Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 23 страница

Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница | Orhan Pamuk 14 страница | Orhan Pamuk 15 страница | Orhan Pamuk 16 страница | Orhan Pamuk 17 страница | Orhan Pamuk 18 страница | Orhan Pamuk 19 страница | Orhan Pamuk 20 страница | Orhan Pamuk 21 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

ama onu yapan Türk milletinin (Rumları, Ermenileri, Yahudileri, Kürtleri ve

diğer azınlıkları Türkiye Cumhuriyeti Devleti'yle birlikte unutmaya hevesle

hazırdılar) hüzünle de olsa ayakta durduğunu göstermek istiyorlardı.

 

Ama Türk milliyetçiliği fikrini, milliyetçi olmaları gerektiğini öğrenir öğrenmez,

güzellikten yoksun otoriter bir söylem kullanan milliyetçi Türk devletinin

ideologları gibi değil, emir ve zordan uzak bir "güzellik" ile geliştirmek

istiyorlardı. Yahya Kemal Paris'te Fransız şiirini ve edebiyatını tanıyarak on yıl

geçirmişti ve Türk milliyetçiliğinin, ancak "Batılı gibi" düşünerek, bu milliyet-

çiliğe uygun Batı tarzı bir imgeyle "güzelleştirilerek" yapılabileceğini biliyordu.

 

Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması, Istanbul'un

Tanpınar'ın Sahnenin Dışındakiler adlı romanındaki deyişiyle "esir şehir"

olması, Boğaz'da, padişahın kaldığı Dolmabahçe Sarayı'nın önünde demirleyen

Ingiliz ve Fransız zırhlıları, Istanbul'un ve Anadolu'nun geleceğinde Türk

kimliğinin öne çıkarılmadığı çeşitli siyasi tasarılar onları Türk milliyetçisi

olmaya zorlamıştı. (Ileriki yıllarda devletle ilişkilerini kolaylaştırarak onları elçi

ve milletvekili yaptıracak bu zorunluluktan, milliyetçi olmaktan, 6-7 Eylül gibi

Hıristiyanlık ve Batı karşıtı etnik şiddet olayları karşısında sessiz durmaktan

şikayetçi değildiler.)

 

Anadolu'da Yunanistan ordusuna karşı savaş sürerken, savaşı, siyaseti ve

askerleri çok da fazla sevmeyen Yahya Kemal Ankara'ya gitmemiş, Tanpınar'ın

romanının başlığında ima ettiği gibi, Istanbul'da "sahnenin dışında" kalmış ve

bir yandan geçmiş Türk zaferlerini anan şiirler yazarken, bir yandan da bir

"Türk Istanbul" imgesi geliştirmeyi üzerine vazife edinmişti.

 

Yahya Kemal'in başarıyla tamamladığı bu siyasi programının edebi yanı, Farisi

edebiyattan devralınmış geleneksel şiir biçimleri ve ölçüleri (aruz) ile yazılıp

konuşulan Türkçenin havasını ve edasını birleştirmek ve Türk milletini büyük

zaferler kazanmış ve büyük eserler vermiş büyük bir millet olarak anlatmaktı.

Istanbul'u milletin en büyük eseri olarak göstermesinin iki amacı vardı: Birinci

Dünya Savaşı'ndan sonra, mütareke yıllarında eğer Istanbul bir Batı sömürgesi

olacaksa, bu şehrin yalnız Ayasofya ve kiliselerle hatırlanan bir yer olmadığını,

Istanbul'un "Türk" kimliğinin de göz önünde tutulması gerektiğini sömürgecilere

anlatmak. Kurtuluş Savaşı'ndan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından

sonra ise Yahya Kemal Istanbul'un Türklüğünün altını "yeni bir millet olmaya"

çalışıldığı için çiziyordu. Her iki yazarın da Istanbul'un kozmopolit, çok dilli, çok

dinli yanını görmezlikten gelen, Istanbul'un "Türkleştirilmesine" ideolojik destek

veren "Türk Istanbul" adlı uzun makaleleri vardır.

 

Tanpınar, yıllar sonra yazdığı bir yazıda "Biz acı mütareke senelerinde mazideki

eserlerimize nasıl sarılmıştık!" diye hatırlar. Yahya Kemal de "Istanbul

Surlarında" başlıklı bir yazısında, aynı yıllarda öğrencileriyle Topkapı

tramvayına binip "Marmara'dan Haliç'e kadar kule kule, diş diş, göz alabildiğine

giden surun yanından" yürüdüğünü, "yekpare düşmüş duvar kütlelerinin"

üstünde oturup dinlendiğini anlatır. Istanbullun bir Türk şehri olduğunu ka-

nıtlamak için bu iki yazar "turistik" Batılı gözlemcinin altını çizdiği şehrin

uzaktan gözüken siluetiyle, camiler ve kiliselerle yapılmış gölgesiyle

yetinemeyeceklerinin farkındaydılar.

 

Lamartine'den Le Corbusier'ye kadar bütün yabancı gözlemcilerin dikkat ettiği

siluet (Ayasofya'nın da hakimiyeti yüzünden) Türk Istanbul'un etrafında

toplanabileceği "milli" bir imge değil, kozmopolit bir güzellikti. Yahya Kemal ve

Tanpınar gibi milliyetçi Istanbulluların yenik, ezik, yoksul Istanbul'un

Müslüman nüfusunu vurgulayacak, onun varlığını ve hala kimliğini hiç

kaybetmeden yaşadığını kanıtlayacak ve kayıp ve yenilgi duygusunu ifade

edecek hüzünlü bir güzelliğe ihtiyaçları vardı. Bu yüzden kenar mahallelere

yürüyüşlere çıktılar, şehirde yaşayan insanla eskinin, yıkıntının, geçmişin

hüzünle buluştuğu güzel görüntüleri aradılar ve Gautier gibi gezginlerin yetmiş

yıl önce keşfettiği (ve çok iyi okudukları) melankolik kenar mahalle

manzaralarını buldular. Bütün milliyetçiliğine rağmen Tanpınar Batılı bir gezgin

bakışıyla kimi zaman "pitoresk", kimi zaman da "peyzaj" dediği kenar

mahallelerin geleneksel, bozulmamış ve Batı etkisine girmemiş bu yanını

anlatmak için "haraptı, fakir ve biçareydi, fakat kendine göre bir hayatı ve

üslubu vardı" diye yazmıştı.

 

Parisli iki arkadaş şair-yazardan, Istanbullu iki arkadaş şair-yazarın Osmanlı

Devleti'nin yıkıldığı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu yıllarda

etkilenmesinin milliyetçilik, yıkım, Batılılaşma, şiir, manzara gibi iplerle teker

teker örülmüş hikayesini düğüm düğüm anlatmaya çalıştım. Bazan ipleri

birbirine istemeden dolayarak ortaya çıkarmaya çalıştığım bu hikayenin

sonunda Istanbulluların dana sonra yaygınlaştırarak benimseyecekleri bir fikir,

bir hayal çıktı ortaya. Ilk kaynağını şehir surlarında ve civarında ıssız, izbe ve

yoksul mahallelerden alan bu hayale "yıkıntıların hüznü" demek, bu hüznün en

iyi hissedildiği şehir manzaralarına da, dışarıdan bakan birinin bakış açısıyla

(Tanpınar gibi) pitoresk demek uygun olacak. Ilk olarak pitoresk manzarada bir

güzellik olarak keşfedilen hüzün, Istanbulluların kayıp ve yoksullaşma yüzünden

daha yüz yıl yaşayacağı hüzne denk düşüyordu.

 

KENAR MAHALLEDE PITORESK

Ingiliz sanat tarihçisi ve yazar John Ruskin, The Seven Lamps of Architecture

(Mimarlığın Yedi Lambası) adlı kitabının "Hafıza" kısmında pitoresk güzellik

hakkında kafa yorarken, bu çeşit mimari güzelliğin niyet edilmiş, planlanmış asıl

klasik güzellikten farklarından birinin onun "rastlantısallığı" olduğunu söyler.

Etimolojik olarak "resim gibi" anlamına gelen pitoresk, bu bakış açısına göre, bir

mimari manzarada, söz konusu yapıların tasarlanırken düşünülmüş güzellik

neden ve merkezlerinden uzakta bir yerde belirir. Ruskin için bu yüzden pitoresk

güzellik, bir eserin yapılmasından yüzyıllar sonra, onun etrafında beliren

sarmaşıklar, otlar, bitkiler ve doğanın diğer uzantılarıyla (dalgalar, deniz,

kayalar, hatta bulutlar da olabilir) kaynaşmasından oluşur. Bir binayı ilk

yapıldığı şekilde ve görmemizin istendiği gibi değil, bambaşka bir açıdan ve

tarihin bize dayattığı yeni perspektiflerden, bambaşka bir şekilde seyrederken

ortaya çıkan rastlantısal güzelliktir söz konusu olan.

 

Yani Süleymaniye Camii'ne, bütün hatlarını, kubbeden aşağı hacımların

zarafetle inişini, yan kubbeciklerinin açılışını, duvarlarının ve boşluklarının

oranını, ağırlık kulelerinin ve küçük kemerciklerinin bir müzik parçasında

olacağı gibi çıkardığı karşı sesleri, yapının tepeye ve araziye oturuşunu,

beyazlığının ve kubbelerindeki kurşunun sadeliğini içimde hissederek

baktığımda bu güzellikten aldığım tat, pitoresk bir manzaradan alınan tat

değildir. Çünkü yapılışından dört yüzyıl sonra da olsa, Süleymaniye Camii'ne

bakarken, yapıyı hala ilk yapıldığı bütünlük ve amaç içerisinde ve görülmesinin

istendiği gibi seyrederim. Istanbul'un yalnız siluetinin değil, manzarasının gücü

de Süleymaniye'den başka Ayasofya, Yavuz Sultan Selim, Beyazıt gibi şehrin

kalbinde yer alan ve selatin camileri (sultan camileri) denen pek çok eski ve

güçlü yapının hala ilk yapıldıkları zamanki güzellik fikriyle ışıldamalarından

kaynaklanır. Bu yapıların olsa olsa bir sokak aralığından ya da incir ağaçlarıyla

kaplı bir yokuştan, denizin ışık oyunlarıyla bir parçası gözüktüğü vakit

alacağımız tada, pitoresk bir güzellik diyebiliriz.

 

Kenar mahallelerin Istanbulluya sunduğu güzellik ise, yıkıntı halindeki şehir

surlarında ya da çocukluğumda olduğu gibi, Rumelihisarı'nın ya da

Anadoluhisarı'nın duvarları ve kuleleri üzerinde otlar, yeşillikler, sarmaşıklar,

hatta ağaçlar bittiği zaman belirir. Bu güzellik daha çok kenar mahalledeki kırık

dökük bir çeşme, boyası dökülmüş yarı harap eski bir konak, yüz yıllık bir

gazhane binasının yıkıntıları, yarı yıkık bir cami duvarı, iyice eskiyerek

siyahlaşmış ahşap duvarlarla sarmaşıkların, çınar ağaçlarının özel

birleşimlerinde, rastlantısal olarak ortaya çıkar.

 

Benim çocukluğumda arka mahallelerde yapılan herhangi bir gezinti, durup res-

me bakar gibi insanda bakma isteği uyandıran bu çeşit "pitoresk" güzellikleri o

kadar çok gösterirdi ki, bunlara bir noktadan sonra rastlantısal demek de yanlış

olurdu: Bugün çoğu yok olmuş bütün bu hüzünlü yıkıntılar benim çocukluğumda

Istanbul'un ruhuydu. Ama yıllar sonra, o zamanlar şehrin ruhu olduğunu

söyleyebildiğim şeyin "keşfedilmesi", güzel olduğuna, "temel bir nitelik" olduğuna

karar verilebilmesi, içinde rastlantılar ve pek çok tepkiler olan çok dolambaçlı bir

yoldan gerçekleşmiştir.

 

Ilk başta, arka mahallelerin ya da yıkıntılarla ağaçların, otların ve doğanın bu

rastlantısal güzelliğinden tat alabilmek için o mahalleye, yıkıntılarla kaplı o

yoksul yere "yabancı" olmak gerekir. Yıkık bir duvar, yasaklamalar yüzünden

boşalmış ve bakımsız kalmış ahşap bir tekke binası, musluğu akmayan bir

çeşme, artık üretim yapmayan seksen yıllık bir imalathane, milliyetçi baskılarla

Rumlar, Ermeniler, Yahudiler kovalandığı için boşalmış evler, kırık dökük

yapılar, perspektife meydan okur gibi hepsi bir başka yana hafifçe yatmış (ya da

kimileri, karikatüristlerin çok sevdiği gibi, birbirlerine yaslanarak eğilmiş) evler,

çatıları, cumbaları, pencere pervazları yamulmuş yapılar, oralarda yaşayanlarda

sağlamlık ve güzellik duygusu değil, yoksulluk, imkansızlık, çaresizlik ve ihmal

duygusu uyandırırlar.

 

Kenar mahallelerin bu yoksulluk görüntüleriyle, bakımsız tarihi köşelerin

sunduğu rastlantısal "güzellikten" zevk alanlar ya da yıkıntılardan pitoresk

tatlar çıkaranlar bu yerlere dışarıdan gidenlerdir. (Tıpkı şehir halkı

ilgilenmezken Roma'nın yıkıntılarından zevk alan, onların resmini yapan kuzey

Avrupalılar gibi.) Yahya Kemal ve Tanpınar "fakir ve ücra Istanbul'u", arka so-

kaklarda bütün gücüyle yaşayan geleneksel hayatı över, Batılılaşma yüzünden

bu "halis" kültür yok oluyor diye dertlenir, bu mahallelerin sunduğu "güzel"

görüntülerin tadını çıkarır ve bu mahallelerde bir lonca ahlakı ve çalışma

terbiyesiyle yaşayan "atalarımız, ecdadımız" düşüncesini icat edip kabul

ettirmeye çalışırken; Pera'da, Yahya Kemal'in "Ezansız Semtler" dediği ve

Tanpınar7in nefrete yakın bir küçümseme ile bahsettiği, daha konforlu

Beyoğlu'nda yaşıyorlardı.

 

Walter Benjamin'in şehirde egzotik ve pitoresk olanla oraya dışarıdan gelenler

ilgilenir dediğini, bu iki milliyetçi yazarın şehrin "güzelliğini" ancak ona yabancı

oldukları yerlerde bulabildiklerini hatırlayalım. Bu durum, geleneksel bir Japon

evi nasıl olmalı, nasıl korunmalı fikrini Gölgeye Övgü adlı kitabında uzun uzun

geliştirdikten sonra, bir hikayeye göre karısına, Batı konforları olmayan böyle bir

evde kendisinin asla oturmayacağını söyleyen büyük Japon romancı Tanizaki'nin

tutumuna da benzetilebilir.

 

Bu kararsız tutumları nasıl Tanpınar ile Yahya Kemal'i tam anlamıyla birer

Istanbullu yapıyorsa, şehrin içinde pitoresk güzellikler bulanlar da yalnızca

dışarıdan gelenler değildi. Istanbul'un en büyük özelliği, içeride yaşayanların da,

şehre bazan Batılı gözlüklerle, bazan Doğulu gözlüklerle bakmasıdır. Istanbul'un

tarihinin Istanbul basınında temsil edilmesi de Fransızların "bizarreries" dediği

ve Binbir Gece Masalları'nın Ingilizce çevirmeni Richard Burton'un ya da

Nerval'in düşkün olduğu tuhaflıkların öne çıkarılmasıyla oldu ilk. Istanbul'un

tarihine başka bir uygarlığın tarihine bakar gibi "tuhaflıklar" içinden en iyi

bakan yazar Koçu idi elbette. Benim çocukluğumda şehrin dünyadan en kopuk

olduğu zamanlarda bile Istanbul halkı kendini bir yanıyla şehre hep yabancı

hissetmiştir. Şehir, halkının bakış açısına göre, orada yaşayanlara bazan fazla

Doğulu, bazan fazla Batılı gözükerek hafif bir huzursuzluk ve tam oraya ait

olamama endişesi verir.

 

Yahya Kemal ve Tanpınar'in Istanbul'un bir köşesinde (Batılılaşmış Pera)

yaşarken, bir başka köşesinde (eski şehrin kenar mahalleleri) keşfettikleri güzel,

milli, hüzünlü, pitoresk görüntüler, daha sonra Istanbulluların kendilerini

anlamak, yaşadıkları şehir hakkında ortak bir hayal oluşturmak istediklerinde

benimseyip yaydıkları imgeyi oluşturdu. Bu kenar mahalle hayali, 1930'larda ve

1940'larda muhafazakar gazete ve dergilerde sık sık yayımlanan Batılı

ressamların kopya edile edile kabalaştırılmış gravürleriyle yaygınlaştı önce.

Kimin tarafından, hangi yüzyılda, nerede yapıldığı hiç hatırlatılmayan, bir

Batılının pitoresk düşü olduğu büyük okuyucu yığınlarından gizlenen bu

görüntülere, Istanbullu ressamların siyah-beyaz kenar mahalle desenleri,

karakalem arka sokak manzaraları eşlik ederdi. Bu geleneksel fakir mahalle

manzarasını en sade, en az egzotik yanıyla işleyen ressam Hoca Ali Rıza'nın

karakalem resimlerinin o sıralarda dergilerde yayımlanan

röprodüksiyonlarından çok hoşlanırdım.

 

Turistlerin ilk anda dikkat ettikleri Istanbul'un gösterişli siluetine, camileriyle

sularının arasındaki ışık oyunlarına değil de, şehrin Batılılaşmamış ya da

modernleşme gayreti yarıda kalmış sokaklarına ressam Hoca Ali Rıza'nın on

dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başında gösterdiği bu dikkati,

daha sonraları Ara Güler fotoğraflarıyla gösterdi. Istanbul'u, bir Batılılaşma

gayreti içinde olsa da, geleneksel hayatın sürdüğü, eski ile yeninin bir yıpranma,

yoksulluk ve alçakgönüllülük müziğiyle birleştiği ve manzaraları gibi

insanlarının yüzü de aşırı hüzünlü bir yer olarak gösteren Ara Güler'in siyah-

beyaz fotoğrafları; özellikle 1950'ler ve 60'larda, geçmişin şaşaası ve Osmanlı

Batılılaşmasının banka, han ve devlet yapıları artık iyice yıpranıp kabuk kabuk

dökülürken ortaya çıkan özel dokuyu çok şiirsel bir duyarlıkla saklamıştır. Ara

Güler'in Kayıp Istanbul albümünde yanyana getirdiği harika fotoğraflar

çocukluğumun Beyoğlu ve Istanbul'unu, tramvayları, parke taşı kaplı caddeleri,

sokak ilanları ve siyah-beyaz havasıyla şehrin yorgunluğunun, yıllanmışlığının

ve hüznünün altını çizerek kenar mahalle pitoreskiyle birleştirdi.

 

Bu siyah-beyaz, kırık dökük, yıpranmış, "fakir ama onurlu ve kimlik sahibi" ücra

kenar mahalle imgesi, özellikle Ramazan'larda gazetelerde yayımlanan Tarih ve

Istanbul köşelerinde eski gravürlerin, siyah-beyaz Istanbul resimlerinin gittikçe

daha da kabalaştırılarak yaygınlaştırılan yeni basımlarıyla halka da sevdirildi.

Bu işin üstadı, çıkardığı Istanbul Ansiklopedisi'nde ya da gazetelere hazırladığı

popüler tarih köşelerinde kimseye atfedilmeyen bir gravürün röprodüksiyonunu

da değil, o gravüre baka baka ve kabalaştırılarak yapılmış bir resmini (ince

ayrıntılı bir gravürün iyi bir klişesini çıkarmak hem pahalı, hem de teknik

olarak daha zor olduğu için) yayımlayan Reşat Ekrem Koçu idi.

 

Gravürler de, Batılı ressamların kimi zaman renkli resimlerinden çıkartıldığı

için, renkli resmin siyah-beyaz gravürünün siyah-beyaz desen resmi olan ve

çamur gibi bir kağıda kötü basılan bu kenar mahalle manzaralarının altında

özgün resmi ya da kopyasını yapan ressamın adı yer almaz, yalnızca "bir

gravürden" diye bir not olurdu. Geleneksel kimliği koruduğu düşünüldüğü için

fakir oluşu utanılacak bir şey olarak değil, tam tersi neredeyse onur verici bir şey

gibi gösterilen kenar mahalle hayali, yoksul şehir hayatının sert gerçekliğinden

çok, gazete dergi okuyan yarı Batılılaşmış Istanbul burjuvalarının milliyetçi

kimlik düşlerine uygun düştüğü için sevildi. Bu hayal ve eski Istanbul mahallesi

fikri, şehrin artık sadece "ücra" kesimlerini değil, silueti hariç hepsini temsil

ederken, bir yandan da onu anlamlandıran bir edebiyat gelişti.

 

Kenar mahallenin Batılılaşmış, halis Türk ve Müslüman yanını vurgulamak

isteyen muhafazakar yazarlar, burada paşanın iktidarının ve paşalığının

sorgulanmadığı, ailesinin ve maiyetinin töre ve geleneklere (tabii ki bunlar

alçakgönüllülük, itaatkarlık ve kanaatkarlık idi) bağlılıklarının öne çıkarıldığı

bir Osmanlı cenneti kurdular. Osmanlı kültürünün, Batılılaşmış cumhuriyetçi

orta sınıf zevklerine aykırı gelecek harem, ikinci-üçüncü karı, paşanın dayak

gücü, cariye gibi öğeleri yumuşatılıp ehlileştirilirken, paşalar ve çocukları da

olduklarından daha modern gösterildi (Samiha Ayverdi).

 

Ahmet Kutsi Tecer Köşebaşı adlı çok sevilen oyununda kenar mahalle

kahvehanesini merkez alarak (örnek aldığı yer Istanbul'un eski semtlerinden

Rüstempaşa Mahallesi'dir), tıpkı Karagöz'de olduğu gibi, şehrin bütün tiplerinin

birbiriyle bizi güldürmek için çatıştığı ve bütün gerilimlerin bir "biz" havasıyla

yumuşatıldığı bir Istanbul sokağı çizdi. Bir zamanlar Cibali'nin arka so-

kaklarında (karısı tütün fabrikasında çalışırdı) oturan romancı ve hikayeci

Orhan Kemal ise arka sokakları, yoksulluk ve arkadaşlığın ekmek kavgası

yüzünden çatıştığı yerler olarak gösterdi. Ben kenar mahalle düşünü, bizimki

gibi kalabalık ve modern bir büyük aile hayaline çeviren (üstelik bizimkinin

aksine huzurlu bir büyük aile) ve bir yandan da evde bir "Arap bacı"

barındırabilen "Uğurlugiller Ailesi'nin her akşamüstü radyoda yayımlanan kü-

çük serüvenlerini severdim.

 

Arkasında yıkım ve hüzün olan arka sokak hayali ya da pitoresk, izbe ve ücra

Istanbul düşü Istanbul yazarlarınca bilinçaltının tehlikeli, karanlık ve kötücül

yaratıklarıyla hiçbir zaman birleştirilmedi. Çünkü milli ve geleneksel olan aynı

zamanda masum ve evimize uygun bir şey olmalıydı. Kenar mahalleli öksüz,

yoksul ve iyi kalpli çocukların yazarı Kemalettin Tuğcu, on yaşlarımdayken çok

sevdiğim melodramatik ve Istanbul'u iyi anlatan çocuk hikayelerini, insanın en

ücra sokakta da yaşasa, çalışkanlık ve iyi ahlakla (çoğu zaman bütün milli ve

ahlaki değerlerin kaynağı zaten kenar mahalledir) bir gün mutlu olabileceğini,

bütün şehrin aksine yavaş yavaş fakirleşen bizlere anlatırdı.

 

Ruskin, pitoresk olanın rastlantısallığı yüzünden "muhafaza" edilemeyeceğini

ima eder. Zaten manzarayı güzel kılan şey, mimarinin korunması değil,

korunmaması, yıkıntı halinde bulunmasıdır. Bütün Istanbullularca da

benimsenmiş, sevilmiş, yaygınlaşmış "güzel Istanbul" imgesi, hüzünlü bir


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 78 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 22 страница| Orhan Pamuk 24 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.039 сек.)