Читайте также: |
|
Teyzemin kocası Şevket Rado, başarısız şairlikle geçen gençlik yıllarından sonra,
gazetecilik ve editörlük yapıyor, o sıralarda Türkiye'nin en çok okunan haftalık
magazin dergisi Hayat'ı çıkarıyordu, ama beş yaşında ne bunlarla ne de
eniştemin bendeki Istanbul fikrinin yerleşmesine yol açan pek çok şairin, yazarın
-Yahya Kemal'le Tanpınar'dan, şehrin dokusunu ve yoksulluğunu yansıtan
Dickens tarzı melodramatik çocuk hikayeleri yazan Kemalettin Tuğcu'ya kadar-
tanıdığı, dostu, iş arkadaşı olmasıyla ilgiliydim. Beni eniştemin yayımladığı ve
okuma yazma öğrendikten sonra teyzemin bize hediye ettiği ve okuya okuya
ezberlediğim yüzlerce çocuk kitabı (Binbir Gece Masalları'ndan seçmeler, Doğan
Kardeş ciltleri, Andersen'den Hikayeler, Keşifler ve Icatlar Ansiklopedisi)
heyecanlandırırdı yalnızca.
Haftada bir kere teyzem beni alır, Nişantaşı'ndaki eve, ağabeyimi görmeye
götürürdü. Ağabeyim, Pamuk Apartmanı'nda kendisinin ne kadar mutlu
olduğunu anlatır, kahvaltıda ançuvez yediklerini, akşamları gülüşüp
oynadıklarını, aile kalabalığı içerisinde özlediğim bütün o şeyleri yaptıklarını,
eniştemle futbol oynadığını, amcamın arabasıyla pazar günü hep birlikte Boğaz'a
gittiklerini, akşamları radyoda spor saatini ve piyesleri hiç kaçırmadan
dinlediklerini ballandırarak anlatırdı. Sonra bana da "Sen gitme, artık burada
kal!" derdi.
Cihangir'e dönüş vakti gelince ağabeyimden ve artık kapısı kilitli olduğu için
beni hüzünlendiren bizim daireden uzaklaşmak bana ağır gelirdi. Bir keresinde
ayrılık anında hüngür hüngür ağlayarak kapının yanındaki kalorifer borusuna
elimle bütün gücümle yapıştığımı, herkesin başıma toplanıp tatlılıkla beni
kandırmaya çalışarak ve biraz da zor kullanarak elimi borudan ayırmaya
çalıştığını, yaptığımdan çok utanmama rağmen uçuruma düşmemek için son
anda dala tutunan resimli roman kahramanları gibi boruyu uzun bir süre
bırakmadığımı hatırlıyorum.
Bir eve bağlılık mı? Belki. Çünkü elli yıl sonra hala aynı apartmanda yaşıyorum.
Ev, benim için odaların, eşyaların güzelliğinden çok, kafamdaki dünyanın bir
merkezi olduğu için önemlidir. Ama hüznümün arkasında, anne baba
kavgalarını, babamla amcamın sürekli iflaslarından gelen fakirleşmeyi ve aile içi
büyük mal mülk çatışmalarını dolaylı, karmaşık ve çocuksu bir şekilde sezmek
de vardı. Derdimin bütünüyle ve olgunlukla farkına varmak, onunla
yüzleşebilmek, hakkında doğrudan konuşarak, en azından acıyı açığa çıkarmak
yerine; aklımın tuhaf odak değiştirmeleri, aldatma ve unutma oyunlarıyla onu
esrarlı bir duygu haline getirmiştim.
Bu duygu kafamın içindeki ikinci dünyayla ve suçluluk duygularıyla birleşirdi.
Bu karmaşık hale hüzün diyelim. Tam bir saydamlık anı olmadığı ve bu yüzden
de gerçekliği perdeleyen, onunla daha rahat yaşamamıza yarayan bir şey olduğu
için, soğuk bir kış günü altı harıl harıl yanan bir çaydanlığın pencere camlarında
biriktirdiği buğuya benzetelim bu hüznü. Buğulu camlar bende hüzün
uyandırdığı için de bu örneği seçtim. O camlara bakmayı, sonra yerimden kalkıp
parmağımla cama birşeyler yazıp çizmeyi hala çok severim. Hüzünden söz
etmenin de böyle bir yanı var çünkü. Parmağımla buğulu camın üzerine yaza çize
hem içimdeki hüznü dağıtır, eğlenirim, hem de bütün bu çiziştirmeler, yazmalar
sonunda camı temizleyip dışarıdaki manzarayı görebilirim. Ama manzara da
insana hüzünlü gelir sonunda. Bütün şehrin kaderi gibi gözüken bu duyguyu
biraz anlamamız lazım.
HÜZÜN - MELANKOLI - TRISTESSE
Arapça kökenli "hüzün" kelimesi Kuran''da bugün Türkçede kullanılana yakın
bir anlamda iki ayette, ayrıca "hazen" şeklinde üç ayette daha geçiyor. Hazreti
Muhammed'in karısı Hatice ile amcası Ebu Talip'in öldüğü yıl için "senetül hüzn"
(hüzün yılı) denmesi, kelimenin ruhsal tarafı ağır basan bir kayıptan
kaynaklanan bir duyguyu anlattığını kanıtlıyor. Okuduklarım kelimenin bir
kayıpla, onun yarattığı ruhsal acı ve kederle ilgili anlamının daha sonraki
yüzyıllarda Islam tarihinde bir küçük düşünsel çatlamaya yol açtığını, iki temel
görüşün öne çıktığını sezdiriyor.
Hüzün dediğim duygunun dünyaya, maddi çıkar ve zevklere fazla bağlanmanın
bir sonucu olduğunu ima eden birinci görüş, "eğer bu geçici dünyaya fazla kafayı
takmasaydın, yani gerçek, iyi bir Müslüman olsaydın zaten bu dünyadan
kaynaklanan kayıplarla fazla ilgilenmezdin" diyor bize. Tasavvuf kaynaklı ikinci
görüş ise kelimenin anlamı ve bu kayıp ve acı duygusunun hayattaki yeri
konusunda daha olumlayıcı ve anlayışlı. Tasavvufi görüşe göre hüzün Allah'a
yeterince yakın olamamaktan, bu dünyada Allah için yeterince bir şey
yapamamaktan ileri gelen bir eksiklik duygusundan kaynaklanıyor. Gerçek bir
tasavvuf yolcusu mal, mülk, hatta ölüm gibi dünyevi dertlere kafayı
takamayacağına göre, ona acı veren yokluk, kayıp ve yetersizlik duygusunun
Allah'a yakınlaşamamak, ruhsal hayatında derinleşememek gibi bir yanı olmalı.
Hatta bu nedenlerden, hüznün varlığı değil, yokluğu bir eksikliktir.
Hüzünlenmemeyi bir hüzün nedeni sayarak, yeterince üzülemediği için üzülerek
kendi mantığının sonuna kadar giden bu anlayış, Islam kültüründe hüzne kalıcı
bir itibar verdi. Kelimenin son iki yüzyılda Istanbul kültüründe, günlük hayatta,
şiirde yaygın bir şekilde kullanılması, müzikte bu duygunun hakim olması
elbette bu itibarla ilgili- Ama son yüzyılda Istanbul'un ve içinde yaşayanların
birbirlerine karşılıklı bulaştırdıkları en kuvvetli ve kalıcı duygunun hüzün
olmasını, yalnızca kelimenin tasavvufi itibarıyla açıklamak yetersiz olacak.
Son yüz yıllık Istanbul müziğinde hüznün bir ruh hali olarak ağırlıklı yerini ya
da modern Türk şiirinde hüznün hem kalıp kelime olarak (tıpkı Divan şiirindeki
mazmun gibi), hem bir duygu olarak, hem de hayattaki başarısızlık, isteksizlik
ve içe çekilişi anlatan bir kavram olarak merkezi önemini de yalnızca kelimenin
tarihi ve itibarıyla anlamak imkansız. Çocukluğumun Istanbul'unun bende
uyandırdığı yoğun hüzün duygusunun kaynaklarını sezmek için, bir yandan
tarihe, Osmanlı Devleti'nin yıkılışının sonuçlarına, bir yandan da bu tarihin
şehrin "güzel" manzaralarında ve insanlarında yansıyış biçimine bakmak gerek.
Hüzün Istanbul'da hem önemli bir yerel müzik duygusu, şiir için temel bir
kelime, hem hayata bir bakış açısı, bir ruh durumu ve şehri şehir yapan
malzemenin ima ettiği şey. Bütün bu özellikleri aynı anda taşıdığı için de hüzün
şehrin gururla benimsediği ya da benimser gibi yaptığı bir ruh hali. Bu yüzden
de olumsuz olduğu kadar, olumlu bulunan bir duygu.
Kelimenin işaret ettiği değişken şeye girmek için hüznü itibarlı ve şiirsel bir
kelime ve duygu olarak değil, bir hastalık olarak görenlerin sözüne dönelim. El
Kindi'ye göre duygu yalnızca bir sevdiğimizin ölümü ya da bir kayıpla ilgili değil,
öfke, aşk, kin, kuruntu gibi hastalıklı pek çok ruh hali ile ilgilidir. Filozof ve tıp
adamı Ibni Sina da konuya böyle geniş bir açıdan baktığından, çaresiz bir
sevdaya tutulan bir gencin hastalığının teşhisi için nabzı sayılırken, tutulduğu
kızın adının söylenmesi gibi hüzün teşhisi yöntemleri önerir.
Klasik Islam düşünürlerinin konuya bu yaklaşımı, on yedinci yüzyılın başında
Melankolinin Anatomisi diye bin beş yüz sayfalık tuhaf ama eğlenceli bir kitap
yazan Oxford profesörü Robert Burton'ın düşünceleriyle karşılaştırmayı getiriyor
akla. (Oysa Ibni Sina'nın Fi'l Hüzn adlı eseri, küçük bir risaledir.) Bu karanlık
acının nedeni olarak ölüm korkusu, aşk, yenilgi, fesat alemi, yiyecek içecek gibi
pek çok ve değişken şeyi ansiklopedik bir yaklaşımla sayıp döktükleri ve tedavi
için de aynı geniş yaklaşımla, tıp ile felsefeyi birleştirmeye çalışarak mantık, iş,
musibetlere alışmak, ahlak, disiplin, perhiz gibi değişken çareler önermeleri
yüzünden çok ayrı kültürel dünyaların ürünü oldukları zannedilebilecek bu
metinlerin bir yakınlığı olduğu anlaşılıyor.
Hüznün temel bir kaynağı olarak kara sevdanın sayılması ve melankoli
kelimesinin Aristo zamanından kalma kökeni (melania kolekara safra) yalnız
duygunun bu çok bilinen rengini değil, hüzün ve melankoli kelimelerinin de bir
zamanlar (tıpkı bugünkü depresyon kelimesi gibi) çok geniş bir yelpazeye yayılan
kara bir acıya işaret ettiğini gösteriyor. Kelimelerin kullanımındaki temel fark,
kendi de melankolik olmakla gururlanan Burton'un melankoliyi mutlu bir
yalnızlığa yol açtığı, hayal gücünü geliştirdiği için zaman zaman neşeyle
olumlaması ve kara duygunun ister nedeni ister sonucu olsun yalnızlığı bu acının
tam kalbine yerleştirmesiyle ortaya çıkıyor. Oysa hüzün hem tasavvufta (ortak
amaç olan Allah'tan uzak kaldığımız için) hem de onu bir hastalık olarak gören
El Kindi'de, klasik Islam düşüncesinde cemaatin değerleriyle tartılan, cemaate
dönmemize yarayacağı için onaylanan ve sonuç olarak cemaatle, ortak amaçla
çatışan bir şey.
Çıkış noktam, buğulu pencerelere bakarken bir çocuğun hissettiği duygu idi.
Şimdi hüznü melankoliden ayıran şeye geliyoruz. Tek bir kişinin duyduğu
melankoliye değil, milyonlarca kişinin ortaklaşa hissettiği o kara duyguya, hüzne
yaklaşıyoruz. Bütün bir şehrin, Istanbul'un hüznünden söz etmeye çalışıyorum.
Şehirle içinde yaşayanları birleştiren o benzersiz duyguyu anlamaya çalışmadan
önce, manzara resminin asıl konusunun manzaranın kendisi kadar uyandırdığı
duygu olduğunu hatırlayalım. On dokuzuncu yüzyılın ortasında, özellikle
Romantikler arasında çok tekrarlanan bir düşünceydi bu. Baudelaire, Eugene
Delacroix'nin resimlerinin en dikkati çeken özelliğinin onların melankolisi
olduğunu söylerken Romantiklerin ve daha sonra Dekadanların yaptığı gibi
kelimeyi bütünüyle olumlu bir anlamda bir övgü olarak kullanıyordu.
Baudelaire, Delacroix hakkındaki düşüncelerini 1846'da yazdıktan altı yıl sonra
Istanbul'a gelen yazar ve eleştirmen arkadaşı Theophile Gautier, yıllar sonra
Yahya Kemal ve Tanpınar gibi Istanbul yazarlarını çok etkileyecek
Constantinople adlı kitabında, şehrin bazı manzaralarını aşırı melankolik
bulurken de kelimeyi olumlu anlamda kullanıyordu.
Ama şimdi Istanbul'un melankolisinden değil, bu duyguya benzeyen ve gururla
içselleştirilen ve bir cemaat olarak hep birlikte paylaşılan hüzünden söz etmeye
çalışıyorum. Bu, duygunun kendisi ile onu şehre duyuran ortamın birbirine
karıştığı yerleri ve anları görebilmek demek. Erken gelen akşamüstlerinden,
arka mahallelerin sokak lambaları altında ellerinde bir torba evlerine dönen
babalardan söz ediyorum.
Ikide bir çıkan bir iktisadi buhrandan sonra dükkanında soğuktan tir tir
titreyerek bütün gün bir müşteri bekleyen yaşlı kitapçılardan, buhrandan sonra
milletin daha az tıraş olduğundan şikayet eden berberlerden, boş iskelelere
bağlanmış eski Boğaz vapurlarını, elinde kova, yıkarken bir gözüyle de uzaktaki
küçük siyah-beyaz televizyonu seyreden ve az sonra gemide uykuya dalacak
gemicilerden, parke kaplı dar yollarda, arabalar arasında futbol oynayan
çocuklardan, ücra otobüs duraklarında aralarında hiç konuşmadan hiç gelmeyen
bir otobüsü bekleyen başörtülü, eli plastik torbalı kadınlardan, eski yalıların boş
kayıkhanelerinden, ağzına kadar işsizlerle dolu çayhanelerden, yaz akşamları
şehrin en büyük meydanında sarhoş bir turist bulurum diye kaldırımları aşağı
yukarı arşınlayan sabırlı pezevenklerden, kış akşamları alelacele vapura yetişen
kalabalıklardan, akşamları eve bir türlü dönmeyen kocalarını beklerken
perdeleri aralayıp sokağa bir bakış atan kadınlardan, cami avlularında küçük
dini risaleler, tespihler, hacı yağları satan takkeli ihtiyarlardan, onbinlerce
apartman binasının hepsi birbirine benzeyen girişlerinden, saray yavrusu bir
konakken her tahtası her adımda gacur gucur inleyen bir belediye binasına
dönüşmüş ahşap yapılardan, boş parkların kırık tahterevallilerinden, siste vapur
düdüklerinden, ta Bizans'tan kalma yıkıntı halindeki şehir surlarından,
akşamüstleri boşalan pazar yerlerinden, harabeye dönmüş eski tekke
binalarından, yüzleri kir, pas, is ve tozla renksizleşmiş onbinlerce apartmandan,
midyeler ve yosunlarla kaplı paslı dubaların üzerinde, yağmur altında hiç
kıpırdamadan duran martılardan, yılın en soğuk gününde tek bir bacasından,
ancak gözükebilen incecik bir duman çıkan yüz yıllık koskoca konaklardan,
Galata Köprüsü'nde balık tutan erkek kalabalıklarından, soğuk kütüphane
salonlarından, sokak fotoğrafçılarından, bir zamanlar anlı şanlı, tavanları
yaldızlı sinemayken erkeklerin kapısından utançla girdiği porno film salonuna
dönüşmüş yerlerin nefes kokusundan, güneş battıktan sonra tek bir kadın
göremeyeceğin caddelerden, lodoslu, yarı sıcak yarı rüzgarlı günlerde belediye
denetimindeki kerhanelerin kapılarında biriken kalabalıklardan, indirimli et
satış yerinin kapısında kuyruk olan genç kadınlardan, bayram günleri minareler
arasına gerilen mahyaların sönük lambalarından, orası burası yırtılmış,
karalanmış duvar afişlerinden, bir Batı şehrinde olsa müzeye kaldırılacakken
şehrin kirli sokaklarında, dik yokuşlarında dolmuş olarak oflaya puflaya inleyen
1950'lerden kalma yorgun Amerikan arabalarından, otobüsleri tıkış tıkış
dolduran kalabalıklardan, kurşun kaplamaları, yağmur olukları sürekli çalınan
camilerden, şehrin içinde bir ikinci alem gibi yaşayan mezarlıklardan ve servi
ağaçlarından, Kadıköy-Karaköy arasında çalışan vapurların içinde akşamları
yanan solgun lambalardan, sokaklarda önüne her gelene bir paket kağıt mendil
satmaya çalışan küçük çocuklardan, hiç kimsenin bakmadığı saat kulelerinden,
çocukların tarih kitaplarında okudukları Osmanlı zaferleriyle akşam evde
yedikleri dayaklardan, seçmen sayımı, nüfus sayımı, terörist aramak
bahaneleriyle ikide bir ilan edilen sokağa çıkma yasaklarında "görevlileri"
korkuyla beklemekten, gazetelerin bir küçük köşesine sıkıştırılmış,
mahallemizdeki üç yüz yetmiş yıllık filanca caminin kubbesi çöküyor, devlet
nerede türünden kimsenin okumadığı okur mektuplarından, şehrin en kalabalık
yerlerindeki yeraltı geçitlerinin, üst geçitlerin merdiven basamaklarının her
birinin bir kenarının bir başka şekilde kırık olmasından, kırk yıldır aynı yerde
Istanbul kartpostalları satan adamdan, en olmadık köşede karşınıza çıkan
dilencilerden ve her gün aynı köşede aynı sözleri söyleyen dilencilerden,
kalabalık caddelerde, vapurlarda, pasajlarda, geçitlerde birden burnunuza gelen
yoğun hela kokusundan, Hürriyet gazetesinin Güzin Abla sütunlarını okuyan
genç kızlardan, Üsküdar'daki pencereleri kızılımsı bir turuncu renge boyayan
günbatımlarından, denize açılan balıkçılardan başka herkesin uyuduğu sabahın
o en erken saatlerinden, Gülhane Parkı'ndaki hayvanat bahçesi bile
denemeyecek yerdeki kafeslerin içindeki iki keçiyle, canı sıkılan üç kediden,
pavyonlarda Amerikan şarkıcılarıyla Türk pop yıldızlarını taklit eden üçüncü
sınıf şarkıcılardan ve birinci sınıf şarkıcılardan, hiç kimsenin altı yılda yes ve no
demekten başka bir şey öğrenemediği, bitip tükenmez Ingilizce derslerinde
canları sıkılan öğrencilerden, Galata rıhtımında bekleyen göçmenlerden, kış
akşamları dağılan, toplanan pazar yerlerinden geriye kalan sebze, meyve, çöp,
kağıt, plastik torba, çuval, kutu, sandık artıklarından, pazar yerlerinde utanarak
pazarlık yapan başörtülü güzel kadınlardan, üç çocuğuyla sokakta zor yürüyen
genç annelerden, Galata Köprüsü'nden Eyüp'e doğru bakıldığında Haliç'in
görünümünden, rıhtımda müşteri beklerken manzaraya dalıp giden
simitçilerden, her sene bir dakika bütün şehir Atatürk'ü anmak için inançla hiç
kıpırdamadan saygı duruşuna geçerken uzaktan hepsi bir anda öten vapur
düdüklerinden, parke taşlarının üstüne asfalt üstüne asfalt döküle döküle bir
zamanlar basamakla çıkılan bir yerken şimdi yolun altında kalmış, musluğu
çalınmış bir mermer yığınına dönüşmüş yüzlerce yıllık mahalle çeşmelerinden,
çocukluğumda orta sınıf ailelerin, doktorların, avukatların, öğretmenlerin
karıları ve çocuklarıyla akşam radyo dinlediği yan sokaklardaki apartman
dairelerinde şimdi tıkış tıkış sıkıştırılmış overlok ve düğme makinelerinde bir
siparişi yetiştirmek için sabaha kadar şehrin en düşük ücretiyle çalışan genç
kızlardan, her şeyin kırık dökük, eskimiş olmasından, sonbahar yaklaşırken
Balkanlar'dan, Doğu ve Kuzey Avrupa'dan gelip Güney'e giderken Boğaz'ın,
adaların üzerinden geçen leylekleri bütün şehrin seyretmesinden ve
çocukluğumda her biri ağır bir yenilgiyle sonuçlanan milli maçlardan sonra
sigara içe içe evlerine dönen erkek kalabalıklarından söz ediyorum.
Bu duyguyu ve onu şehre yayan manzaraları, köşeleri, insanları iyi
hissettiğimizde, onunla terbiye olduğumuzda, bir noktadan sonra, şehre nereden
bakarsanız bakın, tıpkı soğuk kış sabahlarında, birden güneş açıverince Boğaz
sularının üzerinde ince ince kıpırdanmaya başlayan o buğu gibi hüzün duygusu
manzarada ve insanlarda görülebilecek bir açıklığa kavuşur.
Bu noktada hüzün tek bir kişinin ruh halini anlatan melankoli duygusundan
iyice uzaklaşır ve Claude Levi-Strauss'un, Tristes Tropicjues'de (Hüzünlü
Dönenceler) kullandığına benzer bir anlama yaklaşır. Kırk birinci paralelde yer
alan Istanbul iklim, coğrafya ve sert yoksulluk koşulları bakımından tropik
kentlerine hiç benzetilemese de hayatların kırılganlığı, Batı'nın merkezlerinden
uzak olması ve insan ilişkilerinde bir Batılının ilk başta anlamakta zorlanacağı
"esrarengiz bir hava", hüzün duygusuyla Levi-Strauss'un kullandığı anlamda
tristesse denilen şeyin çağrışımlarını yaklaştırır. Tek bir kişinin hastalık olarak
görülebilecek acısından değil, milyonların içinde yaşadığı bir kültürden, bir
ortamdan ve bir duygudan bahsetmek için hüzün de tıpkı tristesse gibi çok
uygun bir kelime.
Iki kelime ve duygu arasındaki asıl fark, Istanbul'un Delhi'den ya da Sao
Paulo'dan çok daha zengin olması değil, (arka mahallelere gittikçe yoksulluk
çeşitleri ve şehirler birbirlerine benzer) Istanbul'da geçmiş zaferlerin ve
medeniyetlerin tarihinin ve kalıntılarının çok yakında olmasıdır. Ne kadar
bakımsız, ilgiden yoksun ve beton yığınları arasına gömülmüş olurlarsa olsunlar
şehrin yalnız büyük anıtsal camileri ve tarihi binaları değil, kenardaki köşedeki
küçük kemerleri, çeşmeleri, mescitleri bile onlar arasında yaşayan milyonlarca
kişiye bir büyük imparatorluktan artakalmış olduklarını acıyla duyurur.
Yıkılmış büyük imparatorluklardan geriye kalan büyük Batı şehirlerinde olduğu
gibi tarihi anıtlar bir müzedeki gibi korunup, gururla övünülen ve sergilenen
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 76 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 7 страница | | | Orhan Pamuk 9 страница |