Читайте также: |
|
gelen o korkuyu bazan da uykumda hissederim. Gece yarısı ile sabah arasında
bir ara uykumdan bir geminin düdüğüyle uyanırım. Uzun uzun çalan ve Boğaz'ı
çevreleyen tepelerde yankılanarak dolaşan bu derin ve güçlü düdüğü gece
sessizliğinde bir daha duyduğumda Boğaz'da sis olduğunu anlarım hemen. Sisli
gecelerde Boğaz'ın Marmara'ya açıldığı yerden işaret veren Ahırkapı fenerinin
düdüğü de düzenli aralıklarla; kederle örmektedir. Böylece, uykuyla uyanıklık
arasında aklımda, sisler içindeki Boğaz'ın akıntılı sularında yolunu bulmaya
çalışan bir büyük geminin hayali belirir.
Hangi ülkenin gemisidir bu, ne büyüklüktedir, taşıdığı yük nedir? Kaptan
köşkündeki kılavuz kaptanın ve kimbilir yanındaki yardımcılarının endişesi
nedendir? Bir akıntıya mı kapılmışlardır, sisin içinde kendilerine yaklaşmakta
olan bir karaltıyı mı farketmişlerdir, yoksa rotalarından çıkıp, yanlış bir yönde
yol aldıklarını farkedip uyarı düdükleri mi çalmaktadırlar? Yatağında, uykuyla
uyanıklık arasında yatmakta olan Istanbullu, geminin kulağına gittikçe daha acı
ve umutsuz gelen düdüklerini işittikçe gemicilere acımayla felaket endişesi,
korkulu bir rüyayla, orada Boğaz'da olup biten şeyden meraklanma arasında
gidip gelir.
Fırtınalı günlerde, "Allah bu havada denize açılanlara yardım etsin!" derdi an-
nem. Öte yandan, yakında ama kendisine zarar vermeyecek bir uzaklıkta bir
felaket, bir dehşet olduğu hissi gecenin ortasında uyananlar için en iyi uyku
ilacıdır. Uyku ile uyanıklık arasındaki Istanbullu da, bir süre sonra gemi
düdüklerini sayarken yorganına sarılıp uyuyakalır. Rüyasında belki de kendini
sis içindeki gemide, tehlikenin eşiğinde görecektir.
Görsün veya görmesin, çoğunluk, tıpkı kendi rüyalarını unuttuğu gibi gecenin
ortasında gemilerin sis düdükleriyle uyandığını da sabah unutur. Ancak çocuklar
ya da çocuksu olanlar gecenin sis ve gemi düdüklerini hatırlarlar. Günlük
hayatın en sıradan anında, postanede kuyrukta beklerken ya da öğle yemeğini
yerken yanıbaşımızda böyle biri öbürüne der ki:
"Dün gece rüyamdan gemi düdükleriyle uyandım."
O zaman, çocukluğumdan beri Boğaz'ın tepelerinde yaşayan milyonlarca
Istanbullu ile sisli gecelerde aynı rüyayı gördüğümü hissederim.
Boğaz kıyısında, yalılarda oturanların rüyalarına giren bir başka korkuyu da,
tıpkı tanker yangınları gibi, hafızama derinden kazınmış bir kaza ile anlatayım.
Böyle sisli gecelerin birinde, tam tarih vermek gerekirse 1963 yılı 4 Eylül sabahı
saat dörtte, Rusya'nın Novorosisk limanından aldığı askeri malzemeyi Küba'ya
götürmekte olan 5500 grostonluk Arhangelsk adlı şilep, görüş mesafesi on
metreyi geçmediği halde yoluna devam etmeye çalıştığı için, Baltalimanı'nda on
metre karaya girmiş, bir hamlede iki ahşap yalıyı yıkıp üç kişiyi öldürmüştü.
"Korkunç bir gürültü ile uyandık. Yalıya yıldırım düştü sanıyorduk ki, bina
çatırdayarak ikiye ayrıldı. Büyük talih eseri bizler çökmeyen tarafta kaldık.
Kendimizi toparlayıp baktığımızda üçüncü katta oturma odasında koca bir
şileple burun buruna geldik."
Kazadan sağ kurtulanların sözleriyle birlikte, gazeteler ahşap yalının oturma
odasına giren geminin fotoğraflarını yayımlamışlardı: Paşa dedenin duvara asılı
fotoğrafı, büfenin üzerindeki tabakta bekleyen üzüm salkımları, odanın diğer
yarısı yok olduğu için bir ucu perde gibi boşluğa sarkan ve rüzgarda sallanan halı
ve büfeler, sehpalar, çerçeveli tezhip levhalarıyla yan yatmış divan arasında
ölümcül burnu gözüken gemi. Bu fotoğrafları dayanılmayacak kadar korkutucu
ve çekici yapan şey, geminin aralarına ölüm saçarak girdiği eşyaların, bizim
evdekilere benzeyen, tanıdık koltuklar, büfeler, sehpalar, paravanalar,
sandalyeler, masalar ve divanlar olmasıydı. Kazada ölen güzel liseli kızın kısa
bir süre önce nişanlanmış olduğunu, kazadan önceki gece ölecek olanlarla
kurtulacak olanların aralarında konuştuğu şeyleri, güzel nişanlısının cesediyle
enkaz içinde karşılaşan mahalleli gencin acısını, otuz yıllık gazete ciltlerinde
yeniden okurken kazanın bütün Istanbul tarafından günlerce nasıl
konuşulduğunu hatırladım.
O zamanlar Istanbul'un nüfusu şimdiki gibi on milyon değil bir milyon olduğu
için, Boğaz kazaları, insanın kalabalığı içinde kaybolduğu mahşeri bir şehrin
sıradan felaketleri gibi değil, bir mahallede kulaktan kulağa anlatılarak efsane
boyutuna ulaşan hikayeler gibi yaşanırdı. Beni şaşırtan şey, Istanbul üzerine
birşeyler yazdığımı öğrenen pek çok tanıdığın, geçmiş güzel günlerden söz eder
gibi, neredeyse nemlenen gözlerle Boğaz'ın o eski felaketlerinden özlemle söz
etmeleri, yazımda kendi seçkin felaketlerinden bahsetmem için bana ısrar
etmeleri oldu.
Hani bir keresinde, galiba 1966'nın Temmuzu'nda, Boğaz gezisi yapan Türk-
Alman Dostluk Cemiyeti'nin yolcularını taşıyan motor Marmara'ya inen kereste
yüklü başka bir motora Yeniköy ile Beykoz arasında çarparak batmıştı da on üç
kişi Boğaz'ın karanlık sularında kaybolup ölmüştü ya, onu mutlaka
yazmalıydım.
Ploiesti adlı Romen tankeri, yalısının balkonunda tevekkülle gemi sayan bir
tanıdığımın gözü önünde bir balıkçı teknesini bir dokunuşta ve ne kadar da
kısacık bir sürede ikiye bölüp batırmıştı, bunu yazmalıydım.
Daha sonraki yıllarda, hani bir Romen tankeri (Independenta) ile bir başka gemi
(Yunan şilebi Euryali) Haydarpaşa açıklarında çarpışmış ve sızan akaryakıt bir
anda alev alınca petrol yüklü tanker korkunç bir gürültüyle patlamıştı da
hepimiz uykularımızdan uyanmıştık, bunu unutmamalıydım. Unutmadım: kaza
yerinden kilometrelerce uzakta olmasına rağmen bizim mahalledeki evlerin
pencere camlarının yarısı patlamanın şiddetiyle kırılmış, sokaklar cam
kırıklarıyla kaplanmıştı.
Bir de hani koyunlarla Boğaz'ın dibine giden gemi vardı: 15 Kasım 1991'de
Romanya'dan aldığı yirmi binden fazla koyunla Boğaz'dan geçmekte olan Lübnan
bandıralı Rabunion adlı hayvan gemisi, New Orleans'tan Rusya'ya buğday
götüren Madonna Lili adlı Filipin bandıralı yük gemisi ile çarpışınca
koyunlarıyla birlikte batmıştı. Pek azı gemiden atlayıp yüzen koyunların
bazıları, Boğaz kıyısındaki çayhanelerde gazete okuyup kahve içen
Istanbullularca sudan çıkartılmıştı, ama yirmi bin talihsiz koyun kendilerini
Boğaz'ın derinliklerinden çıkaracak birisini bekliyorlar hala.
Bu kaza Fatih Köprüsü olarak bilinen ikinci Boğaz köprüsünün tam altında
olmuştu, ama Istanbulluların 1970'lerden sonraki en büyük buluşuna, Boğaz
Köprüsü'nden atlayıp intihar etmeye, bu çok yaygın şehir alışkanlığına hiç
girmeyeceğim. Çünkü bu kitabı yazarken çocukluk alışkanlığı ve zevkiyle
okumaya başladığım eski gazete koleksiyonlarında rastladığım, doğduğum
günlerde Istanbul gazetelerinde çıkmış bir haber, Boğaz'da ölümün köprülerden
atlamaktan çok daha yaygın bir başka yolu olduğunu bana hatırlattı. Işte bir
örnek:
"Rumelihisarı'nda bir otomobil denize uçtu. Dün yapılan (24 Mayıs 1952) bütün
aramalara rağmen, ne araba ne de içindekiler bulunamadı. Otomobil denize
uçarken şoför kapıyı açarak 'Imdat' diye bağırmış, fakat her ne sebeptense,
kapıyı tekrar kapamış ve araba ile beraber sulara gömülmüştür. Otomobilin
akıntının tesiri ile daha ileride derin bir yere gömüldüğü sanılmaktadır."
Bu da kırk beş yıl sonra, 3 Kasım 1997'nin Istanbul gazetelerinden:
"Düğün dönüşü Tellibaba'ya adak adamaya giden ve içinde 9 kişi bulunan
otomobil, alkollü sürücünün kontrolünden çıkarak Tarabya'da denize uçtu.
Kazada 2 çocuklu bir kadın boğularak can verdi."
Yıllar boyunca ne kadar da çok arabanın Boğaz'a düşüşünü, yolcuların derin
suların içinde geri dönüşü olmayan yere gidişini duydum, okudum, gördüm!
Içinde bağrışan çocukların, kavga eden sevgililerin, her şeyi alaya alan
sarhoşların, aceleyle evine dönen kocaların, yeni arabalarının frenlerini deneyen
gençlerin, dalgın sürücülerin, intihar meraklısı kederlilerin, karanlıkta gözleri
iyi görmeyen amcaların, rıhtımda çay içtikten sonra vitesi geriye değil ileriye
takan dalgın ile arkadaşlarının, olayın bir anda nasıl meydana geldiğini hiç
anlayamayanların, eski defterdarlardan Şefik ile güzel sekreterinin, gemi
sayarak Boğaz'ı seyreden polislerin, fabrikanın arabasını izinsiz alıp gezmeye
çıkan acemi şoförle ailesinin, uzak bir akrabanızın tanıdığı naylon çorap
imalatçısının, aynı renk yağmurluk giyen babayla oğulun, ünlü Beyoğlu
haydutuyla sevgilisinin ve Boğaz Köprüsü'nü ilk defa gören Konyalı ailenin
bulunduğu araba suya düşünce, hemen taş gibi batmaz da, bir an sanki suyun
üzerinde durur.
Gün ışığında sokak ya da meyhane lambalarının ışığında oluyorsa her şey, o
kısacık sürede Boğaz'ın bu yaşanılabilir tarafında olanlar, ötedeki derin tarafa
hiç de istemeden geçmekte olanların yüzlerindeki dehşeti görebilirler. Sonra
araba yavaş yavaş Boğaz'ın hemen derinleşen karanlık ve akıntılı sularına
gömülür gider.
Boğaz'ın derinliklerine inen arabadakilere artık kapıların açılmayacağını, çünkü
arabanın içine dolan suların basıncının kapıların açılmasına mani olacağını
hatırlatmak isterim. Pek çok arabanın suya düştüğü bir dönemin ince düşünceli
gazetelerinden biri aynı bilgiyi okurlarına aktarmak gibi akıllıca bir iş yapmış,
iyi çizilmiş resimlerle açıklanmış küçük bir rehber yayımlamıştı:
Boğaz'a Düşen Arabadan Nasıl Çıkılır?
1. Hiç paniğe kapılmayın. Pencerelerinizi kapayarak suların arabanızın içine
iyice dolmasını bekleyin. Kapıların düğmelerini açın. Kimse yerinden
kıpırdamasın.
2. Araba Boğaz'ın derinliklerine doğru inmeye devam ediyorsa el frenini çekin.
3. Sular arabanızı tamamen doldurmak üzereyken tavanda sıkışan son bir karış
havayı ciğerlerinize iyice çekin, kapıları yavaşça açın ve telaşlanmadan arabadan çıkın.
Son anda, inşallah yağmurluğunuz el freninin çekeceğine takılmaz da su
yüzeyine çıkabilirsiniz, diye 4. maddeyi eklemek isterdim ben. Eğer yüzme
biliyorsanız, yukarıya, denizin yüzeyine varmışsanız şehrin bütün hüznüne
rağmen Boğaz'ın ve hayatın ne güzel olduğunu da hemen farkedeceksiniz.
NERVAL ISTANBUL'DA: BEYOĞLU'NDA YÜRÜYÜŞLER
Melling'in bazı resimlerinin ayrıntıları beni ürpertir. Istanbul'un benim bütün
çocukluğumu, hayatımı geçireceğim sokaklarının, yollarının, evlerinin,
mahallelerinin yerleşeceği bazı tepelerini daha oralara hiç kimse
yerleşmemişken, tek bina yapılmamışken ressam görmüş ve resmetmiştir. Daha
sonra Yıldız, Maçka, Teşvikiye adını alacak yerleri elimde büyüteç Melling'in
manzara resimlerinin kenarlarında kavaklar, çınarlar ve bostanlarla kaplı boş
tepeler olarak görmek, tıpkı yangın yerlerine, yanmış konakların bahçelerine,
yıkık duvarlara, kemerlere, yıkıntılara bakarken hissettiğim gibi, bir zamanlar
oralarda yaşamış Istanbulluların hissettiği acıya benzer bir duygu verir bana.
Insanın çocukluktan beri hayatının ve kendi dünyasının merkezi olarak
benimsediği ve bu yüzden bütün bilgilerinin başlangıç noktası olan yerlerin
aslında kısa bir zaman önce (doğumumdan yüz yıl önce) var olmadığını görmek,
tıpkı öldükten sonra arkamızda bıraktığımız dünyayı görmek gibi,
dayanılmayacak kadar meraklandırıcı ve sarsıcıdır. Bütün hayat deneyiminin,
ince ince biriktirilmiş bütün insani ilişkilerin ve eşyaların zaman karşısındaki
ürperişidir bu.
Aynı ürperişi Gerard de Nerval'in Doğu'ya Yolculuk adlı kitabının Istanbul
bölümünün bir yerinde de hissederim. Melling'in resimlerini yapmasından yarım
yüzyıl sonra, 1843'te Istanbul'a gelen Fransız şair kitabının bir yerinde, elli yıl
sonra Tünel olacak yerden, Galata Mevlevihanesi'nden bugün Taksim dediğimiz
yere kadar -tıpkı benim yüz on beş yıl sonra annemin elini tutarak yapacağım
gibi- yürüyüşünü anlatır. Bugün Beyoğlu dediğimiz anacadde, Cumhuriyet'ten
sonra Istiklal Caddesi adını alacak Grand rue de Pera 1843'te de aşağı yukarı
aynıdır. Nerval Mevlevihane'den sonra caddeyi Paris'e benzetir: Moda kıyafetler,
çamaşırcı dükkanları, kuyumcular, pırıl pırıl vitrinler, şekerciler, Ingiliz ve
Fransız otelleri, kahveler, elçilikler.
Şairin Fransız Hastanesi (bugünkü Fransız Kültür Merkezi) dediği yerden sonra
ise, şehir şaşırtıcı, sarsıcı, hatta benim için korkutucu bir şekilde biter. Çünkü
bugün Taksim Meydanı denilen ve çocukluğumdan beri çevresinde yaşadığım
benim dünyamın merkezi ve en büyük meydanını Nerval, at arabalarının ve
köfte, karpuz ve balık satıcılarının oyalandığı boş bir yer olarak anlatır.
Düzlüğün manzarasından ve kenarından köşesinden meydana ve şehre katılarak
yüz yılda yok olacak mezarlıklardan söz eder. Ama Nerval'in aklımdan hiç
çıkmayan cümlesi, şehrin daha sonra benim bütün hayatımı geçireceğim ve bana
hep "çok eski apartmanlarla kaplı" gibi gelecek düzlükleri hakkındadır: "Çam ve
ceviz ağaçlarının gölgelediği kocaman, sonsuz bir yayla!"
Nerval Istanbul'a geldiğinde otuz beş yaşındaydı. On iki yıl sonra kendisini
Paris'te asmasına yol açacak melankoli buhranlarından ilkini iki yıl önce
geçirmiş ve bir süreliğine tımarhanede yatmıştı. Bütün hayatını belirleyecek
karşılıksız bir aşkla sevdiği tiyatro oyuncusu Jenny Colon da altı ay önce
ölmüştü. Nerval, Mısır-Kahire, Iskenderiye-Suriye, Kıbrıs, Rodos, Izmir ve Istan-
bul'dan geçecek "Doğu Yolculuğu"na bu acılarla birlikte ve tabii ki
Chateaubriand, Lamartine ve Hugo ile Fransız edebiyatında bir gelenek olmaya
başlayan romantik Doğu düşlerinin etkisiyle çıkmıştı. Nerval'in kendinden
önceki yazarlar gibi, Doğu hakkında birşeyler yazma niyetini ve Fransız
edebiyatında melankoli ile özdeşleştiğini de göz önünde tutunca, insan, şairin
Istanbul'da göreceklerinin çok özel ve değerli olacağına hükmediyor.
Ama Nerval 1843 Istanbul'unda kendi melankolisine değil de, onu unutturacak
şeylere dikkat eder. Zaten Doğu yolculuğuna ruhsal acılarını arkada bırakmak,
en azından bunları kendinden ve çevresinden gizlemek için çıkmıştı. Babasına
yazdığı bir mektupta, Doğu yolculuğunun iki sene önceki cinnet-tımarhane
vakasının, devamı gelmeyen basit "bir kazanın sonucu olduğunu insanlara
kanıtlayacağını" yazmış ve umutla sağlığının da çok iyi olduğunu eklemişti.
Yenilginin, yoksulluğun ve Batı karşısında zayıf düşmenin darbesini henüz
yememiş Istanbul'un da şaire hüzün duygusunu beslemek için yeterince görüntü
vermediğini düşünebiliriz.
Unutmayalım ki hüzün, yenilgiden sonra şehirde yaşayanların şehrin içinde
hissettikleri bir duygudur. Nerval ünlü şiirindeki kelimelerle, melankolinin kara
güneşinin Doğu'da yer yer görüldüğünü yolculuk kitabında yazar, ama örnek
olarak Nil kıyılarını gösterir. 1843 Istanbul'unda ise şehrin en zengin, çekici,
egzotik yerlerinde, hakkında yazılacak malzeme arayan aceleci bir gazeteci gibi
davranır.
Bu yüzden şehre Ramazan'da gelmişti. Bu onun gözünde Venedik'e karnaval
zamanı gitmek gibi bir şey olmalı. (Ramazan'ın hem bir "perhiz", hem de bir
"karnaval" zamanı olduğunu yazar.) Nerval Ramazan gecelerinde Karagöz
oynatanları, geceleri lambalarla aydınlanan şehrin manzaralarını seyreder ve
kahvehaneye gidip hikaye anlatıcısını dinler. Daha sonraları pek çok Batılı gezgi-
nin yapıp yazacağı bu gözlemler, yüz yıl sonra modern teknoloji, Batılılaşma ve
yoksullaşma sonucu Istanbullular tarafından bırakılıp unutuldu ve bu sefer
Istanbullu yazarların "Eski Ramazan Geceleri ve Eğlenceleri" benzeri adlı pek
çok hatıra yazısına ve kitabına konu oldu.
Çocukluğumda geçmişe özlemle ve büyülenerek okuduğum ve kendi kendime
oruç tuttuğum o güne beni hazırlayan bu edebiyatın arkasında Nerval ve benzeri
pek çok Batılı gözlemcinin şekerlendirerek egzotikleştirdiği ve hepsi
birbirlerinden etkilenerek geliştirdikleri "turistik bir Istanbul" imgesi var. Istan-
bul'a gelip, üç günde bütün bu "turistik" yerleri gezip hemen bir yazı-kitap yazan
Ingiliz yazarlarla alay etmesine rağmen, Nerval de onlar gibi derviş tekkesine
ayin izlemeye gitmiş, padişahın saraydan çıkışını bekleyip onu uzaktan bir
görmüş (Nerval gözgöze geldiklerini, Abdülmecit'in de kendisini gördüğünü iddia
eder) ve mezarlıklarda uzun gezintilere çıkarak Türklerin kılık kıyafetleri,
adetleri ve töreleri hakkında fikir yürütmüştür.
Kendini astığı sırada sayfalarını cebinde taşıdığı ve gerçeküstücülerin, Andre
Breton, Paul Eluard ve Antonin Artaud'nun büyük hayranlık duyduğu Aurelia ya
da Hayat ve Rüya adlı tüyler ürpertici ve benzersiz otobiyografik kitabında
(kendisi Dante'nin Yeni Hayat'ına benzetir) Nerval, aşık olduğu kadın tarafından
reddedilince hayatta artık kendisine "kaba-saba oyalanmalardan" başka bir şey
kalmadığını anlatır ve dünyayı dolaştığını ve uzak milletlerin kıyafetleri ve tuhaf
töreleriyle aptalca oyalandığını dürüstçe itiraf ediverir. Töreler, manzaralar,
Doğulu kadınlar ya da Ramazan geceleri hakkında yaptığı gazeteci tarzı
gözlemlerin yüzeyselliğinin, ucuzluğunun ve kabalığının bilincinde olduğu için
Nerval, Doğu'ya Yolculuk adlı kitabına, -tıpkı anlatısının etkisi azaldıkça araya
yeni ve saf bir hikaye sıkıştırması gerektiğini hisseden yazarlar gibi- çoğunu
kendisinin geliştirip uydurduğu uzun hikayeler eklemişti. (Yahya Kemal ve A. Ş.
Hisar ile birlikte hazırladıkları Istanbul adlı kitap için şehrin mevsimleri
hakkında yazdığı uzun bir yazıda Tanpınar bu hikayelerin uydurma mı,
geleneksel Osmanlı hikayeleri mi olduğunu merak edip araştırdığını yazar.)
Nerval'in düş dünyasına, derinliğine ve yoğunluğuna daha yakışan ama
Istanbul'la fazla ilgisi olmayan bu hikayelerin arasında şehir gözlemleri,
Şehrazat tarzı bir çerçeve hikaye işlevi görür. Zaten çizdiği tabloların yeterince
güçlü olmadığını hissettikçe, ikide bir "tıpkı Binbir Gece Masalları gibi" diyerek
okuru tavlamak isteyen Nerval, Istanbul gezisini "sarayları, camileri, hamamları
başkaları o kadar çok anlattı ki ben anlatmadım" diyerek bitirirken, yüz yıl sonra
Yahya Kemal ve Tanpınar gibi Istanbul yazarlarının kulaklarına küpe olacak ve
Batılı gezginlerin ağzında basmakalıp bir lafa dönüşecek bir şey söyler: "Dış
görünüşü dünyanın en güzel manzaralarını veren Istanbul'un bazı
mahallelerinin sefaleti, bazılarının pisliği" şehri "kulislerine girilmeden"
salondan seyredilmesi gereken bir tiyatro dekoruna benzetir.
Daha sonra yazılarıyla ve şiirleriyle Istanbullulara seslenen bir Istanbul imgesi
geliştirecek olan Yahya Kemal ile Tanpınar, bunu ancak manzaranın güzelliği ile
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 87 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 19 страница | | | Orhan Pamuk 21 страница |