Читайте также: |
|
cücenin boyuna poşuna, kıyafetine dikkat edip yazdığı gibi- Doğu'ya ilişkin yeni
bir tuhaflık, pislik ya da tıbbi vaka görmenin zevkiyle yazmıştır. Güzel,
unutulmaz manzaralar seyretmek, hatıralar edinmek kadar, Flaubert Doğu'ya
başkalarının hastalığını ve tuhaflığını görmeye de gelmişti, ama bunu yaparken
kaptığı kendi hastalığını ve kendi tuhaflığını göstermeye niyeti yoktu hiç.
Edward Said, Istanbul'da ne yazık ki milliyetçi duyguları okşamak ve Batılılar
olmasa "Doğu"nün ne harika bir yer olduğuna bir kere daha inanmak için
okunan Şarkiyatçılık adlı parlak kitabında Nerval ve Flaubert hakkında son
derece anlayışlı satırlar yazarken Kahire'deki hastane sahnesine gönderme ya-
par, ama onu tamamlayan Istanbul'daki kerhane sahnesinden söz etmez hiç.
Belki de Istanbul hiçbir zaman bir Avrupa sömürgesi olmadığı için.
Oysa Batılı gezginler gibi milliyetçi Türkler de (bütün dünyaya Amerika'dan
yayıldığı sanılan) bu hastalığı öteki medeniyetlere yakıştırdıkları için ona
"frengi" demişlerdi. Flaubert'in Istanbul'a gelişinden elli yıl sonra ilk Türkçe
sözlüğü Istanbul'da yayımlayan Arnavut kökenli Şemsettin Sami frenginin "bize
Avrupa'dan geldiğini" yazar. Flaubert ise Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü'nde,
tıpkı hastalığın kendisi gibi bulaşıcı olan bu "kim bulaştırdı?" sorusunu, yıllar
sonra yeni bir Doğu-Batı şakasına çevirmeden sonuçlandırır: Frengiye herkes az
çok yakalanmıştır.
Mektuplarda çok açık ve samimi olan Flaubert tuhaf, korkunç, pis ve acaip olana
merakı yüzünden mezarlıklarda geceleri askerlerle buluşan "mezarlık
orospuları"ndan, boş leylek yuvalarından, şehrin soğuğundan ve Istanbul'u
Sibirya gibi soğuk yapan Karadeniz rüzgarlarından, şehrin büyük
kalabalıklarından bahseder. Istanbullular hariç herkesin hakkında yazdığı
mezarlıklar üzerine Flaubert en duyarlı satırlarını yazmıştır. Şehrin ve hayatın
içindeki mezar taşlarının, tıpkı yavaş yavaş unutulan ölülerin hatıraları gibi,
eskidikçe toprağa batıp kaybolduklarını sanki ilk o farketmiştir.
AĞABEY-KARDEŞ: ITIŞ-KAKIŞ
Altı ile on altı yaşlarım arasında ağabeyimle sürekli kavga ettik ve ondan
gittikçe artan bir şiddetle dayaklar yedim. O benden çok daha güçlü kuvvetliydi.
Aralarında on sekiz aylık bir yaş farkı olan iki erkek kardeşin birbirleriyle
dalaşması, boğuşması, dövüşmesi, Istanbul'da o zamanlar ve belki şimdi de
sıradan, hatta sağlıklı bir şey olarak görüldüğü için başıma gelenleri durduracak
güçlü bir irade yoktu. Ben de yediğim dayakları kişisel birer başarısızlık ve kendi
güçsüzlüğüm ve beceriksizliğimin birer sonucu olarak algıladığım; ayrıca ilk
yıllarda öfke ve aşağılanma anlarında kimi zaman şiddete ilk başvuran taraf da
olduğum ve zaman zaman dayağı hak ettiğime aklımın bir köşesiyle inandığım
için tabii ki şiddete karşı ilkeye dayalı bir karşı çıkış gösteremezdim.
Bir kavga çıktığı, evde camlar, bardaklar kırıldığı, sağım solum morardığı,
kanlar içinde kaldığım zamanlarda bile olay yerine gelen annem, bizim
birbirimize güçle vurmamızdan, sonuçta benim dayak yememden değil, evde
düzenin bozulmasından, gene birşeyleri bölüşememiş olmamızdan, komşuların
gürültüden şikayet etmesinden yakınırdı.
Yıllar sonra bütün bu kavgaları ve şiddeti anneme ve ağabeyime hatırlattığımda
bütün bunlar hiç olmamış da, ben, her zamanki gibi ilginç birşeyler yazabilmek
için kendime çarpıcı ve melodramatik bir geçmiş icat ediyormuşum gibi
davrandılar bana. Öylesine içtendiler ki onlara hak verdim ve her zamanki gibi,
beni hayatın değil hayallerimin daha çok etkilediğini düşündüm. Bu yüzden bu
sayfaları okuyan okur kimi zaman ölçüyü kaçırdığımı, kimi zaman da tıpkı hasta
olduğunu bilmesine rağmen takip edildiği yanılsamasından bir türlü
kurtulamayan kederli bir paranoyak gibi kendi kuruntularımdan bir türlü
çıkamadığımı aklında tutsun. Ama bir ressam için şeylerin gerçekliği değil
biçimi, romancı için olayların sırası değil düzeni ve hatıra yazarı için de geçmişin
doğruluğu değil, simetrisi önemlidir.
Bu yüzden kendimi anlatırken Istanbul'u, Istanbul'u anlatırken kendimi
anlatmaya çalıştığımı farkeden okur bu çocuksu ve acımasız kavgaların başka
birşeylere hazırlık olduğunu çoktan anlamıştır. Zaten ağabeyimle ilk
itişmelerimiz ve kavgalarımızda aralarındaki küçük anlaşmazlıkları içgüdüsel
bir şiddetle ifade etmeye çalışan çocukların "doğallığı"ndan fazla bir şey de
yoktu. On-on iki yaşma kadar ağabeyimle dışa kapalı bir dünya kurmuştuk.
Başka çocuklarla okul dışında fazla görüştürülmezdik. Çoğunu bizim icat
ettiğimiz ya da başkalarından öğrenip yeni kurallarla değiştirerek kendimizin
kıldığımız pek çok oyunla meşguldük.
Gölgelerle kaplı evin içinde korkutmaca, saklambaç, mendil kapmaca, yılan,
balıkçı kaptan, seksek, amiral battı, isim şehir, dokuztaş, dama, satranç,
kanatları açılan masa topu (çocuklar için yapılmış bir masada), büyük yemek
masasında pinpon ve daha pek çok oyun oynardık. Sıkıştırılmış gazete kağıdı
dahil her çeşit malzemeden çeşitli büyüklüklerdeki toplarla evin her yerinde,
annem yokken, kan ter içinde kalıncaya kadar oynadığımız futbolun itiş ka-
kışları sırasında kavgalar çıkardı.
Erkeksi futbol dünyasını, bütün toplumsal yankıları ve efsaneleriyle
oyunlaştırdığımız "bilya maçı"na çok yıllar verdik. Tavla pullarıyla da
oynadığımız bu oyun futbolun kurallarını, oyuncuların sahaya yayılışını, hücum
ve savunma taktiklerini iyi taklit ettiği ve zamanla gelişen bir parmak hünerine
ve biraz da zeka ve "taktiğe" dayandığı için zevkliydi. On birerlik tavla (ya da
bilya) takımlarıyla halı sahaya yerleşen iki takım, marangoza kestirip
yaptırdığımız ağlı kalelere, yüzlerce kavga sonunda bir düzen ihtiyacıyla
incelikle geliştirdiğimiz çeşitli kurallar içerisinde gol atmaya çalışırdı. Bilyaların
zamanın futbolcularından alınmış adları vardı, onları tekir kedileri sevgiyle
birbirinden ayıranlar gibi bir bakışta tanırdık.
Ağabeyim, tıpkı Istanbul radyosunda o zamanlar "naklen futbol maçı anlatan"
Halit Kıvanç gibi oynadığımız oyunu hayali bir seyirci kitlesine anlatır, gol
olunca da, atan taraf tribünlerdeki seyirci gibi "gool" diye bağırır, arkasından bir
de uğultu çıkarırdı. Hem futbol federasyonu, hem oyuncu, hem basın, hem de
taraftar rolünü başarıyla, hakem rolünü başarısızlıkla canlandırdığımız bu bilya
maçlarının sonunda, tıpkı futbolun bir oyun olduğunu unutarak birbirlerini
bıçaklayan ateşli taraftarların yaptığı gibi biz de oyunun oyununu oynadığımızı
unutur ve içtenlikle kavgaya tutuşur, birbirimizi yaralayıp canını yakana kadar
dövüşürdük. Çoğu zaman ben dayakla sinerdim.
Daha çok yenilgi, kıskançlık, kurallara uymama, aşırı alay edilme sonucu çıkan
bu ilk kavgaların belirleyici duygusu rekabetti elbette. Ama ahlakımızı,
kanaatkarlığımızı ya da terbiyemizi gösterme yarışından çok, hüner, güç, bilgi ve
zeka rekabetiydi bu. Dünyanın ya da oyunun kurallarını bir an önce öğrenme
endişesiyle, akıl ve beceriyle hükmetme arzusunun renkleriyle yapılmıştı.
Amcamın apartmanda bizi durdurup sorduğu bilmecelerle matematik
problemlerinin ya da her katta bir başka futbol takımı tutulduğu için yarı şaka
yarı ciddi süren çekişmelerin, Osmanlı-Türk askeri zaferlerinin ballandırılarak
anlatıldığı okul kitaplarının ya da Keşifler ve icatlar Ansiklopedisi gibi
hediyelerin yavaş yavaş kurduğu bir kültürün gölgeleri vardı bu rekabette.
Elbette annemin günlük hayatı kendine kolaylaştırmak için ikide bir her türden
yarışma ilan etme alışkanlığının payı da hissediliyordu. "Kim erken pijamalarını
giyip yatağına girerse ona bir öpücük," derdi annem. "Kim üşütmeden,
hastalanmadan bu kışı geçirirse ona bir hediye alacağım." "Kim önüne dökmeden
yemeğini ilk bitirirse onu daha çok seveceğim." Ama bu anne kışkırtmaları olsa
olsa iki erkek çocuğu daha "erdemli", daha "uslu" ve "uyumlu" yapmaya yönelik
şeylerdi.
Oysa bizim kavgalarımızın arkasında iddiacı, yarışmacı, başarı elde etmeye ve
kendimizi özdeşleştirdiğimiz kimi kahramanlar gibi, hükmetmeye ve kazanmaya
yönelik bir yan vardı. Tıpkı derslerde parmak kaldırıp bildiğimizi gösterdikçe,
sınıf birincisi oldukça, kendimizi diğer "kafasızlardan" güvenle ayırdıkça
yaptığımızı sandığımız gibi, birbirimizi yenip, ezip geçmek isterken ruhlarımızın
karanlık bir yerinde Istanbul'un onulmaz kaderi yıkım ve hüzün duygusundan
uzaklaşabileceğimizin hayalini saklıyor olmalıydık. Çünkü biraz daha ileri
yaşlarda her Istanbullu, şehrin kaderiyle kendi kaderinin örtüşmesi durumunda
hayat diye kendisini kanaatkarlık, duygusallık ve en fazla küçük bir mutluluk
kılığına girmiş bir hüznün beklediğini hissetmeye başlar.
Ağabeyim derslerinde her zaman benden daha başarılıydı. Bütün adresleri bilir,
rakamları ve telefon numaralarını, matematik formülleri gibi gizli bir müzikle
aklında tutar (birlikte bir yere giderken ben vitrinlere, gökyüzüne, kafamın
takıldığına, o da apartman numaralarına ve adlarına bakardı), futbol kurallarını,
maç sonuçlarını, başkentleri, araba markalarını ve atletizm derecelerini kırk yıl
sonra kimi rakip profesörlerin yetersizliklerini ya da citation mdej'teki
(uluslararası bilimsel alıntı dökümü) sınırlı yerlerini bildiği heyecanla sayıp
dökebilirdi. Resim yapmaya o kadar bağlı olmamın, kağıt kalem ile bir süre
yalnız kalma ihtiyacımın arkasında ağabeyimin bu işlere hiç ilgi duymamasının
payı vardı elbette.
Ama resimle saatlerce uğraştıktan sonra aradığım mutluluğu bulamadığımda,
ağır perdelerin ve eşyaların evin içinde biriktirdiği karanlık ruhuma hüzün gibi
çökmeye başladığında, kendime, bütün Istanbul'un düşü olan kısa yoldan bir
zafere ulaştıracak bir hayat fırsatı ya da onun yerini alacak yarışmalı bir oyun
aradığımda ona gider, o sırada hangi oyuna meraklıysak -bilya maçı, satranç ya
da bir zeka oyunu- onu bir daha oynarız diye lafı bir dolandırırdım.
Başını kitaptan kaldıran ağabeyim "Gene kaşınıyorsun galiba," derdi, oyunun
sonunda çıkan kavgadan ve sonra gelen dayaktan çok, bu tür oyunların çoğunda
beni yendiğini kastederek. "Yenilen pehlivan güreşe doymazmış!" derdi, en son
oyunda da beni yenmiş olduğunu hatırlatarak. "Bir saat daha çalışayım, sonra."
Önündeki kitaba dönerdi.
Onun çalışma masası her zaman ne kadar düzenli, derli topluysa, benimkisi her
zaman o kadar dağınık, bir deprem sonrası görünümündeydi.
Bu ilk dönemin kavgaları tıpkı oynadığımız oyunlar gibi, hayatın kurallarını
onları taklit ederek öğrenmemizi sağlıyordu. Daha sonraları ise, yaşlarımız
ilerleyip şiddet, dayak ve yenilgi ruhumda izler bırakmaya başladığında, hayatın
kurallarının bizimle oynamaya başladığını hissettim. Sık sık ortalıktan yok olan
bir babanın eksikliğini doldurmaya çalışan, bu eksiklik yokmuş gibi yaparsa
şehrin hüznü evine girmeyecekmiş gibi davranan dikkatli bir annenin bakışları
ve öğüt yağmuru altındaki yoldaşça iki kardeşten, artık kendi dünyalarını
kurmaya kararlı iki ergen iddialı erkeğe doğru evriliyorduk.
Yıllar boyunca oyun oynarken ve evde yaşarken kavga çıkmasın diye aramızda
geliştirdiğimiz hukuk ve kurallar (kim ilk nereye oturacak, dolabın neresi kime
ait, hangi kitap kimin, arabada kim ne kadar süre babamın yanında oturacak,
gece yataklarımıza yattıktan sonra odamızın açık kalmış kapısını ya da
mutfaktaki lambayı kim hangi nedenle kapayacak, eve alınan Tarih dergisini ilk
kim okuyacak) yavaş yavaş yeni kavga nedenlerine dönüşüyordu. Küsmeler, alay
etmeler, tehditler, "oraya dokunma, o benim"ler, "bak sonra kötü olur" lar ile
çözülemeyen pek çok sorun, kol bükme, yumruk, dayak ve şiddetle
sonuçlanıyordu. Kendimi korumak için ben de tahta askı, sobanın maşası ya da
süpürgenin sapı, elime ne geçerse kılıç gibi elime alırdım.
Daha da kötüsü hayati olarak gördüğümüz bir oyunu (gerçek bir futbol maçını)
taklit eden bir bilya maçının sonunda gurur ve onur nedenlerinden çıkan
kavgalar artık doğrudan hayatla ilgili gurur ve onur sorunlarından da patlak
veriyordu. Ikimiz de birbirimizin zayıf noktalarını fazlasıyla biliyorduk ve tuhaf
bir rekabetle birbirimizin kırılgan noktalarını acımasızca iğneliyorduk. Üstelik
artık şiddete bir anlık öfkeyle değil planlı bir acımasızlıkla başvuruyorduk.
Onu böyle yaralayabildiğim bu zamanların birinde ağabeyim "Akşam annemle
babam sinemaya gidince seni döveceğim!" demişti bana. Akşam yemeğinde
annemle babama sinemaya gitmemelerini, tehditler aldığımı söylediysem de,
böyle durumlarda olduğu gibi güvenlik güçleri olayların yatıştığını, tarafların
barıştığını sanarak bizi birlikte bırakıp gittiler.
Evde kimse yokken bütün gücümüzü verdiğimiz bu yoğun boğuşmaların bir
yerinde, kan ter içindeyken, bazan kapı çalınır, bir kavganın ortasında
komşulara yakalanmış karı-koca gibi bir anda kendimizi toparlar, ateşli
eğlencemizi orta yerinde kesen lüzumsuz misafiri ya da komşuyu "efendim"li,
"buyrun lütfen oturun"lu bir kibarlıkla içeri alır, ağabeyimle birbirimize neşeli
kaş göz işaretleri yaparken, annemin birazdan geleceğini söyler, ama yalnız
kaldığımızda, kavgasız yapamayan kan-kocaların aksine hiçbir şey olmamış gibi
mutlu ve dalgın günlük işlerimize dönerdik.
Bazan da ben çok hırpalandıktan sonra kendi cenazesini hayal edip içlenen
çocuklar gibi ağlaya ağlaya halıların birinin üzerinde uyuyakalırdım. Insanlığı ve
iyi kalpliliği benden hiçbir zaman az olmayan ağabeyim masasında biraz
çalıştıktan sonra bana acır, uyandırır, kalkıp giyinip yatmamı söylerdi, ama ben
o masasında hala ders çalışırken elbiselerimle yatağa kendimi atıp uyumayı
severdim. Ruhumda kendime acımayla hüzün arası karanlık bir yer olduğunu
keşfediyordum.
Elde etmek için "kaşındığım", sonunda hak ettiğim hüzün, yenilgi ve ezilmiş,
aşağılanmış olma duygusu beni, öğrenilmesi gereken bütün kurallardan,
çözülmesi gereken matematik problemlerinden, Karlofça Anlaşması'nın
ezberlenmesi gereken maddelerinden ve hayatın zorunluluklarından kurtarır,
her şeye boş verebilirdim. Dayak yiyip aşağılandıktan sonra kendimi özgür his-
sederdim. Her şeye boş verecek kadar özgürleştiğim için bazan bu dayakları
kendime rağmen isterdim; "kaşınma" diyen ağabeyim de bunu sezerdi. Bazan
bunu sezdiği, akıl ve iktidar da onda olduğu için onunla bütün gücümle
dövüşmek ister, dayağımı yerdim.
Her dayaktan sonra karanlık bir duygu, beni tek başıma yakalar, kötü olduğum,
beceriksiz, suçlu ya da tembel olduğum düşünceleriyle aklımda oynaşırdı. "Ne
var!" derdi içimden gelen bir ses, "Kötüyüm." Bir anda bana sarsıcı bir özgürlük
veren bu cevap önüme yepyeni dünyalar açardı. Kötü olmaya sonuna kadar razı
olursam istediğim zaman resim yapabileceğimi, derslere boş verebileceğimi,
elbiselerimle uyuyabileceğimi anlardım.
Öte yandan yenik, yıkık, ezik, kolu, bacağı morluklarla kaplı, bazan dudağı
patlamış, burnu kanamış, orası burası fena hırpalanmış, daha kötüsü karşı
koymaya yetişemediğim bir güçle göstere göstere ezilmiş, aşağılanmış ve gururu
kırılmış halimden tuhaf bir şekilde hoşlanırdım. Belki de o sırada zevkle
kurduğum düşlerin renginin, hayallerin, bir rüzgar gibi içimi saran bir gün
büyük bir şey yapma hırsının canlılığı, gerçekliği beni büyülerdi. Bütün bu
şiddetin, gururun ve hayallerin kötülük ya da ahlak gibi şeylerle hiç
ilişkilendirilemeyecek bir gücü, canlılığı vardı.
Bana derin bir mutluluk ve yeni bir hayat vaadeden ikinci dünya üstelik
şimdinin şiddetinden beslendiği için çok daha canlı ve çekiciydi. Böyle
zamanlarda şehrin hüznünü içimde hissetmeyi içgüdüler ve rastlantılarla
keşfediyor, bu hüzünle elime kağıdı kalemi aldığım zaman hem çizdiklerimi daha
çok seviyordum, hem de duygunun karanlık yanı, oyunla, bütün dünyayı
unutmanın zevkleriyle ağır ağır arkada kalıyordu.
YABANCI OKUL, OKULDA YABANCI
Robert Kolej'de Ingilizce öğrendiğim bir hazırlık yılıyla birlikte dört yıl lise
okudum ve çocukluğumun sona erdiğini, dünyanın benim çocukken sandığımdan
daha karmaşık, yetişmesi zor ve sınırsızlığıyla insana acı veren bir yer olduğunu
anladım. Bütün çocukluğumu anne-baba-ağabey-ev-sokak-mahalleden oluşan ve
benim için dünyanın merkezi olan bir yerde geçirmiştim. Liseye kadar olan
eğitimim, bu kişisel ve coğrafi alemi hayatımın merkezi yapmak kadar, onun
dünyanın geri kalanının ölçüsü olduğuna kendimi inandırmakla geçmişti. Şimdi
lisede, bu yerlerin ne dünyanın merkezi ne de -bu daha da acıydı- her şeyin
ölçüsü olduğunu kavrıyordum.
Yerimin, bilgimin ve inançlarımın kırılganlığını ve dünyanın bitip
tükenmezliğini (kolejin Amerikalı laik hocalarca kurulan kütüphanesinin alçak
tavanlı ve hoş bir eskimiş kağıt kokusuyla kokan labirentlerinde kaybolmayı,
saatlerce kitap karıştırmayı severdim) keşfetmek bana şimdiye kadar hiç
hissetmediğim bir yalnızlık ve güçsüzlük duygusu veriyordu.
Yalnızlık duygusunun bir kısmı ağabeyimin yokluğu yüzündendi. Onunla sürekli
çekişip dursam da, pek çok şeyi sınıflayıp, yargılayıp, kafamın içinde bir köşeye
yerleştirmekte benim için babamdan ve annemden daha güçlü bir anlama
merkezi olan ağabeyim, ben on altı yaşımdayken Amerika'ya, Yale
Üniversitesi'ne okumaya gitti. Hayal gücümü ve aylaklığımı özgürleştirdiği, ikide
bir yarışmaktan, aşağılanmaktan ve hırpalanmaktan beni kurtardığı için bu
yalnızlıktan fazla şikayetçi olmadım. Ama gene de özellikle hüzne kapıldığım zor
zamanlarda onun yoldaşlığını arardım.
Zorluklar, içimdeki bir merkezin dağılması yüzündenmiş gibi gelirdi bana. Ama
kafamdaki, ruhumdaki bu merkezin tam ne olduğunu çıkaramıyordum. Bu
yüzden derslere, çalışmaya ya da hayata kendimi bütünüyle veremiyordum
sanki. Sınıfta eskiden alıştığım gibi hiçbir özel emek harcamadan en parlak
öğrenci olamamak da bazan kalbimi kırardı, ama hiçbir şey için yeterince üzülüp
sevinemeyecekmiş gibiydim. Mutlu olduğuma karar verdiğim çocukluğumda
hayat, kadife yumuşaklığında, masal havası da taşıyan eğlenceli ve meraklı bir
hikaye idi.
On üç-on dört yaşımdan sonra ise bu tek hikaye dağılarak ve solarak çeşit çeşit
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 62 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 25 страница | | | Orhan Pamuk 27 страница |