Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 26 страница

Orhan Pamuk 15 страница | Orhan Pamuk 16 страница | Orhan Pamuk 17 страница | Orhan Pamuk 18 страница | Orhan Pamuk 19 страница | Orhan Pamuk 20 страница | Orhan Pamuk 21 страница | Orhan Pamuk 22 страница | Orhan Pamuk 23 страница | Orhan Pamuk 24 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

cücenin boyuna poşuna, kıyafetine dikkat edip yazdığı gibi- Doğu'ya ilişkin yeni

bir tuhaflık, pislik ya da tıbbi vaka görmenin zevkiyle yazmıştır. Güzel,

unutulmaz manzaralar seyretmek, hatıralar edinmek kadar, Flaubert Doğu'ya

başkalarının hastalığını ve tuhaflığını görmeye de gelmişti, ama bunu yaparken

kaptığı kendi hastalığını ve kendi tuhaflığını göstermeye niyeti yoktu hiç.

 

Edward Said, Istanbul'da ne yazık ki milliyetçi duyguları okşamak ve Batılılar

olmasa "Doğu"nün ne harika bir yer olduğuna bir kere daha inanmak için

okunan Şarkiyatçılık adlı parlak kitabında Nerval ve Flaubert hakkında son

derece anlayışlı satırlar yazarken Kahire'deki hastane sahnesine gönderme ya-

par, ama onu tamamlayan Istanbul'daki kerhane sahnesinden söz etmez hiç.

Belki de Istanbul hiçbir zaman bir Avrupa sömürgesi olmadığı için.

 

Oysa Batılı gezginler gibi milliyetçi Türkler de (bütün dünyaya Amerika'dan

yayıldığı sanılan) bu hastalığı öteki medeniyetlere yakıştırdıkları için ona

"frengi" demişlerdi. Flaubert'in Istanbul'a gelişinden elli yıl sonra ilk Türkçe

sözlüğü Istanbul'da yayımlayan Arnavut kökenli Şemsettin Sami frenginin "bize

Avrupa'dan geldiğini" yazar. Flaubert ise Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü'nde,

tıpkı hastalığın kendisi gibi bulaşıcı olan bu "kim bulaştırdı?" sorusunu, yıllar

sonra yeni bir Doğu-Batı şakasına çevirmeden sonuçlandırır: Frengiye herkes az

çok yakalanmıştır.

Mektuplarda çok açık ve samimi olan Flaubert tuhaf, korkunç, pis ve acaip olana

merakı yüzünden mezarlıklarda geceleri askerlerle buluşan "mezarlık

orospuları"ndan, boş leylek yuvalarından, şehrin soğuğundan ve Istanbul'u

 

Sibirya gibi soğuk yapan Karadeniz rüzgarlarından, şehrin büyük

kalabalıklarından bahseder. Istanbullular hariç herkesin hakkında yazdığı

mezarlıklar üzerine Flaubert en duyarlı satırlarını yazmıştır. Şehrin ve hayatın

içindeki mezar taşlarının, tıpkı yavaş yavaş unutulan ölülerin hatıraları gibi,

eskidikçe toprağa batıp kaybolduklarını sanki ilk o farketmiştir.

 

AĞABEY-KARDEŞ: ITIŞ-KAKIŞ

Altı ile on altı yaşlarım arasında ağabeyimle sürekli kavga ettik ve ondan

gittikçe artan bir şiddetle dayaklar yedim. O benden çok daha güçlü kuvvetliydi.

Aralarında on sekiz aylık bir yaş farkı olan iki erkek kardeşin birbirleriyle

dalaşması, boğuşması, dövüşmesi, Istanbul'da o zamanlar ve belki şimdi de

sıradan, hatta sağlıklı bir şey olarak görüldüğü için başıma gelenleri durduracak

güçlü bir irade yoktu. Ben de yediğim dayakları kişisel birer başarısızlık ve kendi

güçsüzlüğüm ve beceriksizliğimin birer sonucu olarak algıladığım; ayrıca ilk

yıllarda öfke ve aşağılanma anlarında kimi zaman şiddete ilk başvuran taraf da

olduğum ve zaman zaman dayağı hak ettiğime aklımın bir köşesiyle inandığım

için tabii ki şiddete karşı ilkeye dayalı bir karşı çıkış gösteremezdim.

 

Bir kavga çıktığı, evde camlar, bardaklar kırıldığı, sağım solum morardığı,

kanlar içinde kaldığım zamanlarda bile olay yerine gelen annem, bizim

birbirimize güçle vurmamızdan, sonuçta benim dayak yememden değil, evde

düzenin bozulmasından, gene birşeyleri bölüşememiş olmamızdan, komşuların

gürültüden şikayet etmesinden yakınırdı.

 

Yıllar sonra bütün bu kavgaları ve şiddeti anneme ve ağabeyime hatırlattığımda

bütün bunlar hiç olmamış da, ben, her zamanki gibi ilginç birşeyler yazabilmek

için kendime çarpıcı ve melodramatik bir geçmiş icat ediyormuşum gibi

davrandılar bana. Öylesine içtendiler ki onlara hak verdim ve her zamanki gibi,

beni hayatın değil hayallerimin daha çok etkilediğini düşündüm. Bu yüzden bu

sayfaları okuyan okur kimi zaman ölçüyü kaçırdığımı, kimi zaman da tıpkı hasta

olduğunu bilmesine rağmen takip edildiği yanılsamasından bir türlü

kurtulamayan kederli bir paranoyak gibi kendi kuruntularımdan bir türlü

çıkamadığımı aklında tutsun. Ama bir ressam için şeylerin gerçekliği değil

biçimi, romancı için olayların sırası değil düzeni ve hatıra yazarı için de geçmişin

doğruluğu değil, simetrisi önemlidir.

 

Bu yüzden kendimi anlatırken Istanbul'u, Istanbul'u anlatırken kendimi

anlatmaya çalıştığımı farkeden okur bu çocuksu ve acımasız kavgaların başka

birşeylere hazırlık olduğunu çoktan anlamıştır. Zaten ağabeyimle ilk

itişmelerimiz ve kavgalarımızda aralarındaki küçük anlaşmazlıkları içgüdüsel

bir şiddetle ifade etmeye çalışan çocukların "doğallığı"ndan fazla bir şey de

yoktu. On-on iki yaşma kadar ağabeyimle dışa kapalı bir dünya kurmuştuk.

Başka çocuklarla okul dışında fazla görüştürülmezdik. Çoğunu bizim icat

ettiğimiz ya da başkalarından öğrenip yeni kurallarla değiştirerek kendimizin

kıldığımız pek çok oyunla meşguldük.

 

Gölgelerle kaplı evin içinde korkutmaca, saklambaç, mendil kapmaca, yılan,

balıkçı kaptan, seksek, amiral battı, isim şehir, dokuztaş, dama, satranç,

kanatları açılan masa topu (çocuklar için yapılmış bir masada), büyük yemek

masasında pinpon ve daha pek çok oyun oynardık. Sıkıştırılmış gazete kağıdı

dahil her çeşit malzemeden çeşitli büyüklüklerdeki toplarla evin her yerinde,

annem yokken, kan ter içinde kalıncaya kadar oynadığımız futbolun itiş ka-

kışları sırasında kavgalar çıkardı.

 

Erkeksi futbol dünyasını, bütün toplumsal yankıları ve efsaneleriyle

oyunlaştırdığımız "bilya maçı"na çok yıllar verdik. Tavla pullarıyla da

oynadığımız bu oyun futbolun kurallarını, oyuncuların sahaya yayılışını, hücum

ve savunma taktiklerini iyi taklit ettiği ve zamanla gelişen bir parmak hünerine

ve biraz da zeka ve "taktiğe" dayandığı için zevkliydi. On birerlik tavla (ya da

bilya) takımlarıyla halı sahaya yerleşen iki takım, marangoza kestirip

yaptırdığımız ağlı kalelere, yüzlerce kavga sonunda bir düzen ihtiyacıyla

incelikle geliştirdiğimiz çeşitli kurallar içerisinde gol atmaya çalışırdı. Bilyaların

zamanın futbolcularından alınmış adları vardı, onları tekir kedileri sevgiyle

birbirinden ayıranlar gibi bir bakışta tanırdık.

 

Ağabeyim, tıpkı Istanbul radyosunda o zamanlar "naklen futbol maçı anlatan"

Halit Kıvanç gibi oynadığımız oyunu hayali bir seyirci kitlesine anlatır, gol

olunca da, atan taraf tribünlerdeki seyirci gibi "gool" diye bağırır, arkasından bir

de uğultu çıkarırdı. Hem futbol federasyonu, hem oyuncu, hem basın, hem de

taraftar rolünü başarıyla, hakem rolünü başarısızlıkla canlandırdığımız bu bilya

maçlarının sonunda, tıpkı futbolun bir oyun olduğunu unutarak birbirlerini

bıçaklayan ateşli taraftarların yaptığı gibi biz de oyunun oyununu oynadığımızı

unutur ve içtenlikle kavgaya tutuşur, birbirimizi yaralayıp canını yakana kadar

dövüşürdük. Çoğu zaman ben dayakla sinerdim.

 

Daha çok yenilgi, kıskançlık, kurallara uymama, aşırı alay edilme sonucu çıkan

bu ilk kavgaların belirleyici duygusu rekabetti elbette. Ama ahlakımızı,

kanaatkarlığımızı ya da terbiyemizi gösterme yarışından çok, hüner, güç, bilgi ve

zeka rekabetiydi bu. Dünyanın ya da oyunun kurallarını bir an önce öğrenme

endişesiyle, akıl ve beceriyle hükmetme arzusunun renkleriyle yapılmıştı.

Amcamın apartmanda bizi durdurup sorduğu bilmecelerle matematik

problemlerinin ya da her katta bir başka futbol takımı tutulduğu için yarı şaka

yarı ciddi süren çekişmelerin, Osmanlı-Türk askeri zaferlerinin ballandırılarak

anlatıldığı okul kitaplarının ya da Keşifler ve icatlar Ansiklopedisi gibi

hediyelerin yavaş yavaş kurduğu bir kültürün gölgeleri vardı bu rekabette.

 

Elbette annemin günlük hayatı kendine kolaylaştırmak için ikide bir her türden

yarışma ilan etme alışkanlığının payı da hissediliyordu. "Kim erken pijamalarını

giyip yatağına girerse ona bir öpücük," derdi annem. "Kim üşütmeden,

hastalanmadan bu kışı geçirirse ona bir hediye alacağım." "Kim önüne dökmeden

yemeğini ilk bitirirse onu daha çok seveceğim." Ama bu anne kışkırtmaları olsa

olsa iki erkek çocuğu daha "erdemli", daha "uslu" ve "uyumlu" yapmaya yönelik

şeylerdi.

 

Oysa bizim kavgalarımızın arkasında iddiacı, yarışmacı, başarı elde etmeye ve

kendimizi özdeşleştirdiğimiz kimi kahramanlar gibi, hükmetmeye ve kazanmaya

yönelik bir yan vardı. Tıpkı derslerde parmak kaldırıp bildiğimizi gösterdikçe,

sınıf birincisi oldukça, kendimizi diğer "kafasızlardan" güvenle ayırdıkça

yaptığımızı sandığımız gibi, birbirimizi yenip, ezip geçmek isterken ruhlarımızın

karanlık bir yerinde Istanbul'un onulmaz kaderi yıkım ve hüzün duygusundan

uzaklaşabileceğimizin hayalini saklıyor olmalıydık. Çünkü biraz daha ileri

yaşlarda her Istanbullu, şehrin kaderiyle kendi kaderinin örtüşmesi durumunda

hayat diye kendisini kanaatkarlık, duygusallık ve en fazla küçük bir mutluluk

kılığına girmiş bir hüznün beklediğini hissetmeye başlar.

 

Ağabeyim derslerinde her zaman benden daha başarılıydı. Bütün adresleri bilir,

rakamları ve telefon numaralarını, matematik formülleri gibi gizli bir müzikle

aklında tutar (birlikte bir yere giderken ben vitrinlere, gökyüzüne, kafamın

takıldığına, o da apartman numaralarına ve adlarına bakardı), futbol kurallarını,

maç sonuçlarını, başkentleri, araba markalarını ve atletizm derecelerini kırk yıl

sonra kimi rakip profesörlerin yetersizliklerini ya da citation mdej'teki

(uluslararası bilimsel alıntı dökümü) sınırlı yerlerini bildiği heyecanla sayıp

dökebilirdi. Resim yapmaya o kadar bağlı olmamın, kağıt kalem ile bir süre

yalnız kalma ihtiyacımın arkasında ağabeyimin bu işlere hiç ilgi duymamasının

payı vardı elbette.

 

Ama resimle saatlerce uğraştıktan sonra aradığım mutluluğu bulamadığımda,

ağır perdelerin ve eşyaların evin içinde biriktirdiği karanlık ruhuma hüzün gibi

çökmeye başladığında, kendime, bütün Istanbul'un düşü olan kısa yoldan bir

zafere ulaştıracak bir hayat fırsatı ya da onun yerini alacak yarışmalı bir oyun

aradığımda ona gider, o sırada hangi oyuna meraklıysak -bilya maçı, satranç ya

da bir zeka oyunu- onu bir daha oynarız diye lafı bir dolandırırdım.

 

Başını kitaptan kaldıran ağabeyim "Gene kaşınıyorsun galiba," derdi, oyunun

sonunda çıkan kavgadan ve sonra gelen dayaktan çok, bu tür oyunların çoğunda

beni yendiğini kastederek. "Yenilen pehlivan güreşe doymazmış!" derdi, en son

oyunda da beni yenmiş olduğunu hatırlatarak. "Bir saat daha çalışayım, sonra."

Önündeki kitaba dönerdi.

 

Onun çalışma masası her zaman ne kadar düzenli, derli topluysa, benimkisi her

zaman o kadar dağınık, bir deprem sonrası görünümündeydi.

 

Bu ilk dönemin kavgaları tıpkı oynadığımız oyunlar gibi, hayatın kurallarını

onları taklit ederek öğrenmemizi sağlıyordu. Daha sonraları ise, yaşlarımız

ilerleyip şiddet, dayak ve yenilgi ruhumda izler bırakmaya başladığında, hayatın

kurallarının bizimle oynamaya başladığını hissettim. Sık sık ortalıktan yok olan

bir babanın eksikliğini doldurmaya çalışan, bu eksiklik yokmuş gibi yaparsa

şehrin hüznü evine girmeyecekmiş gibi davranan dikkatli bir annenin bakışları

ve öğüt yağmuru altındaki yoldaşça iki kardeşten, artık kendi dünyalarını

kurmaya kararlı iki ergen iddialı erkeğe doğru evriliyorduk.

 

Yıllar boyunca oyun oynarken ve evde yaşarken kavga çıkmasın diye aramızda

geliştirdiğimiz hukuk ve kurallar (kim ilk nereye oturacak, dolabın neresi kime

ait, hangi kitap kimin, arabada kim ne kadar süre babamın yanında oturacak,

gece yataklarımıza yattıktan sonra odamızın açık kalmış kapısını ya da

mutfaktaki lambayı kim hangi nedenle kapayacak, eve alınan Tarih dergisini ilk

kim okuyacak) yavaş yavaş yeni kavga nedenlerine dönüşüyordu. Küsmeler, alay

etmeler, tehditler, "oraya dokunma, o benim"ler, "bak sonra kötü olur" lar ile

çözülemeyen pek çok sorun, kol bükme, yumruk, dayak ve şiddetle

sonuçlanıyordu. Kendimi korumak için ben de tahta askı, sobanın maşası ya da

süpürgenin sapı, elime ne geçerse kılıç gibi elime alırdım.

 

Daha da kötüsü hayati olarak gördüğümüz bir oyunu (gerçek bir futbol maçını)

taklit eden bir bilya maçının sonunda gurur ve onur nedenlerinden çıkan

kavgalar artık doğrudan hayatla ilgili gurur ve onur sorunlarından da patlak

veriyordu. Ikimiz de birbirimizin zayıf noktalarını fazlasıyla biliyorduk ve tuhaf

bir rekabetle birbirimizin kırılgan noktalarını acımasızca iğneliyorduk. Üstelik

artık şiddete bir anlık öfkeyle değil planlı bir acımasızlıkla başvuruyorduk.

 

Onu böyle yaralayabildiğim bu zamanların birinde ağabeyim "Akşam annemle

babam sinemaya gidince seni döveceğim!" demişti bana. Akşam yemeğinde

annemle babama sinemaya gitmemelerini, tehditler aldığımı söylediysem de,

böyle durumlarda olduğu gibi güvenlik güçleri olayların yatıştığını, tarafların

barıştığını sanarak bizi birlikte bırakıp gittiler.

 

Evde kimse yokken bütün gücümüzü verdiğimiz bu yoğun boğuşmaların bir

yerinde, kan ter içindeyken, bazan kapı çalınır, bir kavganın ortasında

komşulara yakalanmış karı-koca gibi bir anda kendimizi toparlar, ateşli

eğlencemizi orta yerinde kesen lüzumsuz misafiri ya da komşuyu "efendim"li,

"buyrun lütfen oturun"lu bir kibarlıkla içeri alır, ağabeyimle birbirimize neşeli

kaş göz işaretleri yaparken, annemin birazdan geleceğini söyler, ama yalnız

kaldığımızda, kavgasız yapamayan kan-kocaların aksine hiçbir şey olmamış gibi

mutlu ve dalgın günlük işlerimize dönerdik.

 

Bazan da ben çok hırpalandıktan sonra kendi cenazesini hayal edip içlenen

çocuklar gibi ağlaya ağlaya halıların birinin üzerinde uyuyakalırdım. Insanlığı ve

iyi kalpliliği benden hiçbir zaman az olmayan ağabeyim masasında biraz

çalıştıktan sonra bana acır, uyandırır, kalkıp giyinip yatmamı söylerdi, ama ben

o masasında hala ders çalışırken elbiselerimle yatağa kendimi atıp uyumayı

severdim. Ruhumda kendime acımayla hüzün arası karanlık bir yer olduğunu

keşfediyordum.

 

Elde etmek için "kaşındığım", sonunda hak ettiğim hüzün, yenilgi ve ezilmiş,

aşağılanmış olma duygusu beni, öğrenilmesi gereken bütün kurallardan,

çözülmesi gereken matematik problemlerinden, Karlofça Anlaşması'nın

ezberlenmesi gereken maddelerinden ve hayatın zorunluluklarından kurtarır,

her şeye boş verebilirdim. Dayak yiyip aşağılandıktan sonra kendimi özgür his-

sederdim. Her şeye boş verecek kadar özgürleştiğim için bazan bu dayakları

kendime rağmen isterdim; "kaşınma" diyen ağabeyim de bunu sezerdi. Bazan

bunu sezdiği, akıl ve iktidar da onda olduğu için onunla bütün gücümle

dövüşmek ister, dayağımı yerdim.

 

Her dayaktan sonra karanlık bir duygu, beni tek başıma yakalar, kötü olduğum,

beceriksiz, suçlu ya da tembel olduğum düşünceleriyle aklımda oynaşırdı. "Ne

var!" derdi içimden gelen bir ses, "Kötüyüm." Bir anda bana sarsıcı bir özgürlük

veren bu cevap önüme yepyeni dünyalar açardı. Kötü olmaya sonuna kadar razı

olursam istediğim zaman resim yapabileceğimi, derslere boş verebileceğimi,

elbiselerimle uyuyabileceğimi anlardım.

 

Öte yandan yenik, yıkık, ezik, kolu, bacağı morluklarla kaplı, bazan dudağı

patlamış, burnu kanamış, orası burası fena hırpalanmış, daha kötüsü karşı

koymaya yetişemediğim bir güçle göstere göstere ezilmiş, aşağılanmış ve gururu

kırılmış halimden tuhaf bir şekilde hoşlanırdım. Belki de o sırada zevkle

kurduğum düşlerin renginin, hayallerin, bir rüzgar gibi içimi saran bir gün

büyük bir şey yapma hırsının canlılığı, gerçekliği beni büyülerdi. Bütün bu

şiddetin, gururun ve hayallerin kötülük ya da ahlak gibi şeylerle hiç

ilişkilendirilemeyecek bir gücü, canlılığı vardı.

 

Bana derin bir mutluluk ve yeni bir hayat vaadeden ikinci dünya üstelik

şimdinin şiddetinden beslendiği için çok daha canlı ve çekiciydi. Böyle

zamanlarda şehrin hüznünü içimde hissetmeyi içgüdüler ve rastlantılarla

keşfediyor, bu hüzünle elime kağıdı kalemi aldığım zaman hem çizdiklerimi daha

çok seviyordum, hem de duygunun karanlık yanı, oyunla, bütün dünyayı

unutmanın zevkleriyle ağır ağır arkada kalıyordu.

 

YABANCI OKUL, OKULDA YABANCI

Robert Kolej'de Ingilizce öğrendiğim bir hazırlık yılıyla birlikte dört yıl lise

okudum ve çocukluğumun sona erdiğini, dünyanın benim çocukken sandığımdan

daha karmaşık, yetişmesi zor ve sınırsızlığıyla insana acı veren bir yer olduğunu

anladım. Bütün çocukluğumu anne-baba-ağabey-ev-sokak-mahalleden oluşan ve

benim için dünyanın merkezi olan bir yerde geçirmiştim. Liseye kadar olan

eğitimim, bu kişisel ve coğrafi alemi hayatımın merkezi yapmak kadar, onun

dünyanın geri kalanının ölçüsü olduğuna kendimi inandırmakla geçmişti. Şimdi

lisede, bu yerlerin ne dünyanın merkezi ne de -bu daha da acıydı- her şeyin

ölçüsü olduğunu kavrıyordum.

 

Yerimin, bilgimin ve inançlarımın kırılganlığını ve dünyanın bitip

tükenmezliğini (kolejin Amerikalı laik hocalarca kurulan kütüphanesinin alçak

tavanlı ve hoş bir eskimiş kağıt kokusuyla kokan labirentlerinde kaybolmayı,

saatlerce kitap karıştırmayı severdim) keşfetmek bana şimdiye kadar hiç

hissetmediğim bir yalnızlık ve güçsüzlük duygusu veriyordu.

 

Yalnızlık duygusunun bir kısmı ağabeyimin yokluğu yüzündendi. Onunla sürekli

çekişip dursam da, pek çok şeyi sınıflayıp, yargılayıp, kafamın içinde bir köşeye

yerleştirmekte benim için babamdan ve annemden daha güçlü bir anlama

merkezi olan ağabeyim, ben on altı yaşımdayken Amerika'ya, Yale

Üniversitesi'ne okumaya gitti. Hayal gücümü ve aylaklığımı özgürleştirdiği, ikide

bir yarışmaktan, aşağılanmaktan ve hırpalanmaktan beni kurtardığı için bu

yalnızlıktan fazla şikayetçi olmadım. Ama gene de özellikle hüzne kapıldığım zor

zamanlarda onun yoldaşlığını arardım.

 

Zorluklar, içimdeki bir merkezin dağılması yüzündenmiş gibi gelirdi bana. Ama

kafamdaki, ruhumdaki bu merkezin tam ne olduğunu çıkaramıyordum. Bu

yüzden derslere, çalışmaya ya da hayata kendimi bütünüyle veremiyordum

sanki. Sınıfta eskiden alıştığım gibi hiçbir özel emek harcamadan en parlak

öğrenci olamamak da bazan kalbimi kırardı, ama hiçbir şey için yeterince üzülüp

sevinemeyecekmiş gibiydim. Mutlu olduğuma karar verdiğim çocukluğumda

hayat, kadife yumuşaklığında, masal havası da taşıyan eğlenceli ve meraklı bir

hikaye idi.

 

On üç-on dört yaşımdan sonra ise bu tek hikaye dağılarak ve solarak çeşit çeşit


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 62 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 25 страница| Orhan Pamuk 27 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.04 сек.)