Читайте также: |
|
gürültüyle tıpkı evdeki çamaşır makinesi gibi sarsıla sarsıla çalışmaya
başlayınca biraz uzaklaşır, "Arap" m da korkaklığıma sevgiyle gülümsediğini
hissederdim. Daha sonraki yıllarda her biri modalar, geçici heyecanlar ile tek tek
kapanan, yerine başkaları açılıp yeniden kapanan bu dükkanların kırk yıllık
tarihini, ağabeyimle geçmişe özlemden çok hafıza temrini yapar gibi sayıp
dökerdik: Akşam Kız Lisesi'nin karşısındaki dükkan derdi mesela birimiz: 1 Rum
madamın pastanesi, 2 çiçekçi, 3 çantacı, 4 saatçi, 5 bir ara spor toto bayisi oldu, 6
resim galerisi ve kitapçı, 7 eczane.
Elli yıldır aynı yerde duran Alaaddin'in küçük tütüncü-oyuncakçı-gazeteci-
kırtasiyeci dükkanının mağaraya benzer karanlığına girmeden önce planladığım
gibi, annemden bana bir düdük ya da birkaç bilya ya da bir boyama kitabı ya da
yoyo almasını isterdim. Hediye annemin çantasına girer girmez eve dönme isteği
içimde kıpırdanmaya başlardı.
"Parka kadar yürüyelim," derdi annem.
Birdenbire bacaklarımda, bütün gövdemde tuhaf bir ağrı başlar, isteksizlik
gövdemden ruhuma yayılırdı. Yıllar sonra aynı yaşlardaki kızımı aynı
sokaklarda yürüyüşe çıkardıktan ve onun da aynı şikayetleri ettiğini işittikten ve
bir doktorla da konuştuktan sonra, irsi yorgunluk ve sıkıntının bacaklardaki
büyüme ağrısıyla sıradan yorgunluk arası bir şey olduğuna kendimi inandırmaya
çalışmıştım. Yorgunluk ve sıkıntı içime iyice yerleşmeye başlayınca bütün
sokaklar, artık bakmak istemediğim vitrinler yavaş yavaş rengini kaybeder,
şehri siyah-beyaz bir yer olarak görmeye başlardım.
"Anne, kucak,"
"Maçka'ya kadar yürüyelim," derdi annem, "tramvaya bineriz."
1914'ten beri bizim sokaktan geçen, Maçka'yı, Nişantaşı'nı Taksim Meydanı'na,
Tünel'e, Galata Köprüsü'ne şehrin bana o zamanlar başka bir ülke gibi gelen
yoksul, eskimiş ve tarihi köşelerine ulaştıran tramvayı severdim. Erkenden
yattığım geceler kulağıma hüzünlü bir müzik gibi gelen iniltisini, ahşap kaplı
içini, şoför "mahalli" ile yolcu koltukları arasındaki sürgülü kapının çivit mavisi
camını ve son durakta, biz annemle kalkış saatini beklerken, demir
manivelalarla oynamama izin veren sürücüsünü... Dönüş yolunda, sokaklar,
apartmanlar, hatta ağaçlar bile siyah-beyazmış gibi gelirdi bana.
SIYAH-BEYAZ
Çocukluğumun Istanbul'unu siyah-beyaz fotoğraflar gibi, iki renkli, yarı
karanlık, kurşuni bir yer olarak yaşadım ve öyle de hatırlıyorum. Kasvetli bir
müze evin yarı karanlığında büyümeme rağmen ev içlerine düşkün olmamın
bunda payı vardır. Sokaklar, caddeler, uzak mahalleler bana, tıpkı siyah-beyaz
gangster filmlerinde olduğu gibi tehlikeli yerler olarak gözükürdü. Her zaman Istanbul'un
kışını yazından daha çok sevdim. Erken gelen akşamüstlerini,
poyrazda titreyen yapraksız ağaçları, sonbaharı kışa bağlayan günlerde kara
palto ve ceketleriyle yarı karanlık sokaklardan hızlı hızlı evlerine dönen
insanları seyretmeyi severim.
Eski apartmanların, yıkılan ahşap konakların bakımsızlık ve boyasızlıktan özel
bir Istanbul rengine kavuşan duvarları da bende hoşlandığım bir keder ve
seyretme zevki uyandırır. Kış günleri, akşam erken gelen karanlıktan sonra
acele acele evlerine dönen insanların siyah-beyaz renkleri bana bu şehre ait
olduğum, bu insanlarla birşeyler paylaştığım duygusunu verir. Hayatın,
sokakların ve eşyaların yoksulluğunu gecenin karanlığı sanki örtecek ve hepimiz
ev içlerinde, odalarda, yataklarda soluk alıp verirken, Istanbul'un artık çok
uzaklarda kalmış eski zenginliğinden, kaybolmuş yapılarından ve efsanelerinden
yapılmış rüyalarla, hayallerle haşır neşir olacağız gibi hissederim. Soğuk kış
akşamlarının, tenha kenar mahallelere, soluk sokak lambalarına rağmen şiir
gibi inen karanlığını, yabancı, Batılı gözlerin bakışlarından uzakta olduğumuz,
şehrin utançla saklamak istediğimiz yoksulluğunu örttüğü için de severim.
Tenha arka sokaklarda, beton apartmanlarla ahşap evlerin benim
çocukluğumdaki kıvamını gösterdiği (sonra yavaş yavaş ahşap evler yıkıldı ve
bana bir şekilde onların devamı gibi gelen apartmanlar aynı sokakta, aynı yerde,
aynı duyguyu vermeye devam etti), sokak lambalarının soluk ışığı hiçbir şeyi
aydınlatmadığı ve Istanbul'u benim için Istanbul yapan "akşamüstü siyah-beyaz"
duygusunu çok iyi yansıttığı için Ara Güler'in bu fotoğrafı bazan aklıma gelir.
Benim çocukluk yıllarımdan kalan parke taşları, arnavutkaldırımları,
pencerelerin demir korkulukları, içleri boşalmış, kırılganlaşmış ahşap evler
kadar beni bu fotoğrafa bağlayan şey, akşamın daha tam inmemiş olmasına
rağmen sokakta geç saatin yaşanması ve peşlerinde gölgeleri bu iki insanın
evlerine dönerlerken sanki kendileriyle birlikte şehre geceyi de getirmeleridir.
1950'lerde, 60'larda şehrin her köşesinde bir kenara park etmiş bir film şirketi
minibüsü, jeneratörle çalıştırılan iki iri lamba, rollerini ezberleyemeyen aşırı
boyalı kadınla yakışıklı jöne yardım ederken jeneratörün gürültüsünü bastırmak
için bütün gücüyle bağıran bir "suflör" (fısıldayan adamın Fransızcası) ve onları
seyreden meraklı kalabalık ve çocukları tekme tokat girişerek kameranın görüş
alanından uzaklaştıran set işçilerinden ibaret küçük "film ekipleriyle" karşılaşır,
ben de herkes gibi olanlara uzun uzun bakardım. Kırk yıl sonra Türk film
sanayii daha çok kendi senarist, oyuncu ve yapımcılarının beceriksizliği
yüzünden, biraz da taklit etmeye paralarının yetmediği Hollywood'un gücüyle
çökünce televizyonlarda hepsi yeniden gösterilen bu siyah-beyaz filmlerdeki
sokak sahnelerini, eski bahçeleri, Boğaz kıyılarını, yıkılmış konak ve
apartmanları, tam onları yaşadığım ve hatırladığım gibi siyah-beyaz olarak
görünce, kimi zaman seyrettiğim şeyin film değil hatıralarım olduğu duygusuna
kapılır, bir an hüzünden sersemlerdim.
Şehrin bu siyah-beyaz dokusunun ayrılmaz bir parçası, bu eski filmlerde her
görüşümde beni heyecanlandıran sokaklardaki parke taşlarıdır. Kendimi
Istanbul sokaklarının izlenimci ressamı olarak hayal ettiğim on beş-on altı
yaşlarımda parke taşlarını tek tek çizmekten bir acı çekme zevki alırdım.
Üzerleri gayretkeş belediyelerce acımasızca asfaltla örtülmeden önce, arabalarını
çok çabuk yıprattığı gerekçesiyle dolmuş ve taksi şoförleri parke yollardan
sürekli şikayet ederlerdi.
Dolmuş şoförlerinin müşterilerine sürekli dert yandığı bir başka şey de tabii ki
kanalizasyon, elektrik vs. tamiri yüzünden yolların sürekli kazılıp açılmasıydı.
Bu Kir bir tamirat için parke taşlarının tek tek sökülmesini izlemekten ve daha
çok da hiç bitmeyecek sanılan bir kazı -bazan bir Bizans dehliziyle karşılaşılırdı-
en sonunda tamamlanınca, işçilerin parke taşlarını bana sihirli gelen bir el
hüneriyle bir halı gibi döşeyişlerini seyretmekten çok hoşlanırdım.
Şehri benim için siyah-beyaz yapan bir başka şey, çocukluğumun ahşap
konakları, konak denemeyecek, ama büyük ve yıkıntı halindeki eski ahşap
evleriydi. Yoksulluk ve ihmal yüzünden bu evlerin hiçbiri boyanmadığı,
soğuktan, nemden, kirden ve eskilikten ahşapları yavaş yavaş karardığı,
siyahlaştığı için ortaya çıkan o özel renk ve dokuyu, siyahla beyazın bu iç
karartıcı, ama korkutucu bir şekilde güzel rengini taşıyan pek çok ahşap evi arka
mahallelerde yanyana gördüğüm için, çocukken bu yapıların ilk renklerinin de
böyle olduğunu zannederdim. Belki en yoksul sokaklarda, yapıldıktan sonra hiç
boyanmayan birkaç tanesi, bu siyahla beyaz arası, yer yer kahverengiye çalan
rengi ta baştan beri taşıyorlardı.
Ama Istanbul'a on dokuzuncu yüzyılın ortasında ya da daha önce gelmiş Batılı
gezginlerin yazdıkları, özellikle zengin konaklarının renklerinin ve pırıl pırıl
havasının şehre güçlü, doymuş, zengin bir güzellik verdiğine tanıklık eder. Ben
de, bazan çocukluğumda, bütün bu ahşap binalar boyansa, gibi hayaller
kurardım, ama kararmış eski ahşabın bu çok özel dokusunu, havasını şehirden
ve hayatımdan çekip gittikten sonra kederle özledim. Yaz günleri kupkuru
kesilip koyu bir kahverengiye çalan ya da tebeşir gibi mat bir dokuya bürünen ve
çıtır çıtır gevrekliğinden bir anda çıra gibi yanıp tutuşabileceği hissedilen bu eski
evlerin ahşabı, kışları uzun süren soğuklardan, kardan ve yağmurlardan sonra
kendine özgü bir nem, küf ve tahta kokardı.
Cumhuriyet'in yasaları yüzünden içlerinde herhangi bir dini faaliyet
yapılmayan, çoğu boşaltılmış olan ve yıllardır azgın çocuklar, hortlaklar ve eski
eser arayanlardan başka kimsenin girmediği ahşap tekke binaları da bende aynı
korku, merak ve çekim karışımı duyguları uyandırır, yarı yıkık bahçe
duvarlarıyla ıslak ağaçlar arasından kırık camları gözüken bu yapılara
ürpererek ve istekle bakardım.
Şehrin bu siyah-beyaz ruhuyla beni hemen başbaşa bıraktığı için, Le Corbusier
gibi meraklı Doğu yolcularının çizdiği kara kalem resimlere bakmaktan,
Istanbul'da geçen elle çizilmiş siyah-beyaz resimli romanları okumaktan zevk
alırım. (Yaratıcısı Herge çizsin diye çocukluğumda uzun yıllar beklediğim
Tenten'in Istanbul macerası hiç çizilmedi, ama ilk Tenten filmi Istanbul'da
çekildi. 1962'de çekilen bu başarısız filmin kimi karelerinin resimleştirilmesiyle
ve diğer Tenten maceralarından kesilmiş karelerin montajıyla, Istanbullu
yaratıcı bir korsan yayımcının ürettiği Tenten Istanbul'da diye siyah-beyaz bir
macera vardır.) Eski gazetelerdeki (hepsi siyah-beyazdı) cinayet, intihar ve
soygun haberlerini de, çocukluğumdaki gibi, bir korkudan çok geçmişe özlem ve
hüzünle okurdum.
Tepebaşı'nın, Cihangir'in, Galata, Fatih ve Zeyrek'in, bazı Boğaz köylerinin,
Üsküdar'ın arka sokakları, anlatmaya çalıştığım bu siyah-beyaz ruhun hala
gezindiği yerlerdir. Sisli, dumanlı sabahlar, yağmurlu, rüzgarlı geceler, cami
kubbelerine yerleşmiş martı sürüleri, hava kirliliği, evlerden sokaklara top
namlusu gibi uzanıp kirli bir dumanı üfleyen soba boruları, paslanmış çöp
tenekeleri, kış günleri boş ve bakımsız kalan parklar ve bahçeler ve kış
akşamları karda çamurda evlerine dönen insanların telaşı içimde bir mutluluk
ve keder gibi kıpırdanan bu siyah-beyaz duygusuna seslenir: Yüzyıllardır
akmayan orası burası kırık eski çeşmeler, kenar mahallelerdeki eski camilerin
ya da artık farkına varılmayan büyük camilerin çevresinde kendiliğinden
oluşuveren derme çatma dükkanlar, siyah önlüklü, beyaz yakalı ilkokul
öğrencilerinin sokaklara bir anda yayılan kalabalığı, kömür yüklü yorgun ve eski
kamyonlar, içleri eskilikten, işsizlik ve tozdan karanlıklaşmış küçük bakkal
dükkanları, kederli işsizlerle dolu küçük mahalle kahvehaneleri, inişli çıkışlı,
eğri büğrü kirli kaldırımlar, bana koyu nefti değil, karaymış gibi gelen servi
ağaçları, tepelere yayılmış eski mezarlıklar, dikine yükselen parke kaplı sokaklar
gibi gözüken yıkık şehir surları, bir süre sonra hepsi bir şekilde birbirine
benzeyen sinema girişleri, muhallebici dükkanları, kaldırımlarda gazete satan
insanlar, gece yarıları sarhoşların gezindiği sokaklar, soluk sokak lambaları,
Boğaz'da aşağı yukarı gezinen şehir hatları vapurları ve bacalarından çıkan
dumanlar ve şehrin kar altındaki manzaraları, bana hep aynı siyah-beyaz ruhun
belirtileriymiş gibi gelir.
Kar çocukluğumun Istanbul'unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz
tatilini bir yolculuğa çıkmayı iple çekerek beklemeleri gibi, ben de çocukluğumda
karın yağmasını beklerdim. Dışarıya sokaklara çıkıp karda oynayacağım için
değil, kar altında şehir bana daha "güzel" gözüktüğü için. Bu güzellikten şehrin
çamurunun, pisliğinin, çatlaklarının ve bakımsız yerlerinin örtülmesindeki
yenilik ya da şaşırtıcılık duygusundan çok, karın şehre getirdiği telaş ve hatta
felaket havasını kastediyorum.
Her sene üç beş gün yağmasına, şehrin bir hafta on gün kar altında kalmasına
rağmen, kar her seferinde Istanbulluları ilk defa yağıyormuş gibi hazırlıksız
yakalar; yollar kesilir, savaş ve felaket zamanlarında olduğu gibi ekmek
fırınlarının önünde hemen kuyruklar oluşur ve en önemlisi bütün şehir aynı
konunun, karın etrafında bir cemaat duygusuyla birleşirdi. Şehir ve insanları
dünyanın geri kalanından iyice koparak kendi dertleriyle içlerine kapandıkları
için karlı kış günlerinde Istanbul hem daha tenhalaşmış, hem de masallardan
çıkma eski günlerine biraz daha yaklaşmış gibi gelirdi bana.
Çocukluğumdan hatırladığım ve şehri birleştiren, yıllar boyunca yeniden
anlatılan bu tür meteorolojik harikalardan biri de Tuna'dan Karadeniz'e akan
buzların kuzeyden aşağı inerek, Boğaz'a girmeleriydi. Bütün Istanbul'u, en
sonunda bir Akdeniz şehri olduğu için hem tuhaflığıyla ürküten, şaşırtan hem de
hiç unutulmayacak bir hatıra olduğu için çocuklar gibi sevindiren bu olay
hakkında yıllar sonra hala hikaye anlatanlar vardı.
Bu siyah-beyaz duygusunun bir yanı elbette şehrin yoksulluğu, tarihi ve güzel
olanın ortaya çıkarılamayıp, eskimiş, solmuş, gözden düşmüş ve bir kenara
itilmiş olmasıyla ilgilidir. Bir başka yanı ise, en gösterişli, debdebeli zamanında
bile Osmanlı mimarisinin alçakgönüllü yalınlığıyla ilgilidir. Bir büyük
imparatorluktan artakalmanın hüznüyle coğrafi olarak hiç uzakta olmayan
Avrupa'ya göre Istanbulluların bir çeşit ezeli yoksulluğa, onulmaz bir hastalığa
yakalanmış gibi mahkыm olmaları da şehrin bu içedönük ruhunu besler.
Şehrin ayrılmaz bir parçası olan hüzün duygusunu vurgulayan ve Istanbullular
tarafından bir kader gibi paylaşıldığı için, yeniden, yeniden üretilen bu siyah-
beyaz havasını daha iyi anlamak için zengin bir Batı şehrinden Istanbul'a uçakla
gelmek ve hemen kalabalık sokaklara dalmak ya da bir kış günü şehrin kalbi
Galata Köprüsü'ne çıkıp kalabalıkların burada nasıl hep rengi farkedilmeyen,
solgun, boz, gölgemsi elbiselerle dolaştığını görmek gerekir. Zengin ve mağrur
atalarının tersine parlak renkleri, kırmızıları, ışıltılı turuncuları, yeşilleri çok
seyrek giyen benim yıllarımın Istanbulluları, dışarıdan gelen yolcuya, ilk başta
gizli bir ahlak gereği, kıyafetlerinin dikkat çekmemesine özen gösteriyorlarmış
gibi gözükür. Böyle bir gizli ahlak yoktur elbette, ama bir alçakgönüllülük
ahlakını öneren yoğun bir hüzün duygusu vardır. Son yüz elli yıldır, şehre ağır
ağır çöken yenilgi ve kayıp duygusu, yoksulluk ve yıkıntı izlerini siyah-beyaz
manzaralardan Istanbulluların kıyafetlerine kadar her şeyde gösterir.
Lamartine'den Nerval'e ya da Mark Twain'e, on dokuzuncu yüzyılda şehre gelen
bütün Batılı gezginlerin aynı heyecanla hakkında yazı yazdığı sokaklardaki
köpek çeteleri de bendeki siyah-beyaz duygusunu, bir gerilimle zenginleştirerek
besler. Her biri birbirine benzeyen ya da hiçbirinin aşırı belirgin bir rengi
olmayan boz, kül rengi, renksiz ya da karmakarışık bir renk yumağı olan ve
şehirde hala aynı özgürlük ve iktidar duygusuyla gezen bu köpekler bütün
Batılılaşma ve modernleşme çabalarına, askeri darbelere, devlet, okul disiplini ve
Batılı belediye anlayış ve söylemlerine rağmen Istanbul'un gizli sinir uçlarında
devlet ve iktidarın gücünden çok, bir beyhudelik, boşvermişlik ve şefkat
duygusunun oradan oraya serseri mayınlar gibi gezindiğini hatırlatır.
Siyah-beyaz duygusunu daha da kalıcı kılan bir başka şey ise, şehrin geçmişinde
kalan muzaffer ve mutlu renklerin şehrin içinden çıkan gözlerce saptanıp ellerce
resmedilemeyişidir. Bugünkü göz zevkimize kolayca seslenebilecek bir Osmanlı
resim sanatı yoktur. Osmanlı resmine ve örnek aldığı klasik Iran resmine göz
zevkimizi alıştıracak, yaklaştıracak bir yazı, bir eser de bugün dünyanın hiçbir
yerinde yok. Iran minyatüründen sınırlı bir heyecanla etkilenen Osmanlı
nakkaşları Istanbul'u (tıpkı Divan şairlerinin şehri gerçek bir yer değil bir kelime
olarak övmeleri, sevmeleri gibi) bir hacim ya da manzara olarak değil, bir yüzey
ve bir harita olarak gördüler (en iyi örnek Matrakçı Nasuh). Surnamelerde
olduğu gibi, dikkatleri padişahın kullarına, loncalarına, aletlerin, hünerlerin ve
eşyaların zenginliğine yöneldiğinde, şehir günlük hayatın yaşandığı bir yer
olarak değil, bir resmi geçit sahnesi ya da sanki bütün film boyunca aynı noktaya
odaklanan bir kameranın görebildiği önemli bir köşe olarak resmedildi.
Böylece, az çok fotoğraf ve kartpostal zevki edinmiş milyonlar için gazetelere,
dergilere, okul kitaplarına Istanbul'un geçmiş manzaraları gerektiğinde Batılı
seyyahların, ressamların siyah-beyazlaştırılan gravürleri kullanıldı. Melling
örneğinde ileride anlatacağım gibi, şehrin en mutlu zamanları, alçakgönüllü guaj
renkleriyle resmedildi resmedilmesine, ama Istanbullular kendi mutlu
geçmişlerini o renklerle bile görme zevkini tadamadılar ve şehirlerini, çok fazla
isyan edilmeyen ve bir kader gibi benimsenen teknik nedenlerle her zaman bir
siyah-beyaz duygusuyla yaşadılar. Bu eksiklik onların hüznüyle tam bir uyum halindeydi.
Çocukluğumda geceler, şehrin yoksullaştıkça içine gömüldüğü karmakarışık ve
yorucu havayı -tıpkı kar gibi- örttüğü, şiirselleştirdiği için güzeldi. Istanbul
gecesi, benim çocukluğumda şehirde yüksek yapılar da az olduğu için evlere,
ağaçların, dalların arasına, yaz sinemalarına, balkonlara, açık kalmış
pencerelere kaba bir yüzey gibi değil, şehrin kıvrım kıvrım yapısına, yokuşlarına,
tepelerine uygun bir zarafetle sokulurdu. Thomas Allom'un bir seyahat kitabı
için 1839'da yapılmış olan bu gravürünü karanlığı esrarlı bir masal unsuru
olarak gösterdiği için severim. Geceyi kör karanlık olmaktan kurtaran dolunayı,
bütün Istanbul'un paylaştığı mehtap kültürünü, daha çok da karanlığın esrarlı
gücünü bir kötülük kaynağı olarak göstermeye yaradığı için, yanmayı ya da bu
resimde olduğu gibi önü bulutlarla kesilerek, tıpkı cinayet işlensin diye kısılan
bir lamba gibi, zayıflatılmış ay ışığını severim.
Gece, şehre bir rüya ve masal havası verdiği, esrarlı bir kötülük kaynağı olduğu
için de Istanbul'un siyah-beyaz ruhunu güçlendirir. Batılı gezginin geceye esrarı
yapan ve örten, şehrin ulaşılamaz tuhaflığını gizleyen ve karanlığıyla yeni
kötülükler işlenmesini sağlayan bir şey olarak bakışıyla, sarayların içerisinde
çevrilen dolap ve kumpasları anlayamayan Istanbullunun bakışı birbirine
benzer. Sarayda katledilmiş bir harem kadınının ya da bir suçlunun cesedinin
saray duvarından Haliç'e açılan bir kapıdan geçirilerek sandalla denize atılması
hem gezginlerin, hem de Istanbulluların sevdiği, tekrarladığı bir hikayedir.
Okuma yazmayı öğrenmemden önceki 1958 yazında işlenen ve gece, sandal,
Boğaz'ın suları gibi her birine ayrı bir bağlılık duyduğum benzeri malzemeyle
kurulmuş Salacak Cinayeti yalnız kafamdaki siyah-beyaz Boğaz suları imgesini
zenginleştirmekle kalmadı, hayatım boyunca korkulu bir hayal olarak içimde hep
yaşadı. Evdeki konuşmalardan ilk duyduğum ve bütün Istanbul'un ve
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 50 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 3 страница | | | Orhan Pamuk 5 страница |