Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 8 страница

Orhan Pamuk 1 страница | Orhan Pamuk 2 страница | Orhan Pamuk 3 страница | Orhan Pamuk 4 страница | Orhan Pamuk 5 страница | Orhan Pamuk 6 страница | Orhan Pamuk 10 страница | Orhan Pamuk 11 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

Teyzemin kocası Şevket Rado, başarısız şairlikle geçen gençlik yıllarından sonra,

gazetecilik ve editörlük yapıyor, o sıralarda Türkiye'nin en çok okunan haftalık

magazin dergisi Hayat'ı çıkarıyordu, ama beş yaşında ne bunlarla ne de

eniştemin bendeki Istanbul fikrinin yerleşmesine yol açan pek çok şairin, yazarın

-Yahya Kemal'le Tanpınar'dan, şehrin dokusunu ve yoksulluğunu yansıtan

Dickens tarzı melodramatik çocuk hikayeleri yazan Kemalettin Tuğcu'ya kadar-

tanıdığı, dostu, iş arkadaşı olmasıyla ilgiliydim. Beni eniştemin yayımladığı ve

okuma yazma öğrendikten sonra teyzemin bize hediye ettiği ve okuya okuya

ezberlediğim yüzlerce çocuk kitabı (Binbir Gece Masalları'ndan seçmeler, Doğan

Kardeş ciltleri, Andersen'den Hikayeler, Keşifler ve Icatlar Ansiklopedisi)

heyecanlandırırdı yalnızca.

Haftada bir kere teyzem beni alır, Nişantaşı'ndaki eve, ağabeyimi görmeye

götürürdü. Ağabeyim, Pamuk Apartmanı'nda kendisinin ne kadar mutlu

olduğunu anlatır, kahvaltıda ançuvez yediklerini, akşamları gülüşüp

oynadıklarını, aile kalabalığı içerisinde özlediğim bütün o şeyleri yaptıklarını,

eniştemle futbol oynadığını, amcamın arabasıyla pazar günü hep birlikte Boğaz'a

gittiklerini, akşamları radyoda spor saatini ve piyesleri hiç kaçırmadan

dinlediklerini ballandırarak anlatırdı. Sonra bana da "Sen gitme, artık burada

kal!" derdi.

 

Cihangir'e dönüş vakti gelince ağabeyimden ve artık kapısı kilitli olduğu için

beni hüzünlendiren bizim daireden uzaklaşmak bana ağır gelirdi. Bir keresinde

ayrılık anında hüngür hüngür ağlayarak kapının yanındaki kalorifer borusuna

elimle bütün gücümle yapıştığımı, herkesin başıma toplanıp tatlılıkla beni

kandırmaya çalışarak ve biraz da zor kullanarak elimi borudan ayırmaya

çalıştığını, yaptığımdan çok utanmama rağmen uçuruma düşmemek için son

anda dala tutunan resimli roman kahramanları gibi boruyu uzun bir süre

bırakmadığımı hatırlıyorum.

Bir eve bağlılık mı? Belki. Çünkü elli yıl sonra hala aynı apartmanda yaşıyorum.

Ev, benim için odaların, eşyaların güzelliğinden çok, kafamdaki dünyanın bir

merkezi olduğu için önemlidir. Ama hüznümün arkasında, anne baba

kavgalarını, babamla amcamın sürekli iflaslarından gelen fakirleşmeyi ve aile içi

büyük mal mülk çatışmalarını dolaylı, karmaşık ve çocuksu bir şekilde sezmek

de vardı. Derdimin bütünüyle ve olgunlukla farkına varmak, onunla

yüzleşebilmek, hakkında doğrudan konuşarak, en azından acıyı açığa çıkarmak

yerine; aklımın tuhaf odak değiştirmeleri, aldatma ve unutma oyunlarıyla onu

esrarlı bir duygu haline getirmiştim.

Bu duygu kafamın içindeki ikinci dünyayla ve suçluluk duygularıyla birleşirdi.

Bu karmaşık hale hüzün diyelim. Tam bir saydamlık anı olmadığı ve bu yüzden

de gerçekliği perdeleyen, onunla daha rahat yaşamamıza yarayan bir şey olduğu

için, soğuk bir kış günü altı harıl harıl yanan bir çaydanlığın pencere camlarında

biriktirdiği buğuya benzetelim bu hüznü. Buğulu camlar bende hüzün

uyandırdığı için de bu örneği seçtim. O camlara bakmayı, sonra yerimden kalkıp

parmağımla cama birşeyler yazıp çizmeyi hala çok severim. Hüzünden söz

etmenin de böyle bir yanı var çünkü. Parmağımla buğulu camın üzerine yaza çize

hem içimdeki hüznü dağıtır, eğlenirim, hem de bütün bu çiziştirmeler, yazmalar

sonunda camı temizleyip dışarıdaki manzarayı görebilirim. Ama manzara da

insana hüzünlü gelir sonunda. Bütün şehrin kaderi gibi gözüken bu duyguyu

biraz anlamamız lazım.

 

HÜZÜN - MELANKOLI - TRISTESSE

Arapça kökenli "hüzün" kelimesi Kuran''da bugün Türkçede kullanılana yakın

bir anlamda iki ayette, ayrıca "hazen" şeklinde üç ayette daha geçiyor. Hazreti

Muhammed'in karısı Hatice ile amcası Ebu Talip'in öldüğü yıl için "senetül hüzn"

(hüzün yılı) denmesi, kelimenin ruhsal tarafı ağır basan bir kayıptan

kaynaklanan bir duyguyu anlattığını kanıtlıyor. Okuduklarım kelimenin bir

kayıpla, onun yarattığı ruhsal acı ve kederle ilgili anlamının daha sonraki

yüzyıllarda Islam tarihinde bir küçük düşünsel çatlamaya yol açtığını, iki temel

görüşün öne çıktığını sezdiriyor.

 

Hüzün dediğim duygunun dünyaya, maddi çıkar ve zevklere fazla bağlanmanın

bir sonucu olduğunu ima eden birinci görüş, "eğer bu geçici dünyaya fazla kafayı

takmasaydın, yani gerçek, iyi bir Müslüman olsaydın zaten bu dünyadan

kaynaklanan kayıplarla fazla ilgilenmezdin" diyor bize. Tasavvuf kaynaklı ikinci

görüş ise kelimenin anlamı ve bu kayıp ve acı duygusunun hayattaki yeri

konusunda daha olumlayıcı ve anlayışlı. Tasavvufi görüşe göre hüzün Allah'a

yeterince yakın olamamaktan, bu dünyada Allah için yeterince bir şey

yapamamaktan ileri gelen bir eksiklik duygusundan kaynaklanıyor. Gerçek bir

tasavvuf yolcusu mal, mülk, hatta ölüm gibi dünyevi dertlere kafayı

takamayacağına göre, ona acı veren yokluk, kayıp ve yetersizlik duygusunun

Allah'a yakınlaşamamak, ruhsal hayatında derinleşememek gibi bir yanı olmalı.

 

Hatta bu nedenlerden, hüznün varlığı değil, yokluğu bir eksikliktir.

Hüzünlenmemeyi bir hüzün nedeni sayarak, yeterince üzülemediği için üzülerek

kendi mantığının sonuna kadar giden bu anlayış, Islam kültüründe hüzne kalıcı

bir itibar verdi. Kelimenin son iki yüzyılda Istanbul kültüründe, günlük hayatta,

şiirde yaygın bir şekilde kullanılması, müzikte bu duygunun hakim olması

elbette bu itibarla ilgili- Ama son yüzyılda Istanbul'un ve içinde yaşayanların

birbirlerine karşılıklı bulaştırdıkları en kuvvetli ve kalıcı duygunun hüzün

olmasını, yalnızca kelimenin tasavvufi itibarıyla açıklamak yetersiz olacak.

 

Son yüz yıllık Istanbul müziğinde hüznün bir ruh hali olarak ağırlıklı yerini ya

da modern Türk şiirinde hüznün hem kalıp kelime olarak (tıpkı Divan şiirindeki

mazmun gibi), hem bir duygu olarak, hem de hayattaki başarısızlık, isteksizlik

ve içe çekilişi anlatan bir kavram olarak merkezi önemini de yalnızca kelimenin

tarihi ve itibarıyla anlamak imkansız. Çocukluğumun Istanbul'unun bende

uyandırdığı yoğun hüzün duygusunun kaynaklarını sezmek için, bir yandan

tarihe, Osmanlı Devleti'nin yıkılışının sonuçlarına, bir yandan da bu tarihin

şehrin "güzel" manzaralarında ve insanlarında yansıyış biçimine bakmak gerek.

Hüzün Istanbul'da hem önemli bir yerel müzik duygusu, şiir için temel bir

kelime, hem hayata bir bakış açısı, bir ruh durumu ve şehri şehir yapan

malzemenin ima ettiği şey. Bütün bu özellikleri aynı anda taşıdığı için de hüzün

şehrin gururla benimsediği ya da benimser gibi yaptığı bir ruh hali. Bu yüzden

de olumsuz olduğu kadar, olumlu bulunan bir duygu.

 

Kelimenin işaret ettiği değişken şeye girmek için hüznü itibarlı ve şiirsel bir

kelime ve duygu olarak değil, bir hastalık olarak görenlerin sözüne dönelim. El

Kindi'ye göre duygu yalnızca bir sevdiğimizin ölümü ya da bir kayıpla ilgili değil,

öfke, aşk, kin, kuruntu gibi hastalıklı pek çok ruh hali ile ilgilidir. Filozof ve tıp

adamı Ibni Sina da konuya böyle geniş bir açıdan baktığından, çaresiz bir

sevdaya tutulan bir gencin hastalığının teşhisi için nabzı sayılırken, tutulduğu

kızın adının söylenmesi gibi hüzün teşhisi yöntemleri önerir.

 

Klasik Islam düşünürlerinin konuya bu yaklaşımı, on yedinci yüzyılın başında

Melankolinin Anatomisi diye bin beş yüz sayfalık tuhaf ama eğlenceli bir kitap

yazan Oxford profesörü Robert Burton'ın düşünceleriyle karşılaştırmayı getiriyor

akla. (Oysa Ibni Sina'nın Fi'l Hüzn adlı eseri, küçük bir risaledir.) Bu karanlık

acının nedeni olarak ölüm korkusu, aşk, yenilgi, fesat alemi, yiyecek içecek gibi

pek çok ve değişken şeyi ansiklopedik bir yaklaşımla sayıp döktükleri ve tedavi

için de aynı geniş yaklaşımla, tıp ile felsefeyi birleştirmeye çalışarak mantık, iş,

musibetlere alışmak, ahlak, disiplin, perhiz gibi değişken çareler önermeleri

yüzünden çok ayrı kültürel dünyaların ürünü oldukları zannedilebilecek bu

metinlerin bir yakınlığı olduğu anlaşılıyor.

 

Hüznün temel bir kaynağı olarak kara sevdanın sayılması ve melankoli

kelimesinin Aristo zamanından kalma kökeni (melania kolekara safra) yalnız

duygunun bu çok bilinen rengini değil, hüzün ve melankoli kelimelerinin de bir

zamanlar (tıpkı bugünkü depresyon kelimesi gibi) çok geniş bir yelpazeye yayılan

kara bir acıya işaret ettiğini gösteriyor. Kelimelerin kullanımındaki temel fark,

kendi de melankolik olmakla gururlanan Burton'un melankoliyi mutlu bir

yalnızlığa yol açtığı, hayal gücünü geliştirdiği için zaman zaman neşeyle

olumlaması ve kara duygunun ister nedeni ister sonucu olsun yalnızlığı bu acının

tam kalbine yerleştirmesiyle ortaya çıkıyor. Oysa hüzün hem tasavvufta (ortak

amaç olan Allah'tan uzak kaldığımız için) hem de onu bir hastalık olarak gören

El Kindi'de, klasik Islam düşüncesinde cemaatin değerleriyle tartılan, cemaate

dönmemize yarayacağı için onaylanan ve sonuç olarak cemaatle, ortak amaçla

çatışan bir şey.

 

Çıkış noktam, buğulu pencerelere bakarken bir çocuğun hissettiği duygu idi.

Şimdi hüznü melankoliden ayıran şeye geliyoruz. Tek bir kişinin duyduğu

melankoliye değil, milyonlarca kişinin ortaklaşa hissettiği o kara duyguya, hüzne

yaklaşıyoruz. Bütün bir şehrin, Istanbul'un hüznünden söz etmeye çalışıyorum.

 

Şehirle içinde yaşayanları birleştiren o benzersiz duyguyu anlamaya çalışmadan

önce, manzara resminin asıl konusunun manzaranın kendisi kadar uyandırdığı

duygu olduğunu hatırlayalım. On dokuzuncu yüzyılın ortasında, özellikle

Romantikler arasında çok tekrarlanan bir düşünceydi bu. Baudelaire, Eugene

Delacroix'nin resimlerinin en dikkati çeken özelliğinin onların melankolisi

olduğunu söylerken Romantiklerin ve daha sonra Dekadanların yaptığı gibi

kelimeyi bütünüyle olumlu bir anlamda bir övgü olarak kullanıyordu.

Baudelaire, Delacroix hakkındaki düşüncelerini 1846'da yazdıktan altı yıl sonra

Istanbul'a gelen yazar ve eleştirmen arkadaşı Theophile Gautier, yıllar sonra

Yahya Kemal ve Tanpınar gibi Istanbul yazarlarını çok etkileyecek

Constantinople adlı kitabında, şehrin bazı manzaralarını aşırı melankolik

bulurken de kelimeyi olumlu anlamda kullanıyordu.

 

Ama şimdi Istanbul'un melankolisinden değil, bu duyguya benzeyen ve gururla

içselleştirilen ve bir cemaat olarak hep birlikte paylaşılan hüzünden söz etmeye

çalışıyorum. Bu, duygunun kendisi ile onu şehre duyuran ortamın birbirine

karıştığı yerleri ve anları görebilmek demek. Erken gelen akşamüstlerinden,

arka mahallelerin sokak lambaları altında ellerinde bir torba evlerine dönen

babalardan söz ediyorum.

 

Ikide bir çıkan bir iktisadi buhrandan sonra dükkanında soğuktan tir tir

titreyerek bütün gün bir müşteri bekleyen yaşlı kitapçılardan, buhrandan sonra

milletin daha az tıraş olduğundan şikayet eden berberlerden, boş iskelelere

bağlanmış eski Boğaz vapurlarını, elinde kova, yıkarken bir gözüyle de uzaktaki

küçük siyah-beyaz televizyonu seyreden ve az sonra gemide uykuya dalacak

gemicilerden, parke kaplı dar yollarda, arabalar arasında futbol oynayan

çocuklardan, ücra otobüs duraklarında aralarında hiç konuşmadan hiç gelmeyen

bir otobüsü bekleyen başörtülü, eli plastik torbalı kadınlardan, eski yalıların boş

kayıkhanelerinden, ağzına kadar işsizlerle dolu çayhanelerden, yaz akşamları

şehrin en büyük meydanında sarhoş bir turist bulurum diye kaldırımları aşağı

yukarı arşınlayan sabırlı pezevenklerden, kış akşamları alelacele vapura yetişen

kalabalıklardan, akşamları eve bir türlü dönmeyen kocalarını beklerken

perdeleri aralayıp sokağa bir bakış atan kadınlardan, cami avlularında küçük

dini risaleler, tespihler, hacı yağları satan takkeli ihtiyarlardan, onbinlerce

apartman binasının hepsi birbirine benzeyen girişlerinden, saray yavrusu bir

konakken her tahtası her adımda gacur gucur inleyen bir belediye binasına

dönüşmüş ahşap yapılardan, boş parkların kırık tahterevallilerinden, siste vapur

düdüklerinden, ta Bizans'tan kalma yıkıntı halindeki şehir surlarından,

akşamüstleri boşalan pazar yerlerinden, harabeye dönmüş eski tekke

binalarından, yüzleri kir, pas, is ve tozla renksizleşmiş onbinlerce apartmandan,

midyeler ve yosunlarla kaplı paslı dubaların üzerinde, yağmur altında hiç

kıpırdamadan duran martılardan, yılın en soğuk gününde tek bir bacasından,

ancak gözükebilen incecik bir duman çıkan yüz yıllık koskoca konaklardan,

Galata Köprüsü'nde balık tutan erkek kalabalıklarından, soğuk kütüphane

salonlarından, sokak fotoğrafçılarından, bir zamanlar anlı şanlı, tavanları

yaldızlı sinemayken erkeklerin kapısından utançla girdiği porno film salonuna

dönüşmüş yerlerin nefes kokusundan, güneş battıktan sonra tek bir kadın

göremeyeceğin caddelerden, lodoslu, yarı sıcak yarı rüzgarlı günlerde belediye

denetimindeki kerhanelerin kapılarında biriken kalabalıklardan, indirimli et

satış yerinin kapısında kuyruk olan genç kadınlardan, bayram günleri minareler

arasına gerilen mahyaların sönük lambalarından, orası burası yırtılmış,

karalanmış duvar afişlerinden, bir Batı şehrinde olsa müzeye kaldırılacakken

şehrin kirli sokaklarında, dik yokuşlarında dolmuş olarak oflaya puflaya inleyen

1950'lerden kalma yorgun Amerikan arabalarından, otobüsleri tıkış tıkış

dolduran kalabalıklardan, kurşun kaplamaları, yağmur olukları sürekli çalınan

camilerden, şehrin içinde bir ikinci alem gibi yaşayan mezarlıklardan ve servi

ağaçlarından, Kadıköy-Karaköy arasında çalışan vapurların içinde akşamları

yanan solgun lambalardan, sokaklarda önüne her gelene bir paket kağıt mendil

satmaya çalışan küçük çocuklardan, hiç kimsenin bakmadığı saat kulelerinden,

çocukların tarih kitaplarında okudukları Osmanlı zaferleriyle akşam evde

yedikleri dayaklardan, seçmen sayımı, nüfus sayımı, terörist aramak

bahaneleriyle ikide bir ilan edilen sokağa çıkma yasaklarında "görevlileri"

korkuyla beklemekten, gazetelerin bir küçük köşesine sıkıştırılmış,

mahallemizdeki üç yüz yetmiş yıllık filanca caminin kubbesi çöküyor, devlet

nerede türünden kimsenin okumadığı okur mektuplarından, şehrin en kalabalık

yerlerindeki yeraltı geçitlerinin, üst geçitlerin merdiven basamaklarının her

birinin bir kenarının bir başka şekilde kırık olmasından, kırk yıldır aynı yerde

Istanbul kartpostalları satan adamdan, en olmadık köşede karşınıza çıkan

dilencilerden ve her gün aynı köşede aynı sözleri söyleyen dilencilerden,

kalabalık caddelerde, vapurlarda, pasajlarda, geçitlerde birden burnunuza gelen

yoğun hela kokusundan, Hürriyet gazetesinin Güzin Abla sütunlarını okuyan

genç kızlardan, Üsküdar'daki pencereleri kızılımsı bir turuncu renge boyayan

günbatımlarından, denize açılan balıkçılardan başka herkesin uyuduğu sabahın

o en erken saatlerinden, Gülhane Parkı'ndaki hayvanat bahçesi bile

denemeyecek yerdeki kafeslerin içindeki iki keçiyle, canı sıkılan üç kediden,

pavyonlarda Amerikan şarkıcılarıyla Türk pop yıldızlarını taklit eden üçüncü

sınıf şarkıcılardan ve birinci sınıf şarkıcılardan, hiç kimsenin altı yılda yes ve no

demekten başka bir şey öğrenemediği, bitip tükenmez Ingilizce derslerinde

canları sıkılan öğrencilerden, Galata rıhtımında bekleyen göçmenlerden, kış

akşamları dağılan, toplanan pazar yerlerinden geriye kalan sebze, meyve, çöp,

kağıt, plastik torba, çuval, kutu, sandık artıklarından, pazar yerlerinde utanarak

pazarlık yapan başörtülü güzel kadınlardan, üç çocuğuyla sokakta zor yürüyen

genç annelerden, Galata Köprüsü'nden Eyüp'e doğru bakıldığında Haliç'in

görünümünden, rıhtımda müşteri beklerken manzaraya dalıp giden

simitçilerden, her sene bir dakika bütün şehir Atatürk'ü anmak için inançla hiç

kıpırdamadan saygı duruşuna geçerken uzaktan hepsi bir anda öten vapur

düdüklerinden, parke taşlarının üstüne asfalt üstüne asfalt döküle döküle bir

zamanlar basamakla çıkılan bir yerken şimdi yolun altında kalmış, musluğu

çalınmış bir mermer yığınına dönüşmüş yüzlerce yıllık mahalle çeşmelerinden,

çocukluğumda orta sınıf ailelerin, doktorların, avukatların, öğretmenlerin

karıları ve çocuklarıyla akşam radyo dinlediği yan sokaklardaki apartman

dairelerinde şimdi tıkış tıkış sıkıştırılmış overlok ve düğme makinelerinde bir

siparişi yetiştirmek için sabaha kadar şehrin en düşük ücretiyle çalışan genç

kızlardan, her şeyin kırık dökük, eskimiş olmasından, sonbahar yaklaşırken

Balkanlar'dan, Doğu ve Kuzey Avrupa'dan gelip Güney'e giderken Boğaz'ın,

adaların üzerinden geçen leylekleri bütün şehrin seyretmesinden ve

çocukluğumda her biri ağır bir yenilgiyle sonuçlanan milli maçlardan sonra

sigara içe içe evlerine dönen erkek kalabalıklarından söz ediyorum.

 

Bu duyguyu ve onu şehre yayan manzaraları, köşeleri, insanları iyi

hissettiğimizde, onunla terbiye olduğumuzda, bir noktadan sonra, şehre nereden

bakarsanız bakın, tıpkı soğuk kış sabahlarında, birden güneş açıverince Boğaz

sularının üzerinde ince ince kıpırdanmaya başlayan o buğu gibi hüzün duygusu

manzarada ve insanlarda görülebilecek bir açıklığa kavuşur.

 

Bu noktada hüzün tek bir kişinin ruh halini anlatan melankoli duygusundan

iyice uzaklaşır ve Claude Levi-Strauss'un, Tristes Tropicjues'de (Hüzünlü

Dönenceler) kullandığına benzer bir anlama yaklaşır. Kırk birinci paralelde yer

alan Istanbul iklim, coğrafya ve sert yoksulluk koşulları bakımından tropik

kentlerine hiç benzetilemese de hayatların kırılganlığı, Batı'nın merkezlerinden

uzak olması ve insan ilişkilerinde bir Batılının ilk başta anlamakta zorlanacağı

"esrarengiz bir hava", hüzün duygusuyla Levi-Strauss'un kullandığı anlamda

tristesse denilen şeyin çağrışımlarını yaklaştırır. Tek bir kişinin hastalık olarak

görülebilecek acısından değil, milyonların içinde yaşadığı bir kültürden, bir

ortamdan ve bir duygudan bahsetmek için hüzün de tıpkı tristesse gibi çok

uygun bir kelime.

 

Iki kelime ve duygu arasındaki asıl fark, Istanbul'un Delhi'den ya da Sao

Paulo'dan çok daha zengin olması değil, (arka mahallelere gittikçe yoksulluk

çeşitleri ve şehirler birbirlerine benzer) Istanbul'da geçmiş zaferlerin ve

medeniyetlerin tarihinin ve kalıntılarının çok yakında olmasıdır. Ne kadar

bakımsız, ilgiden yoksun ve beton yığınları arasına gömülmüş olurlarsa olsunlar

şehrin yalnız büyük anıtsal camileri ve tarihi binaları değil, kenardaki köşedeki

küçük kemerleri, çeşmeleri, mescitleri bile onlar arasında yaşayan milyonlarca

kişiye bir büyük imparatorluktan artakalmış olduklarını acıyla duyurur.

 

Yıkılmış büyük imparatorluklardan geriye kalan büyük Batı şehirlerinde olduğu

gibi tarihi anıtlar bir müzedeki gibi korunup, gururla övünülen ve sergilenen


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 76 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 7 страница| Orhan Pamuk 9 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.039 сек.)