Читайте также: |
|
1934'te ölmüş dedem ile babaannemin rötuşla renklendirilmiş kocaman birer
fotoğrafı ayrı ayrı çerçevelenip asılmıştı. Müze salona giren birisi, bu büyük
fotoğrafların yerinden ve babaannemle dedemin o zamanlar hala kimi Avrupa
devletlerinin pullarında gördüğüm kral ve kraliçeler gibi birbirlerine dönük
durmalarına karşın kameraya bakışlarından, hikayenin onlarla başladığını
anlardı.
Ikisi de Manisa yakınlarındaki Gördes kasabasındandı, burada teni ve saçları
aşırı beyaz olduğu için Pamuklar denen bir aileden geliyorlardı. Babaannemde
Osmanlı haremine yüzyıllarca uzun boylu güzel kız yollayan Çerkez kanı vardı.
Babası 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Anadolu'ya göç etmiş, aile daha
sonra Izmir'e geçmiş (Izmir'de bırakılan boş evden arada bir söz edilirdi), oradan
da dedemin inşaat mühendisliği okuduğu Istanbul'a gelmişlerdi. Dedem
1930'larda yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin büyük paralar harcadığı demiryolu
inşaatlarından çok kazanmış, Boğaz'a dökülen Göksu Deresi'nin kıyısında tütün
kurutmak için gereken sicimden halata kadar pek çok şey üreten büyük bir
fabrika kurduktan sonra 1934 yılında, arkasında babamla amcamın yıllarca
çeşitli işlere girişip iflas ede ede bitiremeyecekleri bir servet bırakarak elli iki
yaşında ölmüştü.
Salona açılan yazıhanenin duvarlarında ise aynı rötuş meraklısı fotoğrafçının
pastel renklere buladığı yeni kuşağın büyük fotoğrafları çerçevelenip özenli bir
simetriyle yerleştirilmişti. Tıp okuyup Amerika'ya göç eden, askerliğini
yapmadığı için Türkiye'ye geri dönemeyen ve böylece babaanneme sürekli bir yas
havası içerisinde yaşama fırsatı veren doktor amcam (Özhan) şişman ve
sağlıklıydı. Ondan daha küçük olan ve en alt kata yerleşen Aydın amcam
gözlüklüydü ve babam gibi o da inşaat mühendisliği okuyup, genç yaşta altından
kalkamayacağı büyük inşaat işlerine girmişti. Yıllarca piyano eğitimi aldıktan,
Paris'te de bu işe devam ettikten sonra evlenip piyanoyu bırakan halam da
hukuk fakültesinde asistan kocasıyla birlikte, yıllar sonra benim taşınacağım ve
bu kitabı yazarken oturduğum çatı katındaki dairede yaşıyordu.
Yazıhaneden kristal lambaların daha da kasvetli yaptığı esas salona geçtiğimde
rötuşsuz siyah-beyaz ve daha küçük fotoğrafların kalabalığı arasında hayat
birden hızlanıverirdi: Bütün kardeşlerin nişan, düğün fotoğrafları, kimi özel
günlerde çağrılmış bir fotoğrafçıya verilmiş pozlar, Amerika'daki amcadan gelen
ilk renkli fotoğraflar, Istanbul'un parkları, Boğaz kıyıları ve Taksim Meydanı'nda
hep birlikte yenen bir bayram yemeğinde, annem, babam, ağabeyim ve ben hep
birlikte gittiğimiz bir düğünde, yandaki eski evin bahçesinde, dedemin ve
amcamın sahip olduğu arabaların ve apartman kapısının önünde çekilmiş
fotoğraflar. Amerika'daki amcamın birinci karısının yerine, ikinci karısının
fotoğrafının konulması gibi olağanüstü haller dışında, tıpkı tamamlanıp bitmiş
eski tarz bir müzedeki gibi hiçbiri değişmeyen bu fotoğraflara, hepsini tek tek
yüzlerce kere seyretmiş olmama rağmen, o kalabalık salona her girişimde
yeniden bakmaya başlardım.
Fotoğraflara her yeni bakış bana yaşanan hayat ile, onun içinden çekip
çıkarılmış, zamana karşı korunmuş ve bir çerçevenin içine konarak vurgulanmış
kimi anların önemini öğretirdi. Ağabeyime bir matematik problemi sormakta
olan amcamı izlerken, aynı anda onun otuz yıl önce çekilmiş bir fotoğrafını
görmek ya da bir yandan gazetesini karıştırırken, bir yandan da kalabalık
odadaki şakalaşmaları takip ettiğini yüzündeki gülümsemeden çıkarabildiğim
babamı seyrederken, aynı anda onun benim gibi, beş yaşında ve kız gibi uzun
saçlı bir fotoğrafına bakıyor olmak, bende hayatın çerçeve içerisine konan bu özel
anları yaşamak için bizlere verilmiş bir fırsat olduğu izlenimini uyandırırdı.
Arada bir babaannemin bir devletin kurucusundan bahseder gibi, erken yaşta
ölen dedemden söz ederken, masalardaki ve duvarlardaki bu çerçeveli resimleri
eliyle işaret etmesi bu hayat-eşsiz an, sıradanlık-protokol ikilemini vurgulardı.
Zamanın akışına, insanların ve eşyaların yıpranışına direnen ve çerçeve
içerisinde saklanan bu özel anların önemini ve manasını huşu içerisinde
anlarken, bir yandan da onlardan sıkılırdım.
Bütün ailenin hep birlikte toplanıp şakalaşarak yemek yediği akşamları, şeker
ve kurban bayramlarında yenen öğle yemeklerini, ve yaşım ilerledikçe her
seferinde "artık gelecek yıl gelmeyeceğim" deyip gene geldiğim yılbaşı
yemeklerini ve sonra hep birlikte tombala oynamayı çocukluğumun ilk yıllarında
çok severdim. Bu kalabalık yemekler, şakalaşmalar, amcamın rakı ya da votka,
babaannemin de azıcık içtiği biranın etkisiyle gülüşmeleri bana bir yandan
çerçeve dışında kalan hayatın çok daha eğlenceli olduğunu hissettirir, diğer
yandan da mutluluğun bir aileyle, bir kalabalıkla paylaşılan bir güven duygusu,
bir şakalaşma, bir rahatlık olduğu yanılsamasını verirdi.
Öte yandan hep birlikte gülüşen, eğlenen, uzun bir bayram yemeği yiyen
akrabalarımın, arada bir alevlenen mal-mülk kavgalarında birbirlerine ne kadar
acımasızca davrandıklarının da kendimi bildim bileli farkındaydım. Annem
bizler bizim dairede bizbizeyken "halanız", "amcanız", "babaanneniz" diyerek
kimin bizlere -yani büyük aile içindeki bizim dört kişilik çekirdek ailemize-
kötülük ettiğini bana ve ağabeyime öfkeyle anlatırdı. Kimi malların, halat
fabrikasının hisse senetlerinin ya da bir katın paylaşılması her zaman uzun
süren tartışmalara, kavgalara ve küskünlüklere yol açardı.
Ince camlarla çerçevelenip piyanonun üzerine konan mutluluk fotoğraflarının
üzerindeki çatlaklara benzeyen bu karanlık hikayeleri babaannemin katındaki
kalabalığın şakalaşmaları içerisinde bir süre unuturdum belki, ama çok küçük
yaştayken bile bu şakalaşmaların ardında gizli hesaplaşmalar, imalar olduğunu
sezerdim. Büyük aileyi yapan küçük çekirdek aileciklerin her birinin
hizmetçisinin bile, (mesela bizim Esma Hanım'ın) ötekinin hizmetçisiyle (mesela
halamın hizmetçisi Ikbal ile) aynı mücadele ruhuyla çekişmeyi üzerine vazife
edindiğini de görürdüm.
"Gördün mü bak, Aydın ne dedi," derdi daha sonra annem ertesi sabah
kahvaltıda.
"Ne demiş?" derdi babam önce merakla. Hikayeyi dinledikten sonra "Boşver
allahaşkına" diye konuyu kapatıp gazetesine gömülürdü.
Herkesin aynı ahşap konakta yaşadığı geleneksel büyük Osmanlı-Istanbul
ailesinin hala izlerini taşıyan ailenin yavaş yavaş çürüyerek dağılmakta
olduğunu bütün bu çekişmelerden hissetmesem bile, babamla amcamın sürekli
iflas etmelerinden, ikide bir yeni bir iş kurmalarından ve babamın gittikçe
sıklaşan yokluklarından seziyordum. Annem arada bir bizi "anneannemize"
ziyarete götürdüğünde hayaletlerle dolu Şişli'deki evin odalarında ağabeyimle
benim oynayıp oyalandığımız sırada işlerin kötüye gittiğini annesine anlatır,
anneannem de ona soğukkanlılık önerir, annemin geri dönme ihtimaline karşı
tek başına oturduğu toz içindeki üç katlı evin hiç de çekici bir yer olmadığını
bizlere sezdirirdi.
Bazan geçici bir öfkeye kapılmasının dışında babam hayatından, kendinden,
yakışıklılığından, zekasından ve talihinden çok memnun biriydi ve üzerinden hiç
atamadığı bir çocuksuluk ve sevimlilik ile bu mutluluklarını hiç saklamazdı.
Evin içinde bol bol ıslık çaldığını, aynada kendini beğenerek seyredip, avucunun
içine limon sıkıp saçlarına briyantin gibi sürdüğünü hatırlıyorum. Şakalar,
kelime oyunları, şaşırtmacalar yapmaktan, ezbere şiir okumaktan, zekasını
teşhir etmekten, uçaklara binip uzaklara gitmekten hoşlanırdı. Azarlayan,
yasaklayan, cezalandıran babalardan değildi hiç. Özellikle çocukluğumun ilk
yıllarında onunla gezip tozar, arkadaşlık ederken dünyanın insanın mutlu olmak
için geldiği eğlenceli bir yer olduğunu hissederdim.
Babam kötülüğün, düşmanlığın ya da düpedüz sıkıcı olanın çevresinden sessizce
dolanırken, annem bu tehlikelere karşı bizi uyarır, yasaklar koyar, kaşlarını
çatarak hayatın karanlık yanlarına karşı önlemler alırdı. Bu onu babamdan
daha az eğlenceli yapardı, ama bize her fırsatta evden kaçan babamdan daha çok
vakit ayırdığı için, onun sevgisine, şefkatine çok bağımlıydım. Ağabeyimle bu
sevgi için rekabet etmek zorunda kalmam, hayatımın kendimi bilir bilmez
öğrendiğim en temel gerçeğiydi.
Annemin sevgisi için ağabeyimle girdiğim şiddetli mücadele ve rekabet, babamın
bana hissettirmediği otoritenin, gücün ve iktidarın ruhumda yapabileceği
zedelenmelerin fazlasıyla yerini tuttu. O zamanlar bunu şimdi düşündüğüm gibi
kavrayamazdım.
Çünkü ağabeyimle rekabet hele ilk başlarda hiçbir zaman çıplak şekliyle ortaya
çıkmaz, hep bir oyunun parçası olarak ve bir oyunun içinde kendimizi bir başkası
olarak düşlerken hissedilirdi. Çoğu zaman Orhan ile Şevket olarak değil, benim
kendimi özdeşleştirdiğim bir futbolcu ya da kahraman ile ağabeyimin kendini özdeşleştirdiği
başka bir futbolcu ya da kahraman olarak çarpışırdık. Sanki bizim
yerimize savaşıp dövüşen bu hayali ya da gerçek kişileri canlandırırken, sonu
kan ve gözyaşıyla biten oyun ve kavgamıza kendimizi bütünüyle verdiğimiz için
aslında kavga edenin ve kıskançlıkla birbirini yaralayan, aşağılayan ve ezenin
biz iki kardeş olduğunu unuturduk. Başarı istatistiğine, kazanan tarafın
zaferinin ayrıntılarıyla dökümüne bütün hayatı boyunca çok meraklı olacak
ağabeyimin, yıllar sonra hesaplayıp bana söylediği gibi, oyunların ve savaşların
yüzde doksanını o kazanırdı.
Içim kararınca, mutsuz olunca, canım sıkılınca kimseye bir şey demeden bizim
daireden çıkar, ya aşağıya halamın oğluna oynamaya ya da çoğu zaman
babaannemin katına giderdim. ("Çocukluğunda bir kere bile diğer çocuklar gibi
içim sıkılıyor, demedin," demişti bir kere annem.) Içlerinin birbirine o kadar
benzemesine, yemek takımlarından şekerliklere, koltuklardan küllüklere pek çok
eşyanın aynı olmasına rağmen her kat apayrı alem, apayrı memleketmiş gibi
gelirdi bana. Eşyalarla dolu bütün o kasvetli haline rağmen, belki de bu yüzden,
babaannemin salonuna gidip orada oynamaktan, müzemsi salonun, vazoların,
fotoğraf çerçevelerinin, sehpaların gölgesinde hayaller kurmaktan, burasının
başka bir yer olduğunu düşlemekten hoşlanırdım.
Akşamları, lambaların ışığı altında bütün aile orada toplandığı zaman kurduğum
bir hayalde babaannemin dairesini büyük bir geminin kaptan köşküne
benzetirdim. Bizler fırtınada ilerleyen bu geminin hem kaptanı ve mürettebatı,
hem de yolcularıydık ve dalgalar büyüdükçe endişeleniyorduk. Geceleri
yatağımda yatarken Boğaz'dan geçen büyük gemilerin kederle inleyen düdük
seslerini işitirken kurduğum düşlerden çok şeyler taşıyan bu hayalde, geminin,
bizlerin, hepimizin kaderinin bana bağlı olduğunu da gururla hissederdim.
Ağabeyimin resimli romanlarının kahramanlarını da hatırlatan bu hayale
rağmen, tıpkı Allah'ı düşünürken hissettiğim gibi, şehri yapan kalabalıklarla
bizlerin kaderinin, sırf bizler zengin olduğumuz için örtüşmediğini sezerdim.
Ama ondan sonraki yıllarda babamın ve amcamın iflasları, mal mülk
paylaşımları ve annemle babamın kavgalarıyla büyük aile ve bizim küçük aile
kenarından köşesinden çatlaklarla, kırıklarla ufalanarak fakirleşip yok olmaya
doğru hızla giderken, babaannemin dairesini her ziyaret edişimde içimde bir
hüzün uyanırdı. Osmanlı Devleti'nin yıkımının Istanbul'a verdiği eziklik, kayıp
ve hüzün duygusu bir başka bahaneyle ve biraz gecikmiş de olsa, en sonunda
bizleri de bulmuştu.
"BEN"
Mutluluk anlarımda -çocukluğum bunlarla dopdoludur- kendi varlığımı değil,
dünyanın iyi, güzel, hoş, güneşli olduğunu hissederdim. Sevmediğim bir yemek,
kötü bir tat, elime batan bir iğne, bebekken kaçmayayım diye kapatıldığım tahta
kafesin (nedense park derlerdi) tahtalarım öfkeyle dişlemek ya da en korkunç
çocukluk anılarımdan birinde olduğu gibi parmağımı amcamın arabasının
kapısına sıkıştırıp saatlerce ağlamak, (röntgen çeken bir doktora korkulu bir
ziyaret) kendi benimi değil, kaçınılması gereken bir kötülük ve acı fikrini
öğretirdi bana. Ama kendi bilincimin gidiş gelişleri, hayalleri, gerginlikleri
arasında, kendim olduğum, bir benim olduğu duygusu da bir suçluluk duygusu
gibi ağır ağır içime işlerdi.
Benden iki yaş büyük ağabeyim okula başladığı için dört ile altı yaşlarım
arasında onunla kurduğumuz arkadaşlık ve beraberlik duygusundan uzak
kaldım. Onun gücünden, rekabet duygusundan kaçabildiğim ve Pamuk
Apartmanı ve annemin şefkati ve ilgisi günün uzun bir kısmında bütünüyle bana
kaldığı için kendimi daha iyi hissettiğim bu iki okul yılında, hem yalnız kalmayı
keşfettim, hem de hiç unutmadığım ilk sarsıcı anılarımı biriktirdim.
Ağabeyimin alıp okuduğu resimli romanların konuşma balonlarını önce ona
okutur, sonra o okuldayken açıp, ondan dinlediklerimi hatırlayarak kendim
"okurdum". Öğle uykusu için beni yatağıma yatırdıkları, ama hemen uyumayıp
Tommiks dergisinin sayfalarına baktığım tatlı ve sıcak bir öğleüstü, çükümün
(annemin bibi dediği şey) sertleştiğini farkettim. Yarı çıplak bir kızılderili
resmine bakarken olmuştu bu. Belinde ipince bir ipten başka bir şey olmayan
kızılderilinin "bibi" sini gizlemek için kasıklarından aşağıya bir bayrak gibi
düzgün bir bez parçası sarkıyordu, bezin ortasına da bir yuvarlak çizilmişti.
Başka bir gün gene öğle uykusu için pijamalarım giydirilmiş olarak yorganın
altında uzanmış, kendimi bildim bileli benim olan ayımla konuşurken gene aynı
sertleşmeyi hissettim. Sihrim anlayamadığım bu hoş ama başkalarının görmesini
istemediğim değişiklik tam o sırada ayıya "Ben seni yiyeceğim!" dediğim için
gerçekleşmişti. Başka zamanlarda da, çok da fazla bir bağlılık hissetmediğim
ayıcığımı tutup aynı kelimelerle tehdit ettiğimde bu tuhaf sertlesme gene oldu.
"Ben seni yiyeceğim," sözünü en çok annemin anlattığı masalların korkulu
anlarında işitmiştim. Klasik Iran edebiyatında şeytanların, cinlerin kardeşi olan
ve dört yüzyıl önce hokkalarla kısa boylu, kuyruklu korkunç ucubeler gibi
resmedildiklerini yıllar sonra farkedeceğim "div"ler, Farsçadan Istanbul
Türkçesine ve masallarına geçerken devleşmişti. Bir devin ne olduğuna ilişkin
fikrimi, Dede Korkut Masalları'ndan yapılmış bir küçük seçmenin kapağından
edinmiştim. Burada, tıpkı kızılderililer gibi yarı çıplak, güçlü ve biraz da itici bir
ucube sanki bütün dünyaya hükmediyordu.
"Ben seni yiyeceğim," sözü annemden dinlediğim masallarda yiyip yutmak kadar,
öldürmek, yok etmek anlamına da geliyordu. Aynı yıllarda amcam küçük bir
projeksiyon makinesi almış ve Nişantaşı'ndaki bir fotoğrafçı dükkanından on-on iki dakikalık
kısa filmler (Şarlo, Walt Disney, Lorel ve Hardy) kiralayarak
bayramlarda, yılbaşlarında şöminenin üzerindeki beyaz duvarda (dedem ve
babaannemin fotoğrafları törenle indirilirdi) bütün aile kalabalığına göstermeye başlamıştı.
Amcamın demirbaş küçük film koleksiyonundaki bir kısa Walt Disney filmi ise
benim yüzümden iki kereden fazla gösterilmedi. Bu filmde geri zekalı, ağır ve bir
apartman büyüklüğündeki ilkel dev, küçük Miki Fare'yi kovalıyor, farecik
kuyunun dibine saklanıyor, dev, kuyuyu bir hamlede topraktan koparıp bir
bardak su gibi içince, küçük farecik devin ağzının içine düşüyordu ki, Orhan
bütün gücüyle ağlamaya başlıyordu. Goya'nın Prado Müzesi'ndeki bir devin
yerden kapıp ağzına aldığı küçük adam resmi olarak gördüğüm Satürn
Çocuklarından Birini Yerken adlı resmi beni hala korkutur.
Bir öğleüstü uyku saatimde gene ayıcığımı tehdit eder ve bir yandan da ona
tuhaf bir şefkat beslerken birden kapı açıldı ve babam, donum inmiş, bibim
sertleşmiş olarak beni bir an gördü. Kapı açıldığından biraz daha yavaşça, ama o
zaman bile hissettiğim bir saygıyla kapandı. Oysa öğle tatillerinde eve gelip,
yemek yiyip, biraz kestirdikten sonra babam işe gitmeden içeri girip beni öperdi.
Yanlış bir şey yaptığım, daha kötüsü bunu haz için yaptığım duygusu yavaş
yavaş haz fikrini de kenarından zehirleyerek içime işliyordu.
Bir başka seferinde, annemle babamın bitip tükenmeyen kavgalarının birinden
sonra, annem evi terkedince eve getirilen dadı küvette beni yıkarken gene aynı
şey geldi başıma. Kadının şefkatten uzak bir sesle, benim "köpekler gibi"
olduğumu söylediğini hatırlıyorum, ama bana haz veren şey su, yıkanmak,
sıcaklık gibi şeylerdi.
Bütün bu deneyimlerimi irkiltici, utandırıcı yapan şey gövdemin bu tepkisini
denetleyemeyişim değildi yalnızca. Daha kötüsü sertleşme denen şeyin yalnızca
benim başıma gelen bir tuhaflık olduğunu sanıyordum. Ancak altı-yedi yıl sonra,
ortaokulda, kızlarla erkeklerin ayrı olduğu bir sınıfa düştüğümde "benimki
kalktı" türünden çocuk sohbetlerine kulak verdiğimde sertleşmenin yalnız bana
özgü bir şey olmadığını anladım.
Sertleşmenin ve kötülüğün yalnızca bana özgü olduğu korkusundan, içimdeki
"kötülüğü" saklamam gerektiği sonucunu çıkardım. Bu da bana kimsenin
erişemeyeceği dışa kapalı bir ikinci dünyada yaşama alışkanlığını kazandırdı.
Çok da sık olmayan sertleşmenin dışında, içimdeki kötülüğün asıl kaynağının
uygunsuz hayaller kurmak olduğunu hissediyor, müze dairelerin odalarında
yaşarken, çoğu zaman düpedüz sıkıntıdan, başka bir yerde yaşadığımı, başka biri
olduğumu düşlüyordum. Kafamın içinde bir sır gibi sakladığım bu ikinci dünyaya
kaçmak çok kolay bir şeydi: Babaannemin salonunda otururken mesela bir
denizaltıda olduğumu düşlemeye başlayıverirdim.
O günlerde hayatımda ilk defa sinemaya götürülmüş, Denizler Altında Yirmi Bin
Fersah adıyla sessizlikleri beni korkutan bir Jules Verne uyarlamasını
Beyoğlu'nda, toz kokulu Saray Sineması'nda seyretmiştim. Siyah-beyaz filmin
yarı karanlık sahneleri, kameranın bir türlü dışına çıkamadığı gölgeli iç
mekanları zaten bizim evi hatırlatıyordu. Daha altyazıları okuyamadığım için
pek çok şeyi kaçırmıştım, ama ağabeyimin resimli romanlarını da böyle
okumuyor muydum? Çıkaramadığım yerleri hayal gücümle uydurmak çok
kolaydı. (Benim için kitap okurken hala önemli olan anlamaktan çok, okuduğum
şeye uygun düşler kurmaktır.) Kendimin de bir ucundan seçerek ve bilinçle bir
rüyaya girer gibi ayarladığım bu düşler "sertleşme" gibi, benim elimde olmayan
uzantılar değil, benim kolaylıkla denetleyebildiğim alemlerdi.
Büyük avizenin altındaki tablası geniş, sedef kakmalı, oymalı masayı, neredeyse
Barok diyebileceğim işleme ve süslerini hayal gücümde bir anda siler ve orasının
"okuduğum" resimli romandaki büyük bir dağ olduğunu hayal eder, tıpkı bu
büyük ve tuhaf dağ gibi orada da ayrı bir medeniyet olduğunu düşlerdim. Derken
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 59 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 1 страница | | | Orhan Pamuk 3 страница |