Читайте также: |
|
odadaki bütün eşyaları birer dağ gibi görür, aralarında uçan bir tayyare olur, hızlanırdım.
"Bacaklarını sallama öyle, başım dönüyor," derdi karşımda oturan babaannem.
Sallamazdım, ama hayalimdeki tayyare babaannemin elindeki Gelincik
sigarasının ciğerlerine çekmeden salıverdiği dumanına dalıp kaybolur, bakışım
halılardaki biçimler arasında bundan önce teşhis ve keşfettiğim çeşit çeşit
tavşanlar, yapraklar, yılanlar ve aslanlar içindeki ormana bir girer, oradan
resimli romanlardan çıkma bir maceraya dalar, bir yangın çıkartır, birkaç kişiyi
öldürür, ata biner, ağabeyimin bilyalarını o okuldayken nasıl dağıttığımı
hatırlar, aklımın bir köşesi apartmanın seslerine açık olduğu için kapıcı Ismail'in
bizim kata gittiğini asansörün kapısının çarpışından anlar, derken yarı çıplak
kızılderililer arasında yeni bir maceraya sürüklenirdim.
Evleri yakmaktan, yanan evin içindeki insanlara kurşun yağdırmaktan ya da
yanan evin içindeyken bir tünel kazıp kurtulduğumu düşünmekten, sigara kokan
tül perdeyle pencere camı arasına sıkıştırdığım bir sineği yavaş yavaş ezip
öldürmekten, can çekişen sinek kaloriferin üzerindeki delikli tahtaya düşerken
onun cezasını bulan bir haydut olduğunu düşlemekten hoşlanırdım. Kırk beş
yaşıma kadar uykuyla uyanıklık arasındaki o tatlı bölgede, bunu düşünmenin
bana iyi geleceğini bildiğim için hep birilerini öldürdüm. Bir kısmı yakın akraba,
hatta ağabeyim gibi iyice yakın kişiler, bir kısmı siyasetçi, edebiyatçı, bir kısmı
esnaf, çoğu da zaten hayali bu kişilerden özür dilerim.
Kedileri aşkla, dostlukla sevip, bir inançsızlık, umutsuzluk ve boşluk anında
kimse görmeden onlara bir tane çakıp güldüğüm, sonra utandığım, içimin kediye
şefkatle dolduğu da çok oldu. Yirmi beş yıl sonra askerdeyken öğle yemeğinden
sonra bütün bölük sigara içip dedikodu ederken sandalyelere oturan ve uzaktan
hepsi birbirine benzeyen yedi yüz elli erin hepsinin kafasının boyunlarından kopuk olduğunu,
kanlı yemek borularının, sigara dumanının tatlı ve saydam bir
maviye boyadığı büyük kantinde yavaş yavaş sallandıklarını hayal ederdim ki,
"Bacaklarını sallama oğlum, yeter ben yoruldum," derdi asker arkadaşlardan biri.
Çocukken tıpkı sertleşme gibi sır olarak sakladığım, sakladıkça da zararsızlığına
inandığım bu ikinci dünyanın varlığından bir tek babam haberdarmış gibi gözükürdü.
Bir öfke ve heyecan anında tek gözünü kopardığım ya da karnındaki delikten
biraz daha saman çekip zayıflattığım ayıcığımı düşünürken ya da aşırı sevgi ve
heyecandan iki kere kırdığım için üçüncü kere alınan bir oyuncağı (kafasındaki
düğmeye bir vurunca tekme atan parmak büyüklüğündeki futbolcu) üçüncü kere
kırdıktan sonra, yaralı gövdesini sakladığım yerde belki can çekiştiğini hayal
ederken ya da bizim kattaki hizmetçi Esma Hanım'ın Allah'tan söz ederkenki
inancıyla bitişikteki damda gezindiklerini iddia ettiği sansarları korka korka
düşünürken birden, babam, "Aklında ne var, söyle, sana yirmi beş kuruş," derdi.
Aklımdakini söylemenin ya da biraz değiştirip söylemenin ya da bir yalan
atmanın kararsızlığıyla ben sessiz kalınca, gülümseyerek eklerdi:
"Geçti artık, hemen söyleyecektin."
Babam da bu ikinci dünyada yaşıyor olabilir miydi? "Hayal kurmak" sözüyle
çoktan meşrulaştırılmış olduğunu ancak yıllar sonra anlayacağım o işi o
sıralarda yalnızca benim kafamın bir tuhaflığı diye düşünmem ne kadar
doğruydu? Aklım yalnızca babamın söylediği şeyin telaşına kapıldığı için değil,
huzursuz edici şeyleri, iyi niyetle unutma yeteneğim olduğu için de bu soruyu
kendime sormadan geçiştirirdim.
Hayal kurmayı yalnızca kendi tuhaflığım diye algılayıp aklımdan geçenleri
saklamamın bir başka nedeni de bu ikinci dünyanın bana hiçbir geri dönüş
zorluğu çıkarmamasıydı. Babaannemle karşılıklı otururken, perdeler arasından
odanın içine tıpkı geceleri Boğaz vapurlarının meraklı projektör ışıkları gibi
vuran güneş ışığına gözlerimi dikip kirpiklerimi kırpıştırırsam, nasıl bir anda gözümün önünden
tam istediğim gibi kırmızı uzay gemileri geçmeye başlarsa, aynı
şekilde istediğim hayali, istediğim gibi kurar, sonra odadan çıkarken lambayı
kapatan biri gibi ("ışıkları söndür", çocukluğumda en çok duyduğum sözlerden
biridir) hayali kapatıp huzurla normal dünyaya geri dönebilirdim.
Napolyon olduğunu sürekli düşlemekten hoşlanan adamla, kendini Napolyon
sanan adam arasındaki fark, mutlu hayalci ile mutsuz şizofren arasındaki
farktır. Bir başka dünya hayal etmeden, bir başka kimliğe bürünmeden
yaşayamayan "şizofrenik" kişiyi çok iyi anlarım ama ikinci aleme esir olduğu,
geri dönebileceği mutlu ve sağlam bir "asıl" dünyası olmadığı için şizofrenlere
acır ve onları (gizlice) küçümserim. Beni ikinci aleme koşturan ya da Istanbul'da
bir başka evde bir başka Orhan olduğunu, onun yerine geçebileceğimi bana
düşündürten şey, hayatın, müze evin salon ve koridorlarının, halıların
(halılardan nefret ederim) ve matematikle bulmacaya meraklı pozitivist erkekler
kalabalığının çok sıkıcı olması, maneviyatsızlık, sevgisizlik, resimsizlik ve
edebiyatsızlık (masalsızlık) belirtilerinin fazla olması (yaşlandıkça bunu inkar ettiler) ve
evin tıkış tıkış eşya dolu, karanlık ve kasvetli bir yer olmasıydı, kendi mutsuzluğum değil.
Çünkü çocukluğumda, özellikle okula başlamadan önceki iki yıl boyunca kendimi
çok mutlu hissederdim. Alaycılıkla söyleyeyim: Yalnız aile içinde, eş dost
arasında değil, herkes tarafından çok "şirin", "sevimli" bulunan, bol bol öpülüp
kucaktan kucağa gezen, akıllı, uslu bir çocuktum. Öpücükler, övgüler, tatlı sözler
ve manavın bedava verdiği elmayla ("yıkamadan yeme" derdi hemen annem),
kurukahvecinin hediye ettiği kuru incir ("yemekten sonra yersin" derdi annem,
adama kibar bir gülümseme yollarken) ve sokakta rastladığımız hısım teyzenin
verdiği şeker ("teşekkür et" derdi annem) başka pek çok şey gibi bana aklandaki
ikinci alemin korkunçluğunu, tuhaflığını, uygunsuzluğunu kendime saklamam
gerektiğini hissettiriyordu.
Çocukluktan şikayetim duvarların ötesini görememek, pencereden bakınca
sokağı, hatta karşı apartmanı değil, yalnızca gökyüzünü seyredebilmek,
karakolun hemen karşısındaki pis kokulu kasaba (bir süre sonra pis kokusunu
unutur, ama serin sokağa çıkınca gene hatırlardım) annemle gittiğimizde,
adamın her biri bacağım uzunluğundaki bıçaklarıyla tahta tezgahın üzerinde eti
kesişini seyredememek, dondurma kutularının içlerini, tezgahların, masaların
üzerlerini görememek ve asansörün ve kapının düğmelerine uzanamamakla ilgiliydi.
Sokakta bir küçük trafik kazası olduğunda ya da birdenbire atlı polislerin
geçtiğini gördüğümde, bir yetişkin önümde durur, olup bitenin yarısını
kaçırırdım. Babamın çok erken yaşta bizi götürdüğü futbol maçlarında, tehlikeli
bir pozisyon birden belirince önümüzdeki sıradaki herkes bir anda ayağa kalkar,
gollerin nasıl atıldığını göremezdim. Ama maçlarda dikkatim topta değil,
babamın bize aldığı peynirli pidelerde, kaşarlı tostlarda, yaldızlı kağıda sarılmış
çikolatalarda olduğu için ağabeyim kadar dertlenmezdim bundan.
En nefret ettiğim şey, maç çıkışlarında, birbirlerini ite ite ilerleyen tıkış tıkış
erkekler kalabalığının bacakları arasında sıkışıp hapsolmak, burada nefes
alamazken bütün dünyayı, buruşuk pantolonlar ve çamurlu ayakkabılardan
yapılmış karanlık ve havasız bir erkek bacakları ormanı olarak görmekti. Annem
gibi güzel kadınlar dışında, yetişkinleri öyle çok fazla sevdiğimi de söyleyemem.
Çirkin, kıllı ve kabaydılar.
Fazla hantal, fazla ağır ve fazla gerçekçiydiler. Dünyanın içinde gizli bir ikinci
dünya olduğunu bir zamanlar görmüşler, ama hayret etme ve hayal etme
yeteneklerini kaybetmişlerdi. Beni sevimli bulmaları, ne kadar şirin olduğumu
hep söylemeleri, beni görünce tatlılıkla gülümsemeleri, beni hediyelerle
şımartmaları hoşuma giderdi ama ikide bir öpmelerinden rahatsız olurdum. Nefeslerindeki
sigara ya da ağır parfüm kokusu beni iter, yüzlerindeki tüyler, sakallar batardı.
Erkeklerin parmaklarının üst kısmındaki, boyunlarındaki tüylerden ve
kulaklarından, burunlarının içinden fışkıran kıllardan hoşlanmaz, onların daha
kötü, daha bayağı yaratıklar olduğunu düşünürdüm. Bütün bu şikayetler konuyu
ev dışındaki hayata, sokaklara ve Istanbul'a getiriyor.
YIKILAN PAŞA KONAKLARININ HÜZNÜ: SOKAKLARIN KEŞFI
Pamuk Apartmanı, Nişantaşı'nda, bir zamanlar büyük bir paşa konağının
bahçesi olan geniş arazinin kenarına inşa edilmişti. Nişantaşı semti adını, on
sekizinci yüzyılın sonuyla on dokuzuncu yüzyılın başında reformcu ve
Batılılaşmacı padişahların (III. Selim, II. Mahmut) spor olsun, keyif olsun diye
boş tepelere nişanladıkları okların düştüğü, bazan da tüfekle vurdukları boş
testilerin kırıldığı yeri işaretlemek için dikilen (üzerinde de olayı anlatan bir iki
mısra yazılan) taşlardan alıyordu.
Osmanlı padişahları Batılı konfor, değişiklik fikri ve verem korkusuyla Topkapı
Sarayı'nı terkedip Dolmabahçe ve Yıldız'a yaptırdıkları yeni saraylara yerleşince,
buralara yakın olan Nişantaşı tepesinde vezirler, başvezirler, şehzadeler büyük
ahşap konaklar inşa ettirdiler. Ilkokula Şehzade Yusuf Izzeddin Paşa Konağı'nda
(Işık Lisesi) başlamış, Sadrazam Halil Rıfat Paşa Konağı'nda (Şişli Terakki)
devam etmiştim. Bu iki konak da ben oralarda okurken, bahçede futbol oynarken
yanıp yıkıldılar. Karşımızdaki apartman Mabeyinci Faik Bey Konağı'nın
yıkıntıları üzerine yapılmıştı. Çevredeki sağlam tek eski konak, on dokuzuncu
yüzyılın sonunda yapılan, bir zamanların başvezirlerinin oturduğu ve Osmanlı
Devleti yıkılıp, başkent Ankara'ya taşınınca da valilere kısmet olan kagir yapıydı.
Çiçek aşısı olmak için bir başka Osmanlı paşasının artık kaymakamlık olarak
kullanılan konağına giderdim. Bir zamanlar Osmanlı Devleti'nin Batılı misafirlerinin
ağırlandığı hariciye konağı, Abdülhamit'in kızlarının konakları ya da
yanık, yıkık konak kalıntıları -tuğla duvarlar, cam kırıkları, bir iki devrik
merdiven basamağı ve eğreltiotlarıyla incir ağaçlarından oluşan ve bende hala
derin bir hüzün ve çocukluk fikri uyandıran bir kıvam- apartman binaları
tarafından daha bütünüyle yok edilmemişti.
Teşvikiye Caddesi üzerindeki bizim apartmanın arka pencerelerinin baktığı
bahçedeki servi ve ıhlamur ağaçlarının arasında yıkıntıları duran konak 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kısa bir süre başvezirlik yapan Tunuslu Hayrettin
Paşa tarafından yaptırılmıştı. Kafkas doğumlu bir Çerkez olan paşa, Flaubert'in
"Istanbul'a yerleşip kendime bir köle satın almak isterim" diye yazmasından on
yıl önce, 1830'larda çocukken bir köle olarak Istanbul'a, oradan da Tunus
Valisi'ne satılmış, gençliğini Fransa'da geçirip Arap dili ve kültürüyle büyümüş,
Tunus'ta orduya katılıp hızla yükselmiş, komutanlık, valilik, diplomatlık, mali
uzmanlık gibi en üst düzey görevlerde bulunup hayatının sonunda Paris'e
yerleşmişti.
Paşayı, altmış yaşına doğru Abdülhamit, (gene Tunuslu olan Şeyh Zafiri'nin
tavsiyesi ile) Istanbul'a çağırmış, kısa süre mali işlerin başında tuttuktan sonra
başvezir yapmıştı. Borç içindeki ülkeyi kurtarsın diye artık bir parçası olduğu bir
Batı ülkesinden reform hayalleriyle çağrılan kurtarıcı maliyeci-yöneticilerin
Türkiye'deki (ve fakir ülkelerdeki) ilk büyük örneklerinden olan paşaya -tıpkı
daha sonraki benzerleri gibi yeterince Osmanlı, yerli, Türk olmadığı, artık bir
Batılı kafasına sahip olduğu için- büyük umutlar bağlandı ve aynı nedenlerle de -
yani yeterince Türk ve yerli olmadığı için de- yerin dibine batırıldı. Dedikodulara
göre Tunuslu Hayrettin Paşa saraydaki görüşmeleri dönüşte bindiği at
arabasında Arapça not ediyor, sonra Fransız katibine Fransızca yazdırıyordu.
Muhaliflerinin çıkardığı yeterince Türkçe bilmediği söylentileri ve gizli amacının
bir Arap devleti kurmak olduğu yolundaki bir jurnal üzerine (Abdülhamit
gerçeklik payı düşük olduğunu hissettiği ihbarları da ciddiye alırdı)
başvezirlikten uzaklaştırıldı.
Gözden düşmüş bir Osmanlı sadrazamının çok sevdiği Fransa'ya dönmesi
sakıncalı olduğundan, hayatının geri kalanında, kışın daha sonra bizim
bahçesine bir apartman dikeceğimiz konakta, yazın Boğaz kıyısında,
Kuruçeşme'deki yalısında hüzünle yarı hapis hayatı geçirip, Abdülhamit'e
raporlar yazıp Fransızca hatıralarını kaleme aldı. Türkçesi ancak seksen yıl
sonra yayımlanan ve paşada mizah duygusundan çok, görev duygusu olduğunu
kanıtlayan bu hatıraları oğullarına ithaf etti. Yirmi yıl sonra, bu oğullardan biri,
Mahmut Şevket Paşa'ya yapılan suikaste karıştığı gerekçesiyle idam edildiğinde
konak zaten Abdülhamit tarafından çoktan satın alınıp kızı Şadiye Sultan'a
hediye edilmişti bile.
Her biri deli bir şehzade, afyonkeş bir saraylı, tavan arasına kilitlenen bir evlat,
ihanete uğramış bir padişah kızı, sürgüne yollanmış ya da vurulmuş bir paşanın
hikayesiyle ve Osmanlı Devleti'nin çürüyüp, dağılıp gitmesiyle aklımızda
özdeşleşen bu yanık ve yıkık konaklar bizim apartmanda sessizlikle geçiştirilirdi.
Bizler Nişantaşı'na, 1930'larda, bütün bu Osmanlı paşaları, şehzadeleri, yüksek
memurları Cumhuriyet'le birlikte tasfiye edildikten sonra ve saray yavrusu
konaklar bakımsızlıktan boşalmaya, yanıp yıkılmaya başladığı zamanlarda gelmiştik.
Öte yandan bu ölen kültürün, batan imparatorluğun hüznü her yerdeydi.
Batılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan
keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir
bana: Tıpkı birden oluveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için
elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi. Yerine
güçlü, kuvvetli, yeni bir şey, Batılı ya da yerli, modern bir dünya kurulamadığı
için bütün bu çaba daha çok geçmişi unutmaya yaradı; konakların yakılıp
yıkılmasına, kültürün basitleştirilip güdükleştirilmesine, ev içlerinin
yaşanmamış bir kültürün müzeleri gibi düzenlenmesine yol açtı. Yıllar sonra ağır
ağır benim içime işleyecek bütün bu tuhaflığı ve hüznü, çocukluğumda bir sıkıntı
ve kasvet olarak yaşadım. Şehrin içine gömüldüğü ve bir türlü çıkamadığı hüzün
duygusu, tıpkı babaannemin farkında olmadan terliğinin ucuyla tempo tuttuğu
"Alaturka" müziği dinlerken kimi zaman hissettiğim gibi, ölümcül bir sıkıntıya
kapılmak istemiyorsam hayal kurmam gerektiğini hatırlatırdı bana.
Hüzün ve sıkıntıya kapılmadan yaşamanın bir ikinci yolu da, annemle sokaklara
çıkmaktı. Çocukları parklara, bahçelere, hava alsınlar diye bir yerlere götürmek
gibi bir alışkanlık olmadığı için, sokağa çıkarıldığım bu günlerin benim için özel
bir önemi olurdu. "Yarın ben sokağa çıkacağım!" derdim halamın benden üç yaş
küçük oğluna, gururla. Yuvarlak merdivenlerden döne döne inilir, büyük bir
çoğunluğu yeraltında olan kapıcı dairesinin, kapıya bakan (eve giren çıkanlar
denetlensin diye) küçük penceresinin önünde kılık kıyafetim, düğmelerim son bir
kere daha gözden geçirilir ve sokağa çıkınca da, "sokak!" diye mırıldanırdım hayranlıkla.
Güneş, temiz hava, ışık. Ev bazan o kadar karanlık olurdu ki, yaz günü perdeler
açıldığında olduğu gibi, sokağa çıkınca ışıktan gözlerim kamaşırdı. Ilk anda
kaldırımlarda yürümek çok hoşuma giderdi. Annem elimi tutarken dükkan
vitrinlerine dikkatle bakardım: Çiçekçinin buğulanmış camları arkasındaki
siklamenleri uzun burunlu renkli kurtlara benzetir, ayakkabıcının vitrinindeki
uçan topuklu ayakkabının gizli iplerini izler, kırtasiyecinin vitrininde
ağabeyimin Sınıf Bilgisi ders kitabının aynısının sergilendiğini görünce
sokakların verdiği ilk bilginin, başkalarının da bizim apartmandakine benzer
hayatları olduğuna ilişkin bir ipucu olduğunu sezerdim. Ağabeyimin gittiği ve
benim de bir sene sonra başlayacağım ilkokul, herkesin cenazesinin kalktığı
Teşvikiye Camii'ne bitişikti.
Ağabeyim evde "Öğretmenim, öğretmenim" diye hevesle sözünü ettiği için, tıpkı
insanın bir dadısı olması gibi, her öğrencinin de bir kişisel öğretmeni var
sanıyordum. Ertesi yıl aynı okula başladığımda tıkış tıkış bir sınıfta otuz iki
kişiye bir öğretmen düştüğünü görmek evin rahatlığından ve annemden uzak
kalmanın hüznüne, kalabalık içinde bir virgül olmanın hayal kırıklığını da
eklemişti. Arada bir uğradığımız ve tıpkı çiçekçi gibi buhar kokan bir başka yer,
babamın gömleklerinin kolalanıp ütülendiği kolacıydı. Annem Iş Bankası'na
girince, nedenini önce hiç söylemedim ama altı basamak merdiveni çıkıp vezneye
onun yanına gidemezdim, çünkü ahşap basamaklar arasındaki boşluklardan
kayıp düşü vereceğim takılırdı aklıma.
"Niye gelmiyorsun buraya?" diye seslenirdi annem yukarıdan, vezne kuyruğunda
beklerken. Cevap vermez, derdini anlatamama ve tuhaf bulunma telaşıyla bir
süre kendimi bir başkası sanır, annemi arada bir yoklayarak hayaller arasında
dolanırdım: Burası bir saraydı ya da bir kuyunun dibi... Osmanbey, Harbiye
tarafına yürümüşsek, köşedeki Mobil benzincinin bütün bir apartmanın yan
cephesini kaplayan uçan atı bu hayallere karışırdı. Atların, kurtların, korkunç
yaratıkların ağızları, burunları aklımda kalır, oradaki bir delikten düşüp
kaybolacağımı sanırdım.
Bir yandan naylon çorap yamayan, bir yandan düğme, kemer satan yaşlıca bir
Rum kadın vardı, lake bir çekmeceden mücevher gibi tek tek çıkardığı "köy
yumurtaları"nı çok özel şeylermiş gibi satardı. Onun dükkanındaki küçük akvaryumda
ağır ağır salınan kırmızı balıklar cama yasladığım parmağımı yemek için
küçük ama korkutucu ağızlarını kararlılık ve hoşuma giden bir aptallıkla
oynatırlardı. Yol boyunca uğradığımız bir başka dükkan Yakup ile Vasü'in
işlettikleri küçük tütüncü, dergici ve kırtasiyeci dükkanıydı, ama o kadar
küçüktü ki burası çoğu zaman içeri giremez, sıkışırdık.
Tıpkı bir zamanlar Latin Amerika'da Araplara "Türk" denildiği gibi, Istanbul'da
bir avuç zenciye "Arap" dendiği için "Arabın dükkanı" diye anılan
kurukahvecinin dükkanındaki kayışlı koskoca kahve öğütme makinesi,
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 54 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 2 страница | | | Orhan Pamuk 4 страница |