Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 15 страница

Orhan Pamuk 4 страница | Orhan Pamuk 5 страница | Orhan Pamuk 6 страница | Orhan Pamuk 7 страница | Orhan Pamuk 8 страница | Orhan Pamuk 9 страница | Orhan Pamuk 10 страница | Orhan Pamuk 11 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

 

Doğum tarihleri arasındaki kırk yıla (1865 ve 1905), şehirde ilk gazetelerin

çıkması, yoğun Batılılaşma çabası ve siyasi baskıyla geçen Abdülhamit dönemi,

üniversitelerin açılması, Jön Türklerin muhalefeti ve yayınları, edebiyatta Batı

hayranlığı ve ilk Türkçe romanlar ve büyük göçler, yangınlar giren Istanbul'un

bu en büyük ve tuhaf iki yazarını, Ahmet Rasim ile Reşat Ekrem Koçu'yu

birbirlerinden ayıran temel şey ise Batı'dan öğrendikleri yazma felsefesine

gösterdikleri tepki oldu. Gençliğinde Batı etkisiyle romanlar, şiirler yazan Ahmet

Rasim erken yaşta başarısızlığa uğrayınca aşırı Batı etkisini bir çeşit

"taklitçilik", züppelik, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak olarak

görmeye başladı.

 

Daha önemlisi, orijinallik, ölümsüzlük, sanatçıya tapınma gibi düşünceleri de

fazla Batılı ve "yabancı" bulup daha rindane, alçakgönüllü, derviş tarzı bir yazı

felsefesi benimsedi: Gazetelere yazdığı yazılarını ekmek parası için ve içinden

geldiği gibi ve gücünü Istanbul'un bitip tükenmez canlılığından alarak, fazla bir

zahmete girmeden ve kendini herhangi bir kalıcılık ve "sanat" derdiyle hırpalamadan,hiç zorlanmadan yazıyordu. Koçu ise Batı'nın yazı biçimlerini,

sınıflama usыllerini ve bilimsellik ve edebiyatta "büyüklük" fikrini bir türlü

içinden atamıyordu. Sevdiği konulara, tuhaf şeylere, saplantılara, kenarda

köşede kalmış acaipliklere bağlılığı ile kafasındaki Batı ve "Batılı" söylem fikrini

bağdaştırmakta zorlanıyordu.

 

Batı edebiyatının romantik, kenara itilmiş, sapkın ürünlerini Istanbul'da

yaşadığı için yeterince tanıyamamasının bunda payı olmuştu. Ama tanışa bile

hala içinde yaşadığı, Osmanlı'nın damgasını taşıyan kültürün bir yazardan,

öğretmenden, kitap yayımcısından beklediği, metinlerine kenarda, yeraltında

sapkın bir yer araması değil, toplumun merkeziyle, iktidar ve kültür odaklarıyla

eğitici bir diyaloga girmesi, o merkeze seslenmesiydi.

 

Koçu da önce üniversitede profesör olmak, oradan atılınca da büyük bir

ansiklopedi yayımlamak istemişti. Bilgiye hakim olan, onu sınıflayan ve bir

iktidar merkezi olarak kullanan bu kurumların kendisine bir başka yararı

olacağını da seziyordu: Içinden kendiliğinden gelen "tuhaflıkları" meşrulaştırıp

bir otorite ve "bilim" halesiyle koruması.

 

Oysa aynı tuhaflıkları, şehir ve güzel oğlan sevgisini hisseden Osmanlı yazarının

böyle bir korumaya ihtiyacı yoktu hiç. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda çok

kullanılan bir edebi biçim olan şehrengizlerde, Osmanlı yazarları bir yandan

tıpkı Koçu gibi bir şehrin özelliklerini sayar, güzelliklerini överlerken, bir yandan

da o şehrin önde gelen güzel oğlanlarına (mahbuplara) da sayfalar ayırıyorlardı.

Üstelik şehrengizlerde güzel oğlanlara ayrılan mısralar şehrin anıtları ve

özellikleri arasına mahcubiyetle gizlenmiyordu.

 

Tam tersi, Koçu'nun ansiklopedisinde bol bol alıntı yaptığı şehrengizler zaten bir

şehrin önde gelen güzel oğlanlarını yarı şaka yarı ciddi bir edayla övmek için,

Koçu'nun deyişiyle "Kalenderi meşrep şairler" tarafından geliştirilmişti. Evliya

Çelebi'nin Seyahatname''sine modern Türk devletinin "kısaltmaları" ve üstü

örtülü sansürlerine takılmadan şöyle gelişigüzel bir bakınca, bu en "klasik"

Osmanlı yazarının bile, herhangi bir şehri tasvir ederken ve evleri, camileri,

havası, suyu ve tuhaf hikayelerinden söz ederken, her seferinde bir şehrin güzel

oğlanları -mahbupları- bahsi açtığını görürüz.

 

Modernleşme ve Batılılaşma çabasının getirdiği merkezileşme, birörnekleşme,

disiplin ve kontrol altına alma gayretlerinin, Istanbul yazarına kendi

tuhaflıklarını, saplantılarını, "orta sınıf aile ahlakının kabul edemeyeceği cinsel

takıntılarını" ifade etme yollarını da tıkadığının farkında olduğu için de Reşat

Ekrem Koçu bir Istanbul ansiklopedisi yayımlamaya girişti.

 

Bende içten bir saygı uyandıran bu cesaretinin arkasında bir kültür ve uygarlık

ürünü olarak ansiklopedi hakkında çok saf ve çocuksu bir fikre sahip olması da

vardı elbette, Istanbul Ansiklopedisi'nin birinci yarıda kalışından sonra çıkardığı

Osman Gazi'den Atatürk'e'nin bir yerinde Koçu, 15. yüzyılda Arapçadan

Türkçeye çevrilen, Kazvinli Zekeriya'nın Acaibü'l-Mahlukat adlı kitabının "bir

nevi ansiklopedi" olduğunu yazar. Bu, Koçu'nun milliyetçi bir dürtüyle

Osmanlıların da Batı etkisine girmeden önce, bir zamanlar ansiklopedi benzeri

biçimleri bulup kullandığını kanıtlama çabası kadar, ansiklopediyi her türlü

bilginin yanyana geldiği bir çeşit alfabetik güldeste (antoloji) olarak gördüğünü

de gösteriyor.

 

Bilgiler ya da "hikayeler" arasında bir düzen, bir önem ilişkisi ve uygarlığın

özüne ya da işleyişine işaret eden mantıklı bir hiyerarşi olması gerektiği, bu

yüzden bir ansiklopedide bazı maddelerin kısa, bazılarının uzun olması ve bazı

maddelerin de -hep aynı mantıkla- hiç olmaması gerektiği ve aslında bu yüzden

kendisinin tarihe değil, tarihin kendisine hizmet etmesi gerektiği sanki Koçu'nun

aklına hiç gelmiyordu. Bu bakımdan Koçu, Nietzsche'nin Hayat için Tarihin

Faydaları ve Zararları'nda anlattığı, geçmişin ayrıntılarına takılarak kendi

şehrinin tarihini, kendi benliğinin tarihine çeviren "güçsüz" tarihçiye

benzetilebilir.

 

Bu güçsüzlüğün bir nedeni -tıpkı topladıkları şeyleri piyasa değerleriyle değil,

kendi duygularıyla değerlendiren gerçek koleksiyoncularda olduğu gibi-

Koçu'nun yıllar boyunca hayattan, gazetelerden, kütüphanelerden ve Osmanlı

belgelerinden bulup çıkarttığı hikayelere duygusal bir şekilde bağlanmasıydı.

Ama mutlu koleksiyoncu (çoğu zaman "Batılı" bir erkektir) ister çok kişisel bir

nedenden yola çıksın, ister mantıkla yapılmış bir planla hareket etsin, bütün bir

ömür verdiği koleksiyonunu en sonunda, -tıpkı bir ansiklopedi gibi- her şeyi

sınıflayan, birbiriyle ilişkisini kuran ve bir mantık ve sistemle anlamlandıran bir

düzenle sergileyebilir.

 

Müze denir bu kurumlara ve Koçu'nun yaşadığı yıllarda Istanbul'da kişisel bir

koleksiyona dayanan tek müze yoktu (hala yok gibidir). Arkalarında yüzlerce yıl

yatan büyük müzeleri ve benzer bir birikimi toplayan ansiklopedileri, bilgi ve

nesnelere bir toplama, sınıflama ve sergileme mantığıyla anlam ve düzen veren

şeyler olarak görüyorsak eğer, Koçu'nun Istanbul Ansiklopedisi'ni bir müzeye

değil, ilk müzelerin arkasında yatan "tuhaflıklar dolaplarına" benzetmek daha

yerinde olur. Istanbul Ansiklopedisi'nin sayfalarını çevirmek, özellikle on altı ile

on sekizinci yüzyıl arasında Avrupa prensleri ve sanatçıları arasında moda olan

bir tuhaflıklar dolabının vitrinlerindeki deniz kabuklarına, acaip hayvan

kemiklerine, maden numunelerine bugünün gözüyle bakmaya benziyor: Hem

hayretle, hem gülümseyerek.

 

Istanbul Ansiklopedisi benim kuşağımdan kitapseverler arasında işte bu

gülümseyişle çok sevildi önce. Bu gülümsemede, Koçu'dan daha çok "Batılı" ve

"modern" olmakla övünen ve ondan yarım yüzyıl genç bir kuşağın, onun bu tuhaf

eserine "ansiklopedi" deyişine dudak büküşü var elbet. Batı medeniyetinin

yüzyıllarla geliştirdiği bir kavramı bir gelişigüzellik içinde bir hamlede

sahiplenme isteğinin saflığına, iyimserliğine şefkat ve anlayış duymak da var.

Ama daha arkada, modernlik ile Osmanlı uygarlığı arasında bölünmüş

Istanbul'un hiçbir sınıflamaya, hiçbir disipline sığmayan tuhaflığına,

karışıklığına, anarşisine ve garipliğine denk düşen bir kitaba sahip olmanın

mutluluğu da var. Hem de piyasada bulunmayan on bir koca cilt!

 

Bazan bu on bir cildin hepsini okumak zorunda kalan birisine rastlarım:

Istanbul'un yıkılmış tekkeleri üzerine bir araştırma yapan sanat tarihçisi bir

arkadaşım ya da kimsenin bilmediği Istanbul hamamları hakkında bir araştırma

yapan bir başkası... O zaman aynı hüzünlü gülümsemeyi kaybetmeden Istanbul

Ansiklopedisinden biraz söz etmek için içgüdüsel bir istek duyarız. Eski Istanbul

hamamlarının erkekler kısmının kapısında hamamda yıkananların delik

ayakkabılarını, eşyalarını onaran birer eskici olduğunu araştırmacı arkadaşım

okumuş mu diye bir sorarım ben. Istanbul'da çıkan bir tür eriğe niye türbe eriği

dendiğini aynı ciltteki "Eyyubsultan Türbe Eriği" maddesine gönderme yaparak

bana sorar arkadaşım.

 

Bahriyeli Ferhad kimdir? diye masanın üzerindeki cildi karıştırıp bir yeni soru

sorarım. (Cevap: 1958 yılında bir yaz günü ada vapurundan denize düşen on yedi

yaşındaki genci denize atlayıp kurtaran cesur bahriye neferidir.) Bir süre

özellikle son ciltlerdeki kalıplaşmış bir ifadeyi gülümseyerek hatırlarız: "Sokağın

son haline, madde yazılırken gidip bakılamadı." Konuşmamız, 1961 yılında,

Beyoğlu gangsterlerinden Arnavud Cafer'in, amansız rakibinin fedaisini nasıl

öldürdüğü üzerine ("Dolapdere Cinayeti" maddesi) ya da özellikle Istanbul'un

Rum, Yahudi ve Ermeni azınlıklarının çok sevdiği domino oyununa meraklı

olanların bir zamanlar toplandığı "Dominocular Kahvehanesi" (maddesi)

hakkında konuşuruz.

 

Bu noktada sohbet, mesela benim çocukluğumda bizim apartmanda da domino

oynandığı, Nişantaşı ve Beyoğlu'nun oyuncakçı, tütüncü ve kırtasiyecilerinin

eskiden domino takımı sattıklarını anlatmam üzerine hatıra ve geçmişe özlem

kıvamını da bulabilir. Ya da "simsarlığım yaptığı beş kız ile memleket memleket

dolaşan ve kendisi ve kızları Anadolu'dan gelen tüccarlar tarafından çok iyi

tanınan" estetik sünnetli "Don Adam" maddesinden ya da on dokuzuncu yüzyıl

ortalarında Batılı turistlerin gözdesi Beyoğlu'ndaki Emperiyal Oteli'nden ya da

"Dükkan" maddesinde uzun uzun anlatıldığı gibi, Istanbul'daki dükkan adlarının

nasıl ve hangi mantıkla değiştiğinden söz ederiz.

 

Sohbetimizin bir noktasında konumuzun Istanbul Ansiklopedisi olmasına

rağmen, heyecan ve sevgimizin Reşat Ekrem Koçu'ya yönelik olduğu

gülümseyişimizden anlaşılır. Ama bir süre sonra gittikçe yoğunlaştığını

hissettiğimiz hüzün, asıl konunun bu da olmadığını hissettirir bize. Asıl konu,

Istanbul'un karmaşasını Batılı "bilimsel" sınıflama ve açıklama usulleriyle

anlama gayretinin başarısız olduğunu görmektir. Bunun bir nedeni elbette

Istanbul'un diğer Batı şehirlerinden farklılığı, karmaşası, anarşisi, kat kat

tuhaflığı, alışılagelmiş sınıflamalara direnen düzensizliğidir. Ama bu "tuhaflık",

benzersizlik ve başkalıktan şikayetimizin havası bir noktadan sonra bunun bir

şikayet değil övünme ve aslında Koçu'nun ansiklopedisini sevenlerin hoşlandığı

cinsten bir çeşit Istanbul milliyetçiliği olduğunu sezdirir bize.

 

Istanbul'un tuhaflığıyla övünmenin tuhaflığına düşmemek için Koçu'nun

ansiklopedisinin yarıda kalmasının ve "başarısızlığının" nedeninin, hüzünlü

yazarımızın Batılı anlama ve sınıflama usыllerine yeterince hakim olamaması,

yeterince Batılı olmaması olduğunu düşündüğümüzde de, aslında onu tam da bu

nedenlerden, "başarısızlığı" sayesinde sevdiğimizi hatırlarız. Istanbul Ansiklopedisi'ni

-ya da dört hüzünlü yazarın eserlerini- yarım bıraktıran,

başarısızlığa uğratan şey, bu yazarların sonuna kadar Batılı olamamalarıdır.

Ama şehrin kendisini ve manzaralarını başka bir gözle farkedebilecek kadar da

geleneksel kimlikten sıyrılmışlar, Batılı olmak için en sonunda kendilerini Batı

ile Doğu arasında bırakan geri dönüşsüz bir yolculuğa da cesaretle çıkmışlardır.

Koçu'nun ve diğer üç hüzünlü yazarın eserlerinin en "güzel" ve derin sayfaları,

bedeli yalnızlık, ödülü özgünlük olan bu iki dünya arasında kalmış sayfalardır.

 

Koçu'nun ölümünden sonraki yıllarda, 1970'lerin ortasında, Kapalıçarşı'ya her

gidişimde uğradığım Beyazıt Camii bitişiğindeki Sahaflar Çarşısı'nda Istanbul

Ansiklopedisi'nin ciltlenmemiş fasiküllerinin, Koçu'nun hayatının son yıllarında

kendi parasıyla bastırdığı kitaplarının, sararmış, solmuş, nemlenmiş, ucuz ve

eski kitaplarla beraber sergilendiğini görürdüm. Babaannemin kütüphanesinde

bulup okumaya başladığım bu ciltlere, kiloyla çöp kağıt fiyatına satılmalarına

rağmen hiç alıcı çıkmadığını söylerdi tanıdık kitapçılar.

 

FETIH MI, DÜŞÜŞ MÜ: CONSTANTINOPLE'UN TÜRKLEŞTIRILMESI

Istanbullu Türklerin çoğu gibi, çocukluğumda Bizans ile çok az ilgiliydim.

Çocukken Bizans deyince aklıma Rum Ortodoks papazlarının korkutucu kıyafet

ve sakalları, şehrin içine dağılmış Bizans kemerleri ve kırmızı tuğladan eski

kiliseler ve Ayasofya gelirdi. Bütün bunlar, zaten bilinmesine gerek kalmayacak

kadar eski bir zamanda kalmıştı. Bizans'ı fethedip yok eden Osmanlı bile çok

arkada kalmış gibi gelirdi bana. Bizler onlardan sonra Istanbul'a gelen "yeni

uygarlığın" ilk kuşağıydık. Reşat Ekrem Koçu'nun tuhaflıklarını anlattığı

Osmanlıların hiç olmazsa bizimkine benzer adları vardı. Bizanslılar ise Fetih ile

birlikte yok olmuşlardı.

 

Onların torunlarının torunlarının torunları ise Beyoğlu'ndaki manifaturacı,

ayakkabıcı ve pastacı dükkanlarını işletiyorlardı. Çocukluğumun önemli

eğlencelerinden biri, annemle Beyoğlu'na alışverişe gitmek, Rumların işlettiği

çeşit çeşit dükkana girip çıkmaktı. Bazı kumaşçı dükkanlarında babaanne-

kızları bütün bir aile çalışır, annem perdelik bir kumaş ya da yastık kılıfına

kadife seçmek için oraya gittiğinde, bütün aile aralarında hızlı hızlı Rumca

konuşmaya başlardı.

 

Daha sonra bu tuhaf dili ve tezgahtar kızlarla babalarının heyecanlı

hareketlerini evde taklit ederdim. Yaptığım taklitlere gösterilen ilgi, gazetelerin

onlardan söz ediş şekli, arada bir "Türkçe konuşun!" diye Rumların azarlanması,

tıpkı şehrin yoksulları ve gecekondularda oturanları gibi, Rumların da "itibarlı"

kişiler olmadığını bana sezdirirdi. Fatih'in Istanbul'u fethedip, şehri onların

elinden almasının bunda bir payı olduğunu düşünürdüm. Arada bir "büyük

mucize" diye anılan Istanbul'un Fethi'nin beş yüzüncü yılı benim doğumumdan

bir yıl sonra, 1953'te kutlanmıştı, ama bu vesileyle çıkarılan pul dizisinden başka

bir şey ilgimi çekmezdi. Bu pullarda gemilerin karadan ilerletilmesi, Bellini'nin

yaptığı Fatih portresi ya da Rumelihisarı gibi Fetih ile ilgili bütün kutsal

hayaller bir resmi geçit yapıyordu.

Bazı olayların nasıl adlandırıldığına bakarak dünyanın neresinde, Doğu'da mı,

Batı'da mı olduğumuzu çıkarabiliriz. 29 Mayıs 1453'te olan şey, Batılılar için

Constantinople'un Düşüşü, Doğulular içinse Istanbul'un Fethi'dir. Kısaca

"Düşüş" ya da "Fetih". Yıllar sonra New York'ta Columbia Üniversitesi'nde

okuyan karım bir ödevinde "Fetih" kelimesini kullandığı için Amerikalı profesör

tarafından milliyetçilikle suçlanmıştı. Liseyi Türkiye'de okuduğu için olaya Türk

milli eğitiminin kelimeleriyle bakan, anne tarafından Rus kökenli karımın kalbi,

oysa biraz da Ortodokslardan yanaydı. Ya da, belki de olayı aslında ne fetih ne de

düşüş olarak görüyordu, ama ya Hıristiyan ya da Müslüman olmaktan başka bir

seçeneği olmayan kimi bahtsız harp esirleri gibi iki dünya arasında kalmıştı.

 

Istanbullular olayı "Fetih" olarak kutlamayı 20. yüzyıl başında Batıcılık ve Türk

milliyetçiliği sayesinde öğrendiler. Geçen yüzyılın başında Istanbul'un

nüfusunun yarısı Müslüman değildi ve gayri müslim nüfusun çoğunluğu

Bizans'ın devamı olan Rumlardı. Çocukluğumda ve ilkgençliğimde

Constantinople kelimesinin kullanımından Türklerin bu şehre ait olmadığı,

buranın ilk sahiplerinin bir gün geri gelip biz beş yüz yıllık işgalcileri

kovalayacağı, en azından bizleri ikinci sınıf vatandaş yapacağı gibi sonuçlar çıkaran

kuvvetli bir Türk milliyetçisi hareket vardı. Onlar "Fetih" fikrini

önemserdi. Oysa Osmanlılar da şehre bazan Constantinople derlerdi.

 

Batılılaşmayı önemseyen Türkler ise Fetih'in altını çizmekten hoşlanmazlar.

1953'teki Fethin beş yüzüncü yıl törenlerine, yıllar süren hazırlıklara rağmen

Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes Batılı dostları ve

Yunanlıları gücendirmemek için son anda katılmaktan caymıştı. Soğuk savaşın

ilk yıllarında, NATO üyesi Türkiye, Fetih'i dünyaya hatırlatmak istemiyordu. Üç

yıl sonra ise, 1955'te Türk hükümetinin el altından kışkırttığı kalabalıklar

denetlenemeyince Istanbul'daki Rum ve diğer azınlıkların malları yağmalandı.

Kiliselerin tahrip edildiği, papazların öldürüldüğü bu olaylar, Düşüş'ün "Batılı"

tarihçilerin anlattığı yağma ve acımasızlık olaylarına benzer. Milli devletlerin

kurulmasından sonra kendi azınlıklarına "rehin" muamelesi yapan Türk ve

Yunan devletlerinin yanlışları yüzünden son elli yılda Istanbul'u terkeden

Rumların sayısı, 1453'ten sonraki elli yılda terkedenlerden fazladır.

 

1955 yılında Ingilizler Kıbrıs'tan çekilir, Yunan hükümeti adayı bütünüyle

devralmaya hazırlanırken Türk gizli servislerinden bir ajan, Selanik'te,

Atatürk'ün doğduğu eve bir bomba attı. Bu haber ikinci baskı yaparak olayı

büyüten Istanbul gazetelerince bütün şehre duyurulunca gayri müslim

azınlıklara düşman bir kalabalık Taksim Meydanı'nda birikti ve önce

Beyoğlu'nu, annemle gittiğimiz bütün o dükkanları, sonra bütün Istanbul'u

sabaha kadar yakıp yıkıp yağmaladı.

 

Ortaköy, Balıklı, Samatya, Fener gibi şehrin Rum nüfusunun yüksek olduğu

mahallelerinde de uyguladıkları şiddetle dehşet uyandıran yağmacı çeteler, kimi

yerlerde fakir küçük Rum bakkal dükkanlarını yıkıp yağmaladıkları,

mandıraları yaktıkları, evleri basıp Rum-Ermeni kadınlarının ırzına geçtikleri

için, Fatih Sultan Mehmet'in Fetih'ten sonra Istanbul'u yağmalayan askerleri

kadar acımasız davrandıkları söylenebilir. Şehre iki gün dehşet saçan ve

Istanbul'u Hıristiyanların ve Batılıların en kötü oryantal kabuslarından da daha

cehennemi bir yere çeviren yağmacıları harekete geçirmek için, devlet destekli

örgütçülerin, onlara yağma serbesttir dedikleri de daha sonra ortaya çıktı.

 

Sokaklarda Müslüman olmayan herkesin linç edilme tehlikesi geçirdiği gecenin

sabahında, Beyoğlu ve Istiklal Caddesi, vitrinleri, kapıları kırılıp yağmalanmış

dükkanlardan götürülemeyen, ama zevkle tahrip edilen eşyalarla doluydu. Renk

renk, top top, cins cins kumaşların, halıların, elbiselerin üzerine o zamanlar Türkiye'de

yeni yeni yaygınlaşan buzdolapları, radyolar, çamaşır makineleri

devrilmiş; cadde kırılmış, parçalanmış, porselen takımları, oyuncaklar (zamanın

en iyi oyuncakçı dükkanları Beyoğlu'ndaydı), mutfak eşyaları, o zamanların

modası akvaryumlar ve avizelerin cam kırıklarıyla kaplanmıştı. Şurada burada


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 75 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 14 страница| Orhan Pamuk 16 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.04 сек.)