Читайте также: |
|
şey değildir. Kaçırdığını düşünürler, dedikodu ederler."
"Her şeyi söyleyebilirsin onlara," dedim. "Onlar gibi budala olmamak için zaten
her şeyi bırakmak istiyorum."
"Hayır, öyle yapmayacaksın," dedi annem. "Çocukken de en sonunda eline
çantam alır, tıpış tıpış okuluna giderdin."
"Mimar olmak istemediğimi anladım artık."
"Iki yıl daha oku, bir üniversite diploması edin oğlum, sonra istersen mimar
olursun, istersen ressam."
"Hayır."
"Biliyor musun, Nurcihan mimarlığı bırakman hakkında ne diyor," dedi annem,
çok iyi hissettiğim bir can yakma isteğiyle. "Babanla kavgalarımız seni sarstığı
için bu kadar öfkeli olduğunu, babanın çapkınlıkları yüzünden de okula
gitmediğini söylüyor Nurcihan."
"Senin o kuşbeyinli sosyete arkadaşlarının benim hakkımda ne düşündüğü
umurumda değil!" dedim öfkeden çıldırır gibi. Her seferinde olduğu gibi şaşırtıcı
olan şey, annemin beni kızdıracak bir laf etmekten hoşlandığını bilmeme
rağmen, avlanarak, kendi girdiğim oyunun sonunda tuzağa düşüp hakiki bir
öfkenin içinde kendimi kaybetmemdi.
"Çok gururlusun oğlum," dedi annem. "Ama hoşuma gidiyor bu halin. Çünkü
hayatta önemli olan şey sanat manat değil, aslında gurur. Pek çok insan gururlu
ve mağrur oldukları için Avrupa'da sanatçı oluyor. Çünkü orada sanatçıya
muslukçu, zanaatkar gibi değil, çok özel biriymiş gibi davranıyorlar. Ama sen,
burada hem ressam olup hem de aynı gurura sahip olabilecek misin? Resimlerini
bu işlerden hiç anlamayan bu insanlara kabul ettirebilmek, satabilmek için
devlete, zenginlere, daha da kötüsü, cahil gazetecilere yaltaklanmak zorunda
kalacaksın. Yapabilecek misin bunları?"
Öfkemin, hiddetimin içinde beni kendimin dışına atan başdöndürücü bir
hayatiyet hissettim; derinliği bana bile hala şaşırtıcı gelen bir hırs duyuyor,
evden çıkıp sokaklarda koşmak istiyordum. Aynı anda annemle birkaç dakika
daha, tuhaf bir yok etme, isyan etme, acı verme ve acı çekme azmiyle ağız
kavgasına tutuşacağımı, daha sonra, en şiddetli sözleri ettikten sonra kapıyı
vurup kirli, karanlık gecenin içine çıkıp, arka sokaklara koşacağımı biliyordum.
Bacaklarım beni kırık dökük kaldırımlı, sönük ya da solgun lambalı, parke taşı
kaplı, dar ve hüzünlü sokaklara götürecek, oralarda bu kederli, pis ve yoksul
yerlere ait olmanın sapık mutluluğuyla ve bir gün büyük bir şey yapma azmi ve
hayalleriyle uzun uzun yürüyecek ve gözlerimin önünden oyun oynar gibi geçen
resimlere, kurgulara, hayallere, sefil ama hırslı olma mutluluğuyla bakacaktım.
"Flaubert de bütün hayatı boyunca annesiyle bir evde oturmuş!" diye devam etti
annem kağıtlarını dikkatle açarken, beni daha da öfkelendiren yarı şefkatli, yarı
küçümseyici bir havayla. "Ama senin bütün hayatını benimle aynı evde
pinekleyerek geçirmeni istemem. Orası Fransa. Büyük sanatçı deyince akan
sular durur. Burada ise okulunu bırakıp, bütün hayatını annesinin karşısında
geçiren ressam sonunda ya tımarhanelik olur ya meyhanelik. Yalnızca bir
ressam olmaya çalışırsan mutsuz olursun, biliyorsun bunu. Bir mesleğin, sana
güven verecek, para kazandıracak bir işin olursa, inan bana, resim yapmaktan
da daha çok zevk alacaksın."
Mutsuzluk, öfke ve keder anlarında niye gece yarısı şehir sokaklarında
yürüyeceğimi hayal etmekten hoşlanıyordum? Niye Istanbul'un turistlerin
sevdiği, kartpostallara basılan o günlük güneşlik manzaralarını değil de yarı
karanlık arka sokaklarım, akşamüstlerini, soğuk kış gecelerini, solgun sokak
lambalarının ışığı altında hayal meyal seçilen yarı gölge insanlarını ve artık
herkesin unutmakta olduğu parke taşlı manzaralarını ve tenhalığını
seviyordum?
"Mimar olmazsan, başka bir iş kurup para kazanmazsan zenginlerin, güçlülerin
eline bakarak yaşayan o zavallı Türk sanatçıları gibi kompleksli, huzursuz biri
olursun, anlıyor musun oğlum. Sen de biliyorsun ki, hiç kimse bu ülkede yaptığı
resimlerle geçinemez. Sürünürsün, küçümsenirsin, aşağılanırsın ve bütün
hayatın kompleksler, huzursuzluklar ve alınganlıklarla geçer. Yakışır mı bunlar
senin gibi akıllı, güzel, içi hayat dolu birine?"
Beşiktaş'a inince, dolmuşa binmek yerine, Dolmabahçe Sarayı'nın duvarı
boyunca stadyuma kadar yürürüm, diye kuruyordum içimden. En azından yirmi
metre yüksekliğindeki, taşları yosun tutmuş, kararmış, kalın ve eski saray
duvarı boyunca çınar ağaçlarının arkasında geceleri yürümekten hoşlanıyordum.
Öfke anlarında alnımda atışları şiddetlenen damar gibi içimde büyüyen enerjiyi
Dolmabahçe'de hissedersem, on iki dakikada yokuş yukarı Taksim'e çıkarım,
dedim kendi kendime.
"Çocukken, en kötü günümüzde bile, her zaman gülümseyen, neşeli, sevimli,
iyimser, ne şeker bir çocuktun. Seni her gören gülümserdi. Yalnız sevimli
olduğun için değil, kötülük, kötümserlik nedir bilmeyen, canı hiç sıkılmayan, en
fena zamanda kendi kendine hayaller kurup mutlulukla oynamayı bilen, iyimser
bir çocuk olduğun için de. Böyle birinin, zenginlerin eline bakan, mutsuz, dertli
bir sanatçı olmasına, annen olmasaydım bile razı olamazdım. Bu yüzden bu
dediklerime hiç alınmamanı, beni dikkatle dinlemeni istiyorum."
Taksim'e çıkarken Galata'nın ışıklar içindeki yarı karanlık manzarasına bir
bakış atacak, sonra Beyoğlu'na çıkacak, Istiklal Caddesi'nin girişindeki kitap
tezgahlarında üç-beş dakika oyalanacak, sonra açık televizyonun ve içerideki
kalabalığın gürültüsüyle inleyen birahanelerin birinde votkalı bir bira içerken,
içerideki herkes gibi sigara tüttürecek (etrafta ünlü bir şair, yazar, sanatçı var
mı diye bakınacak) bütün bu bıyıklı erkek kalabalığının içinde meraklı ve tek
başına (ve çocuk yüzlü) bir genç olmamın dikkatleri çektiğini hissedince kapıdan
çıkıp gecenin içine karışacaktım.
Anacaddede biraz yürüdükten sonra Beyoğlu'nun arka sokaklarında,
Çukurcuma'da, Galata'da, Cihangir'de, ıslak kaldırımlarda yansıyan sokak
lambalarının ve televizyonların ışıklarım seyrederek arada bir durup, bir eskici
dükkanının, sıradan bir bakkalın vitrin olarak kullandığı buzdolabının ya da
çocukluğumdan kalma bir reklam mankenini hala sergileyen bir eczanenin
vitrinine bakarken aslında ne kadar da mutlu olduğumu farkedecektim.
Şimdi evde annemi dinlerken içimde hissettiğim başdöndürücü, güzel ve saf öfke,
bir saat sonra Beyoğlu'nun arka sokaklarında -yoksa Üsküdar'ın ya da Fatih'in
arka sokaklarına mı gitseydim-üşüyerek yürürken bütün geleceğimi ışıl ışıl
parlatan bir hırsa dönüşecekti. O zaman biradan ve uzun uzun yürümekten
hafifçe sersemlemiş kafamda şehrin kirli, karanlık ve hüzünlü sokaklarının çok
sevdiğim eski bir film gibi titreştiğini hissetmek beni öylesine mutlu edecekti ki,
bu harika anları saptamak, saklamak -tıpkı çok sevdiğim bir meyveyi ya da
küçük bilyeyi ağzıma alıp saatlerce orada saklamak gibi bir duyguydu bu- boş
sokaklardan eve dönüp, masama oturup kağıt-kalemle birşeyler yazıp çizmek
isteyecektim.
"Şu duvardaki resmi babanla evlendiğimizde Nerminler hediye ettiler bize. Onlar
evlenince biz de onlara hediye almak için babanla ünlü ressamın evine gittik.
Türkiye'nin en ünlü ressamının, resim almak için kapısını birileri en sonunda
çaldı diye ne kadar sevindiğini, bu sevincini gizlemek için ne pozlar yaptığını ve
biz elimizde resim çıkarken yerlere kadar eğilip nasıl temennalarla selamlar
verdiğini görseydin, bu ülkede ressamdı, sanatçıydı hiç olmak istemezdin oğlum.
Bu yüzden bu insanlardan, oğlumun ressam olmak için okuldan kaçtığını
saklıyorum.
Boş kafalı dediğin o insanlar bir gün satın alsınlar diye resim yapabilmek için
senin bütün hayatını, geleceğini karartıp okulu bıraktığını öğrenirlerse, babanı
ve beni küçümseme zevki için, bahşiş verir gibi bir-iki resim satın alırlar senden,
belki acırlar, biraz para da verirler. Ama asla bir sanatçıya kızlarını vermezler.
Resmini yaptığın o şeker kızın babası, kızının sana aşık olduğunu öğrenir
öğrenmez onu niye apar topar hemen Isviçre'ye yolladı sanıyorsun? Bu fakir
ülkede, bu iradesiz, zayıf ve cahil insanlar arasında, ezilmeden hak ettiğin gibi
yaşayabilmen için kendi işin, zenginliğin olmalı ki, başını dik tutabilesin.
Mimarlığı sakın bırakma oğlum, yazık olur sana. Ikide bir sözünü ettiğin o Le
Corbusier, bak ressam olmak istemiş, ama mimarlık da okumuş."
Beyoğlu'nun sokakları, karanlık köşeleri, kaçma isteği ve suçluluk duygularıyla
kafamın içinde, neon lambaları gibi yanıp sönüyordu. Bazı öfke ve aşırı duyarlık
anlarında hissettiğim gibi, şehrin bütün o sevdiğim yarı karanlık, yarı çekici,
kirli ve kötücül sokakları içindeki kaçılacak ikinci dünyanın yerini çoktan
almışlardı. Annemle o akşam aramızda bir kavga çıkmayacağını, az sonra kapıyı
açıp beni teselli edecek sokaklara kaçacağımı ve uzun uzun yürüdükten sonra
gece yarısı eve dönüp bu sokakların havasından ve kimyasından birşeyler
çıkarmak için masama oturacağımı biliyordum.
"Ressam olmayacağım," dedim. "Yazar olacağım ben."
2002-2003
ARKA KAPAK
"Ruhumdaki bu kırılmayı hissediyor, yaklaşan yalnızlığımdan telaşa kapılıyor,
içine düşmekte olduğum karanlığın bir hayat tarzı olmasından korkarak herkes
gibi olmaya karar veriyordum: On yedi-on sekiz yaşlarımda bir dönem herkesi
güldüren, her fırsatta şaka yapan, herkesle arkadaşça, hatta serserice iyi geçinen
bir cemaat adamı gibi gözükmeyi başardım... Herkesin kafayı fazla takmadan
yaptığı şeyleri yapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra
da poz yaptığım için kendimden nefret etmem gerekiyordu?"
Pamuk çocukluk ve gençliğini anlatıyor...
Yazarın kendini "ben" olarak ilk hissedişinden, annesine, babasına, ailesine
yönelen hikaye, bir hüzün ve mutluluk kaynağı olarak Istanbul sokaklarına
açılıyor. Günümüzün büyük romancısının gözünden 1950'lerin Istanbul sokaklarım,
parke taşı kaplı caddeleri, yanıp yıkılan ahşap konakları, eski bir
kültürün yok oluşuyla, onun külleri ve yıkıntıları arasından bir yenisinin
doğuşunun zorluklarını keşfederken Pamuk'un ruhsal dünyasının oluşumunu bir
dedektif romanı okur gibi hızla izliyoruz... Bu özgün ve benzersiz eserde, okurken
elden bırakamadığımız kitaplara has o ruh ve duygu birliği var.
Orhan Pamuk'un, Ara Güler başta olmak üzere Istanbul'un büyük
fotoğrafçılarının çektiği on binlerce kareden ve kendi kişisel albümünden seçtiği
fotoğraflar hikayeye eşlik ediyor.
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 58 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 32 страница | | | CONTENTS |