüm etmek. — Wachsen, sich ausbilden.

enkeğit: düzgün, sefide. — Geschmückt, rein,

enkut: kazdan büyük bir kuş. — Ein Vogel, grösser als eine Gans.

enmaçı: dellal, carçı. — Makler, Ausrufer.

entuvati: tatlı, şirin. — Süss.

epem kümeci: ebe gümeci, gül poğacası, kızğın kumda ve kor ateşde pişmiş h amursiz dir ki gümec öyme da h i derler. — Sammetpappel, eine Art Gebäck in glühendem Sande oder in Feuer gebacken.

eprik: eski, münderis, e h tiyar. — Alt.

erbab: mahale ve kariye e h tiyarlarının başı, mu h tar, ket h uda. — Haupt der Aeltesten in der Gemeinde, Mukhtar.

erce: cam ağacı gibi bir nevi kokulu ağac. — Eine Art duftender Fichte.

ercin: inkisam-i mülk ve vilayet, bâzi yerlerde tuman dahi denilir; kazâ ve liva mânâsında dir. — Vertheilung des Besitzes oder des Landes, an vielen Orten auch 'tuman' genannt; in der Bedeutung von 'kaza' und 'liva'.

erek: seray, kalâ, hisar, kasr. — Schloss, Burg.

erendak: şarki, türkü, bir nevi mâni. — Lied, Gesang.

erenduk: örgüç, deve. — Buckel des Kameels, Kameel.

erğa (erğav): akar su, dere, çay. — Fluss, Bach.

erğac (arğac): pud, bezin üstüne atılan atkı, ki kemik ipliyi ve erkak da h i derler. — Schussfaden des Gewebes, auch 'erkak' genannt.

erğamcı: yükü deveye tahmil eder iken kullanılan h alt. — Eine Schlinge zum Beladen des Kameels.

erğdamak: mekr-u firib etmek, aldatmak. — Betrügen.

ergeç: üç, dört yaşında-ki keçi, teke; ulus reysi. — Drei-vierjährige Ziege, Ziegenbock; Nomadenhäuptling.

erğedal: huysuz adam; dağ beli, geçidi. — Unfreundlicher Mensch; Hinterhalt. | erğedallık: huysuzluk; geçid, tuzak. — Boshaftigkeit; Schlinge.

ergiş: gale muamelesi, tücareti.

erğit: tayfe-i özbekiyeden bir kabile ismi dir. — Ein Özbegenstamm.

erğmak: yürüyücü, kuvvetli at. — Ausdauerndes, starkes Pferd.

erğun (erğenun): bir nevi rebah ve tanbura nevinden saz ismi dir; Kılıc-arslan nam padişahın oğlu ile Helaku hanın oğlu ismi dir. — Name eines Musikinstrumentes; Sohn eines Padischahs.

erğuştek: musiki fenninde bir usul dir, bir nevi oyun ve saz. — Eine musikalische Regel, eine Art Spiel.

eriğiz: pis, murdar. — Schmutzig, unrein.

eriş (arış): araba oku, kol, bir karış. — Spanne, Wagendeichsel.

eriş: necar ve marangoz dükyanı; nesacın destgyahi üstüne atılan arğac dir. — Schreiner- oder Tischlerladen; Faden oberhalb des Webstuhls.

erkağlıca: bir nevi kızıl geyik. — Eine Art rothe Eidechse.

erkaluc: hamal semeri. — Sattel des Lastträgers.

erkan: organ, risman-i büzürk. — Seil, Faden.

erkaş: dalga, mevc. — Welle, Woge.

erke: naz, istigna ile terbiye olmuş. — Zartheit, in Genügsamkeit erzogen.

erkene: dağ beli, kemeri, dar. — Bergsattel; schmal. | ergene kun: Türkistan'da bir dağ ismi dir. — Name eines Berges in Turkestan.

erkin: bekyar, azade. — Ledig.

erkiş (arkış): kyarban, kafile. — Karawanne.

erkudak: ikiz, çift. — Zwilling, Paar.

erman (ermane): hasret, arzu, çare. — Schmerz, Wunsch, Mittel. | ermanlığ: arzumendlik, taleb, temenna. — Wunsch, Sehnsucht.

ermek: kaba, kalın bez. — Rauhe, dicke Leinwand.

erna: cedvel, derya, nehirden ayrılan bir kol su. — Kleiner Bach, Zweigarm des Flusses.

ernak: parmakların ucu; h ârezmde bir dağ ismi dir. — Fingerspitze; Name eines Berges in Charezm.

ersari: tayfe-i türkmeniye içinde bir kabile ismi dir. — Ein türkmenischer Stamm.

ersun: kazganın dibini kazacak alet, kırgıc dahi derler. — Werkzeug zum Reinigen des Kesselbodens; auch 'Chırgıc' genannt.

ertoğrul: selcuk padişahlarından bir padişah ismi dir. — Name eines Padischahs der Seldschuken.

erücan: Türkistanda bir kabile ismi dir. — Stammname in Turkestan.

eruk: esvatdan dir, himari bağrıtmak içün kullanılır, 'yu ha' makamında dahi istimal olunur. — Ruf, um den Esel zum Schreien zu bewegen.

eruksun: asker ve ordunun konduğu mahal; bir nevi erik. — Ort, wo Militär lagert; eine Art Pflaume.

erün: eyi, saf, pakize. — Gut, rein.

erzimak: deyeri ve kadr-u kiymeti olmak, behasi olmak, layik ve şayeste olmak. — Einen Wert haben, würdig sein.

erzuk: eyerin üzerine konulan haşa. — Sattelzeug.

esc: tencere, kazan. — Pfanne, Kessel.

esen: sahih, sağ, sağlam. — Wahrhaft, gesund. | esenlik: sihat, afiyet. — Gesundheit.

eserğa: küpe, guşvare. — Ohrgehänge.

esğer: faydesiz. — Nutzlos, unnütz.

esğuruk: aksırık, atse. — Das Niesen.

eske: Türkistanda bir rütbe, ve bir kariyenin ismi dir. — Rangstufe in Turkestan, Name eines Dorfes,

eslenmek: vedâ etmek, tahsil-i ruhsat etmek. — Abschied nehmen.

espre: Türkistanda bir kariyenin ismi dir. — Name eines Dorfes in Turkestan.

esrağamaki: gizli, muhafaza etmek. — Heimlich, beschützen.

esrağuci: hami, hafiz. — Beschützer. | esrağuliğ: hifz olunmağa ve saklanılmağa sezavar. — Des Schutzes würdig.

esramak: beslemek, himaye etmek, korumak. — Ernähren, bewahren, beschützen. | esralmak: korulmak, saklanılmak, mahfuz olmak. — Beschützt, bewahrt werden. | esramiş: himaye, zabt. — Bewahrung.

esru: çok, ziyade. — Viel.

esruk: sarhoş, mest. — Betrunken. | esrumak: sarhoş olmak. — betrunken sein.

eşar: deve sürüsü. — Kameelheerde.

eşkek: kayıkçı küreyi. — Ruder.

eşkeş: alkış, h ayr dua. — Heil, Segen.

eşki: çıkmış büyük diş. — Hervorstehender grosser Zahn.

eşkü: toprak tencere. — Irdener Topf.

eştergerdez: derin (?).

etik (edik): çizme, çekme, muze. — Stiefel.

etrek: Iranın şemalında kabail-i türkmeniye içinde vaki bir nehirin ismi dir, ki 'yumut' kabilesi orada sakin dir. — Name eines Flusses im Norden Irans, wo der 'yumut' Stamm wohnt,

ezboy: h alecan, telaş. — Unruhe, Sorge.

ezen: dudak; kenar, yan, taraf. — Lippe; Seite.

ezetmak: kese. — Beutel.

ezğurdunk: ezderdenk (?).

ezitmak: tezyin, tanzim, tertib etmek; yoldan şaşırmak. — Schmücken, ordnen: vom Wege abbringen.

ezkil: muşmula. — Mispel.

ezna: geçid, dar yol. — Durchgang. schmaler Weg,

ezuk (azuke): tâm, gida, za h ire. — Nahrung, Speise. | ezuklamak: tâm yedirmek, gida vermek. — Essen geben. | ezuklanmak: geçinmek, ezuka almak. — Sich nähren. | ezuklığ: mutâm. — Speise, Nahrung.

ezva: sabr-u tehammul. — Geduld.

F

fa hh ek: hopa, boş, serseri, ferfer adam. — Einfältig, niedrig.

fa h se: paksa, gil ve sade çamur ve laydan mâmul olan dıvar. — Eine Mauer aus Lehm oder Koth.

falış: bostan döküntüsü, faliz, kavun telesi. — Abfälle im Garten.

falku: bekçi, hamal, hizmetçi, fahişe, tellal. — Wächter, Träger, Diener, Hure, Ausrufer,

faryab: Türkistanda bir kariye ismi dir. — Name eines Dorfes in Turkestan.

farsenk: fersenk, mizan ve teraziyi adl ve denk etmek üzere bir tarafına konulan dara ve seng beraberi. — Eine Art Wage, auf deren eine Seite Gewichte gelegt werden.

fekir: kırmızı, düzgün, gaze galiye mustagrak. — Röthlich, dem rothen Moschus ähnlich.

fele: koza, ipek tohumu, böcek kozası, ibrişim. — Samenhülse; Seidenfaden.

fele fele: derece derece, mertebe mertebe. — Nach und nach, allmählig.

felfes: zaif, âciz, tenbel. — Schwach, träge.

ferci: h ayme, çadır, kadınların yapdıkları ve kurdukları çadırşeb, ferenci. — Zelt, von Frauen verfertigte Bettdecke.

fere: bıldırcın ve kebk gibi bâzi kuşların yauruları, pek ufak pilic. — Das Junge der Wachtel oder rebhuhnartigen Vogels, Küchlein.

ferfer: tatar, çapar, postacı, müzdeci, mu h bir. — Eilbote, Sringer einer Nachricht.

ferferek: ferfere, çer h -i felek, rüzgyardan dönen şey, kyâddan yapılma, fırıldak. — Windbeutel, aus Papier verfertigtes Windrad.

ferğana: Türkistanda meşhur ve âzim bir şehir ismi dir. — Name einer grossen und berühmten Stadt in Turkestan.

ferh: Afganistanda vaki bir memleket ismi dir, Herata karib dir. — Ortsname in Afganistan, nahe zu Herat.

ferik: kelabe dolabı, çar h -i müdevver, keleb. — Haspelchrank, Schwungrad.

ferik: bir ufak şey mânâsına; fere; fare. — Bezeichnung eines kleinen Gegenstandes; junges Rebhuhn; Ratte.

ferise: yeşil ve mavi bir kumaş ismi dir. — Name eines grünen oder blauen Stoffes.

fiku: cal (?).

fişen: ağır yükün aşağısına yuvarlak bir ağac koyarak, işbu ağacın üzerinde mezkur yükü yuvarlayarak bir mahaldan diyer nahale nakl olunması, fişenk destek. — Das Rollen einer Last von einer Stelle zur andern, auf einem Holzstück.

fir: şiddet, h alecan, acele mânâlarına mustâmel dir. — Heftigkeit, Unruhe.

firist: esvatdan dir, havaya atılan bir şeyin ettiyi sedası, fırlayış. — Ton eines in die Luft geschleuderten Gegenstandes.

fısıldu: fısıldı, gizli kelam. — Geflüster, leises Reden.

fişek: destek, tekye; fişenk, müşek. — Stütze, Grund; Patrone.

fişr fişr: insanin kulağına yakından söylenilen gizli kelam; fıcr fıcr, fis fis. — Ein nahe zum Ohre geflüstertes heimliches Wort.

frengi: bir nevi topçı aleti dir; illet-i zahm. — Geräth beim Kanonengeschütz; Wunde.

fulad: pulad, ahen; cevahirdar. — Stahl, Eisen; Schmuckkastchen.

fummak: inanmak, itikad-u itimad etmek. — Glauben, vertrauen.

füte: kuşak, kemerbend, belbağ. — Gürtel.

G

gavşak: yumuşak, mülayim, boş. — Weich, sanft, leer.

gavşamak: çene oynadup ağızda şeyi öyütmek, sert şeyi yumuşak etmek, gevşemek, çinemek. — Im Munde zerkauen, einen harten Gegenstand erweichen, kauen.

gavşamak: boşamak, münhal olmak, sakız gibi çınamak, devenin dış gevişmesi. — Sich scheiden, aufgelöst werden, Wiederkäuen des Kameels.

gaz: yatak, beşik. — Bett, Wiege.

gedayiş: h atunların hamle oldukları esnada yeyecek nesneye talib olmakları, arzu eylemek. — Wunsch der schwangern Frau nach einer Speise.

gedek: bir kuş dir, cesim hayvan; lazim, vacib. — Ein grosser Vogel; nothwendig.

gey: bir nevi şikyar kuşu dir. — Eine Art Jagdvogel.

geyber: okun ucuna vaz olunan büyük peykan. — Pfeilspitze.

geyiş: geyim, örtü, perde, yorgan. — Anzug, Decke, Vorhang.

geym: kantarma, yular, başlık. — Rüstung, Zügel.

geymur: libas, came, koşam. — Kleidung.

geymürmek: i h fa etmek, gizlemek, kaçırmak. — Verbergen, vertreiben.

geysi: esvab, libas. — Anzug, Kleid.

geyvani: ket h uda h atun, h ane h alifesi. — Aufseherin.

geyve: reng, boya. — Farbe.

gelincek: sansar guruhından gayet küçük ince nevi. — Eine kleine zarte Wieselart.

gelincek çiçeyi: kızalak gülü, çöl ve sahra lalesi. — Tulpenrose, Wüstentulpe.

genc: define, hazine. — Schatz.

gence: i h tiyarlıkda tevellüd edüp pek söyleyen çocuk; 'gence' Hindistanda bir memleket ismi dir. — Gesprächiges, von beyahrten Altern geborenes Kind; Ortsname in Hindostan.

gene (kene): ufak muziyat, böcek, ta h ta biti; hâlâ asiya-i vustada gene h ane vardır, ki mücrimleri azab içün ona atarlar. — Kleines schädliches Thier, Ungeziefer; in Mittel-Asien ein Ungeziefer-Haus, wohin die Verbrecher geworfen werden,

gene otu (kene - otu): hab el-muluk, hind yağı bundan çıkarılır. — Kraut, aus welchem das indische Oel verfertigt wird.

gengiz: burunun içi, boğazın h ayşum tarafı, nemed, keçe. — Nasenknorpel; Filz.

gerayet: tavaif-i etrakdan bir kabile ismi. — Name eines Türkenstammes.

gerekmak: iktiza, lüzum görünmek; arkadan dörtmek. — Nothwendig sein; von rückwärts stossen.

gerenğurğ: çangırdak, çankungurak, konğurak. — Klingel, Schelle.

germek: genişlenmek, tevsi etmek; böcek tohumu, goza, ibrişim. — Ausbreiten, erweitern; Käferei, Seidenpuppe.

gevsem: koyun sürülerinin önünde giden keçiler. — Ziegen vor der Schaafheerde.

gez: kerre, defa. mertebe, ip, arşın, endaze, dört karış. — -mal, -fach; Elle, vier Spannen.

gezlemek: yayın girişine takup kurmak, bir şeyi ölçmek ve arşınlamak. — Den Pfeil auflegen; messen.

gezlik: küçük pıçak, kalemtraş. — Kleines Messer, Federmesser.

giç: şeb, gece; nemed, palas. — Nacht; Filz; Hinterlist.

giç kurun: a h şam üstü. — Abendzeit.

giçmak: ubur, tecavuz, bertaraf eylemek, terk etmek. — Etwas verlassen, überschreiten.

giyik: kemlik, esvab, libas; ahu, gazel. — Kleid, Anzug; Hirschkuh.

giyirmak: geyirmek, mâdesi bozuk olanların ağzından rih gelmek, aruk vermek. — Aufstossen, schlechter Geruch aus dem Munde.

giyirmek: geyirmek, esvablandırmak. — Sich ankleiden. | giyirlik: esvab, libas. — Kleid.

giyirtak: h ırtlak, hulkum, boğaz. — Kehle, Gurgel.

giyiz: giz, nemed, keçe, palas. — Filz, Hinterhalt.

gil: efal-i muaveneden olup bâzi fillerin a h irine ilave olunur. — Endsilbe des Imperativs bei manchen Zeitwörtern.

gilin: gelin. — Braut.

giltürmek: getirmek, irad-u peyda, sevk-u ikame etmek. — Bringen, erscheinen lassen.

gime: gemi, merkeb. — Schiff, Fahrzeug.

girak: lazim, gerek. — Nothwendig.

girişmal: çingyane, nakilci, luli. — Zigeuner, Erzähler,

giryal: kayman denilen hayvan. — Krokodil.

giryas: kapu, dar, bab. — Thor, Hof.

girmak: helak olup vefat etmek, hayvan gibi çatlamak. — Verrecken, umkommen.

girnaşmak: girişmek, sığışmak, birleşmek, caylaşmak. — Zusammenkommen, zusammen Platz finden.

gitarmak: gidermek, ref etmek; temizlemek, pak etmek. — Forttreiben; reinigen. | gitülük: izale ve defi lazim olan. — Dessen Entfernung nothwendig ist,

gizak: geziş, reftar, siyahat, gezmek. — Das Gehen, Fahren, Reiten.

göbek: orta, iç, kam, merkez, kindik. — Mitte, das Innere, Bauch, Mittelpunkt, Nabel.

göbek sarığ: kediden büyük bir nevi hayvan dir, derisinden kürk yapılır. — Ein Thier, grösser als die Katze, aus dessen Fell Pelz verfertigt wird,

göbelek: kelebek, bir nevi h urd perende, it megesi. — Schmetterling, eine Art Käfer, Hundsfliege.

göçe: beyaz misr darısından matbu h bir nevi tâm, göçe aşı; ak baş; yol ve tarik; göçe ve maşaba asları asiya-i vustada meşhur dir. — Eine Speise aus weissem Brei; Graukopf; Weg; berühmte Speise der Nomaden.

göçe aşı: beyaz mercemek tâmı, beyaz darı çorbası. — Weisses Linsengericht, weisse Breisuppe.


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 197 | Нарушение авторских прав


Читайте в этой же книге: Этап 2. Создание расчетной схемы фермы для МКЭ | Этап 3. Загружение расчетной схемы фермы | Этап 4. Выполнение линейного расчета и анализ результатов | Рассчитанной по программе SCAD | полученной в результате рассечения ее поперечным сечением | FRANKLIN-TÁRSULAT NYOMDÁJÁ. 1 страница | FRANKLIN-TÁRSULAT NYOMDÁJÁ. 2 страница | FRANKLIN-TÁRSULAT NYOMDÁJÁ. 3 страница | FRANKLIN-TÁRSULAT NYOMDÁJÁ. 4 страница | FRANKLIN-TÁRSULAT NYOMDÁJÁ. 5 страница |
<== предыдущая страница | следующая страница ==>
FRANKLIN-TÁRSULAT NYOMDÁJÁ. 6 страница| IV. Элитные и эксклюзивные сорта Чая.

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.171 сек.)