Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 9 страница

Orhan Pamuk 1 страница | Orhan Pamuk 2 страница | Orhan Pamuk 3 страница | Orhan Pamuk 4 страница | Orhan Pamuk 5 страница | Orhan Pamuk 6 страница | Orhan Pamuk 7 страница | Orhan Pamuk 11 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

şeyler değildir Istanbul'da. Onlar arasında yalnızca yaşanır. Kimi Batılı

seyahatname yazarlarının, gezginlerin çok hoşuna giden bir şeydir bu. Ama

şehrin duyargaları hassas sakinleri için geçmişin gücünün ve zenginliğinin o

kültürle birlikte çekip gittiğini, bugünün geçmişle kıyaslanmayacak kadar yoksul

ve kafası karışık olduğunu hatırlatır. Kirin, tozun, çamurun içinde

bakımsızlıklarıyla "çevreye uymuş" bu yapılar, tıpkı çocukluğumda her biri teker

teker yanan konaklar gibi onlarla gururlanma zevki de bırakmaz geriye.

 

Bu duygu, 1867'de Isviçre'deyken Dostoyevski'nin Cenevrelilerin şehirlerini çok

sevmelerini hiç anlayamamasına benzetilebilir. "En basit şeylere, hatta

sokaktaki direklere bile çok güzel ve şahane şeylermiş gibi bakıyorlar" diye

öfkelenir Batı'ya öfkeli milliyetçi Dostoyevski yazdığı bir mektupta. Cenevreliler

basit bir adres tarifi yaparken bile "O şahane ve çok zarif bronz çeşmeyi

geçtikten sonra" diyerek içinde yaşadıkları tarihsel çevreyle gururlanırlar. Oysa

benzeri durumda "Şu kör çeşmeden dön, yangın yeri boyunca sokaktan yürü,"

derdi bir Istanbullu, ayrıca bu yabancının bu yoksul sokaklarda göreceği

şeylerden de huzursuz olarak. Gelişigüzel bir örnek, ileride sözünü edeceğim en

büyük Istanbul yazarlarından birinin, Ahmet Rasim'in Bedia ve Güzel Eleni adlı

hikayesinden alınabilir: "Ibrahim Paşa Hamamı'nı geçin. Biraz daha ilerleyin.

Sağ tarafınızda sokak başındaki yıkıntıya (hamam) bakan köhne bir ev

görürsünüz."

 

Daha iyimser bir Istanbullu, belki de herkesin yaptığı gibi, adresi Istanbul'un en

büyük zenginliği olan bakkallar ve kahvehanelerle tarif ederdi. Çünkü güçlü bir

imparatorluktan geriye kalmış olmanın hüznünden kurtulmanın en kestirme

yolu, tarihsel yapılarla hiç ilgilenmemek ve binaların adlarına ve onları

birbirlerinden ayıran mimari özelliklere bile hiç dikkat etmemektir. Yoksulluk ve

bilgisizliğin de yardımıyla Istanbullular böyle yapar. Mesela "tarih" fikrine

bütünüyle boş verip bu binalara bugün dikilmiş muamelesi yapıp şehir

surlarından taş söküp kendi inşaatlarında kullanırlar ya da onları betonla

onarmaya girişirler. Yıkıp yakıp yerine "Batılı, modern" bir apartman dikmek de

unutmanın bir yoludur. Bütün bu ilgisizlik ve yıkım da en sonunda hüzün

duygusunu, ona beyhudelik ve sefalet tınısını da ekleyerek artırır. Yıkım, kayıp

ve yoksulluğun acısının geliştirdiği hüzün duygusu, Istanbulluları yeni

yenilgilere ve başka yoksulluk biçimlerine hazırlar.

 

Bu noktada hüznü tristesse'den ayıran şey çok kesin. Claude Levi-Strauss'un o

benzersiz kitabında anlattığı tristesse, tropiklerdeki bütün o yoksul ve büyük

kentlerin, çaresizliğin, insan yığınlarının bir Batılıya yaşattığı duygudur. O

şehirlerin ve oralarda yaşayanların ruh halini değil, oralara ulaşmış bir Batılının

suçluluk duygularını, önyargılardan ve klişelerden kurtulma azmini ve hissettiği

acımayla karışık son derece insani acıyı anlatır. Hüzün ise, dışarıdan bakan

birinin değil, Istanbullunun kendi durumundan çıkararak geliştirdiği bir

tepkidir. "Klasik" Osmanlı müziği, Türk pop müziği ve 1980'lerde gelişen ve

arabesk denen müzik kendine acıma ile kederlenme arasında çeşitli incelik

dereceleriyle gidip gelerek hep bu duyguyu açığa vurur.

 

Şehre dışarıdan gelen Batılı, çoğu zaman ne bu hüznü ne de melankoliyi

hisseder. Sonunda kendini başarıyla öldürecek güçte melankolisi olan Gerard de

Nerval bile, Istanbul'da şehrin renkleri, hayatı, şiddeti ve törenleriyle

heyecanlanarak eğlenmiş, mezarlıklarda bile kadın kahkahaları işitmiştir. Belki

de bu, onun Istanbul'a geldiği yıllarda yıkım ve kayıp duygusunun yeterince

hissedilmemesi, Osmanlı Devleti'nin hala güçle ayakta durmasından değil,

Nerval'in zaten Voyage en Orient adlı kaim kitabını Batılıların basmakalıp Doğu

düşlerinin renkleriyle ilişkiye girerek kendi melankolisini unutmak için

yazmasındandır.

 

Istanbul'daki hüznün kaynağının yoksulluk, yenilgi ve bir kayıp duygusu

olduğunu söylediğime göre hüzün kelimesinin Kuran'daki anlamına geri

dönüyorum. Ama Istanbul, hüznü "geçici bir hastalık" ya da "başımıza gelmiş

kurtulunması gereken bir acı" gibi değil, kendi seçtiği bir şey gibi taşır. Hüznün

bu özel anlamı, "Başka bütün zevkler boş. Hiçbiri melankoli kadar tatlı değil,"

diye yazan Robert Burton'un melankolisine yaklaşsa da Burton'daki kendi

kendiyle alay ve mizah, Istanbul'un hüznü yaşayışında yerini gurura, hatta

mağrurca böbürlenmeye bırakır. Cumhuriyet sonrası modern Türk şiiri de

hüzne, aynı anlayışla kaçınılmaz bir kader ve insan ruhunu kurtararak ona

derinlik veren bir duygu gibi sarılır.

 

Bu duygu aynı zamanda şair ile hayat arasında bir çeşit buğulu cam gibidir.

Hayatın hüzünlü bir izdüşümü, şair için, hayatın kendisinden çekicidir. Benzeri

içe çekilmeyi, kendi yoksulluk ve eziklikleri için Istanbullular da yapar. Hayat

karşısında bilinçli bir çekilme anlamına gelen bu duygu bir yandan hüznün

tasavvuf edebiyatında kazandığı itibardan yararlanırken, bir yandan da şehirde

yaşayanların başarısızlık, kararsızlık, yenilgi ve yoksulluklarının bilinçle ve

gururla seçilmiş bir nedeniymiş gibi gözükür. Bu anlamda hüzün, hayattaki

eksikliğin, büyük kayıpların yalnızca sonucu gibi değil, daha önemlisi asıl nedeni

gibi de sunulur. Çocukluğumun ve gençliğimin Türk filmlerinin kahramanları,

tıpkı o yıllarda tanık olduğum, işittiğim pek çok gerçek hikayenin kahramanı

gibi, sanki doğuştan içlerinde taşıdıkları bu hüzün duygusu yüzünden

sevgililerine, paraya, başarıya karşı istekli davranmazlardı: Hüzün Istanbulluyu

hem tutuk yapar, hem de tutukluğuna bir mazeret olur.

 

Balzac'ın Rastignac gibi kahramanlar aracılığıyla olumladığı ve modern şehrin

kalbine yerleştirdiği başarma hırsı, toplumun karşısında birey olma bilinci hüzne

uzaktır. Istanbulluların hüznü, cemaatin değerlerine ve biçimlerine karşı her

türlü yaratıcılığı köreltir ve azla yetinmenin, herkese benzemenin ve

alçakgönüllü olmanın ahlakına destek olur. Yokluk, yoksulluk zamanlarında

hayatta kalabilmek için gerekli dayanışma duygusunu şereflendiren hüzün,

hayatın ve şehrin tersinden okunmasına yol açar. Yenilgi ve yoksulluğu bir sonuç

değil hayata başlamadan önce şerefli bir ön kabul olarak gösterdiği için, hem

itibarlı hem de yanıltıcı bir tutumdur. Istanbul hayatına onulmaz bir hastalık

gibi sinmiş olan, bir türlü yenilemeyen ve bir kader gibi yaşanan yoksulluk, akıl

karışıklığı ve siyahla beyazın hakimiyeti böylece bir başarısızlık ve beceriksizlik

olarak değil, bir şeref olarak yaşanır.

 

Bu tutum, ta 1580'lerde, kendisi de melankolik olmasına rağmen tristesse

kavramından söz ederken, bu duygudan çok uzak olduğunu iddia eden

Montaigne'in (ve yıllar sonra Flaubert'in) kendine güvenen akılcılığı ve

bireyciliğinin tam tersidir. Tristesse'e bazılarının büyük harflerle yazılmış

Bilgelik, Fazilet ve Vicdan yakıştırmasının hiç yerinde olmadığını ima eden

Montaigne, Italyanların "tristezza" kelimesine zararlı ve delice bir çeşit

kötücüllük anlamı vermelerini beğenir.

 

Montaigne için keder, tıpkı ölüm karşısındaki tutumunda olduğu gibi,

kitaplarıyla yalnız başına yasayan bir aydının tek başına aklıyla yenmeye

çalıştığı bir şeydi. Istanbul ise hüznü bir büyük şehir olarak hep birlikte

olumlayarak yaşar. Istanbul ile ilgili modern Türk edebiyatının, şiirinin ve

müziğinin bu duyguyu önemseyerek, gururla sahiplenerek ve bir zafer haline

getirerek yaptığı şey, hüznü, bir cemaat olarak şehri tarif eden, birleştiren bir

merkez olarak kurmaktır. Istanbul hakkında yazılmış romanların en büyüğü

olan Huzur'da kahramanlar şehrin tarihinin, yıkım ve kayıp duygusunun

kendilerine verdiği hüzün yüzünden kırık iradeli ve yenilgiye mahkыmdurlar.

Aşk hüzün yüzünden, huzurla sonuçlanmaz. Siyah-beyaz Istanbul filmlerinde, en

içe işleyen ve hakiki gözüken aşk hikayesi, esas oğlanın daha baştan verili, doğuştan

"hüznü" yüzünden, melodramla sonuçlanır.

Bu siyah-beyaz filmlerin çoğunda da, Tanpınar'ın Huzur romanında olduğu gibi,

içe çekildikleri, yeterince kararlı ve girişken davranmadıkları ve tarihin ve

çevrelerinin onlara dayattığı şartlara boyun eğdikleri için mutlu olamayan

hüzünlü kahramanlarla kendimizi özdeşleştirdiğimiz an, Istanbul'un manzara-

ları da, ne kadar "güzel", eşsiz, pitoresk ya da tanıdık görüntüler olurlarsa

olsunlar aynı hüzünle titreşmeye başlarlar. Bazan televizyonda kanal

değiştirirken, ortasından bir yerden gelişigüzel seyretmeye başladığım bu

filmlerdeki siyah-beyaz sokak sahnelerini görünce aklıma bir düşünce takılır.

 

Kenar mahalledeki ahşap evin aydınlık pencerelerine bakarak başkasıyla

evlenmekte olan sevgiliyi düşleyen kahramanın yürüdüğü parke taşlı sokakları

gördüğümde ya da zengin ve güçlü fabrikatör karşısında alçakgönüllülük ve

kanaatkarlığı bir gurur ve irade gösterisine dönüştüren kahramanın seyrettiği

siyah-beyaz Boğaz manzaralarına bakarken, aslında hüznün kahramanın kırık

ve acıklı hikayesinden ya da sevgiliyi elde edememiş olmasından değil,

manzaranın, sokakların, Istanbul görüntülerinin içinden çıktığını ve kahramanın

iradesini kırdığını düşünürüm. O zaman, yalnızca manzaraya, arka sokak

görüntüsüne bakarak, kahramanların hikayesini anlayıp hüznünü

hissedebileceğimi de geçiririm aklımdan. Bu popüler filmlere göre çok daha

"yüksek sanat" ürünü olan Tanpınar7in Huzur adlı romanının kahramanları da,

aynı şekilde ilişkileri ne zaman bir tıkanıklığa doğru ilerlese, ya bir Boğaz

gezisine çıkar ya da Istanbul'un arka sokaklarına gidip yıkıntıları seyrederek hüzünlenirler.

Bu yıkım ve kayıp duygusunu, hüznü bir yandan şehirle paylaşırken, diğer

yandan Huzur'un yazan Tanpınar gibi okuma zevki edinmiş, Batı kültürü

heyecanı ve modern olma isteği de duyan Istanbul yazarlarının, şairlerinin

sorunu daha karmaşık ve kederli: Hüznün tadını veren cemaat duygusuyla,

Batı'dan edindiği kitapların ima ettiği Montaigne gibi akılcı ya da Thoreau gibi

duygusal bir yalnızlık arasında kalmak. Bu yazarların bazılarının, çözüm olarak

bulup geliştirdikleri bir Istanbul imgesinin keşfi de benim hikayemin ve

Istanbul'un bir parçası artık. Bu kitabı, bu hayali düşe kalka, rastlantılar,

okumalar ve gezintilerle keşfeden, geliştiren bu dört hüzünlü Istanbul yazarının

eserleriyle konuşa tartışa yazdım.

 

DÖRT HÜZÜNLÜ YALNIZ YAZAR

Çocukluğumda onları çok az tanıyordum. Birinin, büyük şişman şairin, Yahya

Kemal'in bütün ülkenin tanıdığı şiirlerini biraz okumuştum. Bir diğerinin,

popüler tarihçi Reşat Ekrem Koçu'nun gazetelerin tarih sayfasında çıkan

yazılarına eşlik etsin diye yaptırttığı Osmanlı işkence yöntemlerini gösterir

resimler dikkatimi çekmişti ilk. Daha on yaşımdayken hepsinin adını biliyordum,

çünkü kitapları babamın kütüphanesinde vardı. Ama o zamanlar henüz

gelişmekte olan Istanbul fikrim daha onlardan etkilenmemişti. Ben doğduğumda

dördü de sağdı ve Istanbul'da benim yaşadığım yerlere yarım saatlik yürüyüş

uzaklığında yaşıyorlardı. On yaşıma geldiğimdeyse biri hariç hepsi ölmüştü ve

hiçbirini yaşarken görmemiştim.

 

Daha sonraki yıllarda çocukluğumun Istanbul'unu kurarken kafamdaki siyah-

beyaz resimlerle onların Istanbul hakkında yazdıkları birbirine karıştı ve

Istanbul'u, benim Istanbul'umu onlarsız düşünemez oldum. Bir ara, otuz beş

yaşlarımda Ulysses tarzı bir büyük Istanbul romanı yazmayı düşlerken,

çocukluğumda benim gezindiğim Istanbul sokaklarında bu dört hüzünlü yazarın

da gezinmesini hayal etmenin zevklerine kapıldım: Mesela, şişman şairin hep

gittiği Beyoğlu'ndaki Abdullah Efendi Lokantası'na anneannem de bir zamanlar

haftada bir kere gider, yemek yer, sonra da yediklerinden huysuzca şikayet

ederdi.

 

Ünlü şair orada öğle yemeği yerken Istanbul Ansiklopedisi için malzeme arayan

tarihçi Koçu'nun vitrinin önünden geçeceğini aklımdan geçirirdim. Sonra genç ve

güzel delikanlıları seven gazeteci-tarihçinin Beyoğlu'nun bir arka sokağındaki

güzel gazeteci çocuktan, içinde romancı Tanpınar'ın bir makalesi olan bir gazete

alacağını hayal ederdim. Evinden çok az çıkan iyice kısa boylu, temizlik düşkünü

beyaz eldivenli hatıra yazarı Abdülhak Şinasi Hisar o sırada kedisine aldığı

ciğerleri temiz bir gazeteye sarmadığı için sakatatçı ile kavga ediyor olacaktı. Bu

dört kahramanımın bazan aynı dakikalarda, bazan aynı yağmurun altında,

bazan aynı köşede, bazan aynı yokuşta yürüdüklerini ya da yollarının

kesişeceğini hayal ederdim.

 

Önüme ünlü Hırvat sigorta haritacısı Pervitich'in Beyoğlu-Taksim-Cihangir-

Galata haritalarını açar, kahramanlarımın yürüyeceği yerleri sokak sokak, bina

bina belirler, hatıralarımı yoklayarak hangi çiçekçi, kahvehane, meyhane ya da

muhallebicide rastlaşmış olabileceklerini ayrıntılarıyla düşlerdim. Bütün bu

dükkanlardaki yiyeceklerin kokusu, kahvehanelerde okuna okuna hırpalanmış

gazetelerin satırları, benim için bir şehri şehir yapan duvar afişleri, seyyar

satıcıları, otobüslerin üzerindeki reklamlar, benzeri pek çok şey gibi, mesela bir

zamanlar Taksim Meydanı'nın kenarındaki bir büyük apartmanın (şimdi

yıkılmış) tepesine yerleştirilmiş lambalarla yapılmış koşan harflerle okunan

haberler, benim bu dört hüzünlü kahramanımın dikkatlerinin kesiştiği noktalar

olacaktı. Bir şehri kendine özgü kılan şeyin yalnız topografyası, binaları ve

insanlarının çoğu zaman rastlantılarla oluşmuş kendine özgü görüntüleri değil,

orada, benim gibi elli yıldır, aynı sokaklarda yaşayanların biriktirdiği

hatıralarla, harflerin, renklerin, imgelerin kendi aralarında tutturacakları gizli

açık rastlantıların kıvamı da olduğunu bu yazarları ne zaman birlikte hatırlasam

düşünürüm. O zaman bu dört hüzünlü yazar ile çocukluğumda karşılaşmış

olabileceğimi de hayal ederim.

 

Bu yazarlar arasında kendimi en yakın hissettiğim romancı Tanpınar ile

annemin beni Beyoğlu'na ilk götürdüğü zamanlar mutlaka karşılaşmış

olmalıydım. Biz de onun gibi Tünel'deki Hachette (Haset) Kitabevi'ne uğrardık.

"Kırtıpil" takma adlı romancı zaten bu kitapçının hemen karşısındaki Narmanlı

Yurdu'nun küçük bir odasında yaşıyordu. Daha Pamuk Apartmanı inşa halinde

olduğu için doğduktan hemen sonra götürüldüğüm Ayazpaşa'daki Ongan

Apartmanı Tanpınar'ın ustası, hocası şair Yahya Kemal'in hayatının son

yıllarında kaldığı Park Otel'in hemen karşısındaydı. Romancı Tanpınar o

yıllarda akşamları şair Yahya Kemal'i görmeye Park Otel'e gelmiyor muydu?

Daha sonra Nişantaşı'na taşındığımızda annemin sık sık pasta almak için gittiği

otelin pastanesinde de onları görmüş olabilirdim. Hatıracı diye andığım

Abdülhak Şinasi Hisar da, tıpkı popüler tarihçi Koçu gibi sık sık Beyoğlu'na

alışveriş etmeye, yemek yemeye çıkıyordu. Onlarla da karşılaşmış olmalıydım.

 

Tıpkı, hayran olduğu ünlü sinema yıldızlarının çektikleri filmlerin ve

hayatlarının kenarda kalmış ayrıntılarıyla kendi hayatları arasında rastlantılar

ve kesişmeler yakalayan gerçek hayranlar gibi davrandığımın farkındayım. Ama

benim bu kitapta ara ara konuşup tartışacağım bu dört kahramanın şiirleri,

romanları, hikayeleri, makaleleri, hatıraları ve ansiklopedileri beni yaşadığım

şehrin ruhuna hazırladılar. Geçmişle günümüz ya da Batılıların sevdiği deyişle

Doğu ile Batı arasındaki karmaşık ve yaratıcı tutumlarıyla bu dört hüzünlü

yazar, bana sevdiğim kitaplar ve modern sanat zevki ile yaşadığım şehrin hayatı

ve kültürü arasında nasıl bir ilişki kurabileceğimi de sezdirdiler.

 

Bu yazarların hepsinin, hayatlarının bir döneminde gözleri Batı edebiyatının, en

çok da Fransız edebiyat ve sanatının parlaklığıyla kamaşmıştı. Şair Yahya

Kemal gençliğinde dokuz yıl Paris'te yaşamış, Verlaine'in, Mallarme'nin

şiirleriyle, daha sonra "milliyetçi" bir karşılık arayacağı "saf şiir" anlayışını

öğrenmişti. Yahya Kemal'i bir çeşit baba bellemiş olan Tanpınar da aynı şairlerle

Valery'ye hayrandı. Hatıracı A. Ş. Hisar ile birlikte üçünün de vazgeçemediği ve

tiryakisi olduğu Fransız yazarların başında Andre Gide de vardı. Yahya Kemal'in

hayranlık duyduğu Theophile Gautier'den Tanpınar manzarayı kelimelerle

anlatmayı öğrenmişti.

 

Fransız edebiyatına ve Batı kültürüne gençliklerinde kimi zaman çocuksuluğa

yaklaşan büyük bir hayranlık duymaları bu yazarlara eserlerinde modern ya da

Batılı olmaları gerektiğini geri dönüşsüz bir şekilde öğretti. Fransızlar gibi

yazmak istiyorlardı, bundan hiç şüpheleri yoktu. Ama akıllarının bir köşesiyle

de, Batılılar gibi yazarlarsa onlar kadar orijinal olamayacaklarını biliyorlardı.

Oysa Fransız kültürü onlara modern edebiyat fikriyle birlikte hakikilik,

özgünlük, sahihlik fikrini de vazgeçilmeyecek bir şekilde öğretmişti. Batılı olmak

ile "hakiki" olmaları gerektiği fikri arasında hissettikleri çelişki özellikle kendi

sesleriyle ilk eserlerini vermeye başladıkları yıllarda bu yaratıcıları zorladı.

 


 

Özgünlük ve hakikilik fikriyle bağdaştırmak istedikleri başka bir şey Gautier ya

da Mallarme gibi yazarlardan öğrendikleri "sanat için sanat" ya da "saf şiir" gibi

kavramlardı. Kendi kuşaklarından başka bazı yazarlar ve şairler, aynı göz

kamaşmasıyla okudukları başka bazı Fransız yazarlarından etkilenmişler, ama

öğrendikleri şeyler, onlardaki hakiki olma isteğinden çok "yararlı olma" ve

öğretme içgüdüsüne seslendiği için zorlanmamışlardı. Bir ucu eğitici bir

edebiyata, bir ucu da günlük siyasetin çekimine açılan bir yola giren bu yazarlar

Hugo ya da Zola gibi örneklerle uğraşırken, Yahya Kemal, Tanpınar ya da

Abdülhak Şinasi Hisar, Verlaine, Mallarme ve Proust'la ne yapacaklarını

düşünüyorlardı. Onları zorlayan bir başka şey, önce Osmanlı Devleti'nin

yıkımının, Batı sömürgesi olma tehlikesinin, sonra da Türkiye Cumhuriyeti'nin

dayattığı Türk milliyetçiliği idi.

 

Eğitici ve siyasi olmaktan estetik bir içgüdüyle uzak durmak isteğiyle

milliyetçiliğin talepleri arasında sıkışmışlardı. Fransa'da edindikleri estetik

görüş, yalnızca modern olarak Türkiye'de asla Mallarme veya Proust gibi güçlü

ve hakiki bir ses çıkaramayacaklarını da onlara hissettirmişti. Aradıklarını çok

hakiki ve şiirsel olan bir şeyde, bir büyük medeniyetin parçası olarak doğup

büyüdükleri Osmanlı'nın yıkımında buldular. Osmanlı medeniyetinin, hiç geri

gelmemecesine çöktüğünü, yıkıldığını derin bir şekilde kavramaları bu yazarlara

yalınkat bir nostaljinin, tarihle övünmenin ya da pek çok çağdaşlarının kurbanı

olduğu saldırgan bir milliyetçilik ve cemaatçiliğin tehlikelerine düşmeden


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 69 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 8 страница| Orhan Pamuk 10 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.039 сек.)