Читайте также: |
|
Odama dönüp kendi kendime kaldıktan bir süre sonra ("niye artık kapını
kilitliyorsun hep?" demeye başlamıştı annem) ikiyüzlülüğün ve kusurun yalnız
bende değil, insan ilişkilerini kuran o cemaat ruhunda, "biz" söyleminde, insanın
ancak sapıtarak dışarıdan görebileceği "şehir ideolojisi"nde olduğunu sezerdim.
Ama bu kavramlar ruhunda olup bitenleri yıllar sonra hatırlayıp onları anlamlı
ve eğlenceli bir hikayeye dökmeye çalışan elli yaşındaki yazarınızın sözleri. On
altıyla on sekiz yaşlarımdayken yalnız kendimi değil, Istanbul'da yaşadığım
çevreyi ve kültürü, olup bitenlerin anlamını bize açıklayan resmi ve gayriresmi
siyasal söylemi, gazetelerin manşetlerini ve şehrin ve şehirlilerin kendilerini ol-
duklarından daha başka gösterme isteğini ve aslında kendilerini hiç anlamama
isteğini, sokaklarda kafamın içinde zonklamaya başlayan harfleri ve reklam
panolarını fazlasıyla boğucu bulur, kendimi ve şehri saran yüzeyselliği
küçümserdim.
Sorunum belki de çocukluğuma rengarenk bir mutluluk ve hakiki bir derinlik
veren "ikinci dünya" nin taleplerini on beş yaşımdan sonra karşılayamamaktı.
Resim yapmak, haklarında kitaplar okuduğum Fransız ressamları gibi yaşamak
istiyordum, ama ne o dünyayı Istanbul'da kuracak gücüm, ne de Istanbul'un o
dünyaya benzetilebilecek bir yanı vardı. Türk izlenimcilerinin camili, Boğaz'lı ve
ahşap konaklı ve karlı sokak manzaralarının en kötüleri bile bana zevk
vermiştir. Ama resim oldukları için değil, resmettikleri Istanbul olduğu için.
Başkalarının yaptığı ya da kendi yaptığım bir resim Istanbul'a benzerse iyi resim
olmuyor; iyi resim olursa, benim istediğim kadar Istanbul'a benzemiyordu. Belki
de şehri bir resim, bir manzara olarak görmekten vazgeçmeliydim.
On altı-on sekiz yaşlarımda, bir yandan radikal bir Batılılaşmacı gibi, şehrin ve
kendimin bütünüyle Batılı olmasını istiyor, bir yandan da içgüdülerim,
alışkanlıklarım ve anılarımla sevdiğim Istanbul'a ait olmak istiyordum.
Çocukken bu iki talebi (bir çocuk ileride hem serseri, hem de büyük bir bilim
adamı olacağını aynı anda sorunsuzca düşleyebilir) aklımın iki ayrı köşesinde
koruyabilme yeteneğini yaşım ilerledikçe kaybetmem, beni yavaş yavaş, hüzünlü
bir kişiye çeviriyordu.
Istanbul'un yeterince modern olmadığını, yoksulluk ve sefaletinden
kurtulmasının, üzerindeki yenilgi duygusunu atmasının daha çok zaman
alacağını umutsuzlukla anlıyor, kendi hayatım ve şehrim konusunda
kederleniyordum da denebilir. Yaşım ilerledikçe, bütün Istanbul'un hem tevek-
külle, hem de gururla sahiplendiği hüzün, benim ruhuma da böyle sızıyordu işte.
Ama aynı hüzün müydü bu, yoksa şehrin hüznüne teslim olmanın "hüznü" müydü?
Belki de asıl neden ne Istanbul'un yoksulluğuydu, ne de yıkıcı bir yük olarak
şehrin taşıdığı hüzün duygusu. Zaman zaman, ölmekte olan, yaralı bir hayvan
gibi bir köşeye saklanıp tek başına kalma isteğim, her geçen gün daha da
sıklaşan bu istek dışarıdan değil, doğrudan içimden geliyordu belki de.
Kaybettiğim için onca hüzünlendiğim şey neydi o zaman? Neden, kimden ayrı
düştüğüm için kederliydim?
ILK AŞK
Bu bir hatıra kitabı olduğuna göre, onun adını saklamak, Divan şairleri gibi gizli
sevgili hakkında bir ipucu veriyorsam, tıpkı şimdi anlattığım aşk hikayesi gibi bu
adın da yanıltıcı olabileceğini sezdirmeliyim. Adı Farsça kara gül anlamına
geliyordu ama ne neşeyle denize atladığı rıhtımlarda, ne de gittiği Fransız
okulunun sınıflarında, bu anlamı bilen yokmuş gibi gelirdi bana. Çünkü uzun,
parlak saçları siyah değil kestane rengiydi, gözleri de bir derece daha koyu
kahverengi. Bunu ona ukalaca söylediğimde, birden çok ciddileştiği zamanlarda
yaptığı gibi kaşlarını çatmış, kiraz dudaklarını ileri doğru uzatıp anlamını tabii
ki bildiği bu adın Arnavut anneannesinin adı olduğu için kendisine annesi
tarafından verildiğini anlatmıştı.
Benim annemin anlattığına göre ise "o kadın", yani annesi, çok erken evlenmiş
olmalıydı, çünkü annem, ağabeyimle beni, bizler üç ve beş yaşındayken
Nişantaşı'ndan Maçka Parkı'na götürdüğü kış sabahları "bir genç kıza" benzeyen
annesinin salladığı kocaman bir çocuk arabasında uyuklayan onu da görürmüş.
Annem Arnavut anneannenin Istanbul'un işgali günlerinde kimi kötülükler
yapmış olduğunu ya da Atatürk'e karşı çıktığı için küçümsememiz gereken bir
paşanın hareminden çıktığını da ima etmişti bir kere, ama o yıllarda yanan
Osmanlı konakları ve eski Istanbul aileleriyle ilgili hikayelere hiç meraklı
olmadığım için bu ayrıntılar aklımda kalmamış. Babam ise, küçük kara gülün
babasının Ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra hükümette tanıdığı nüfuzlu
yakınlarının da torpiliyle bazı Amerikan ve Hollanda şirketlerinin
acentalıklarını alarak bir anda zengin olduğunu hiç de düşmanca olmayan bir
havayla söylemişti.
Çocukluk yıllarında parktaki karşılaşmalardan sekiz yıl sonra, onu bu sefer
dönemin yeni zenginleri arasında, 1960 ve 70'lerde bir süre moda olan ve bizim
de bir ev aldığımız Istanbul'un doğusundaki Bayramoğlu Mahallesi'nde bisiklete
binerken görmeye başladım. Küçük mahallenin boş olduğu iyi zamanlarında bol
bol denize girer, balığa çıkıp çapariyle uskumru ve istavrit yakalar, futbol oynar
ve on altı yaşımdan sonra, yaz akşamları kızlarla dans ederdim. Daha sonra ise,
liseyi bitirdiğim ve mimarlık okumaya başladığım yıllarda, bizim evin zemin
katında resim yapıp kitap okurdum.
Bunda ders kitaplarından başka herhangi bir şey okuyan herkesi "entellektüel"
ve bu yüzden de şüpheli ve "kompleksli" sanan zengin çocuğu arkadaşlarımdan
uzaklaşmak istememin ne kadar payı vardı? "Kompleksli" kelimesini ekonomik
ve psikolojik nedenlerden huzursuz olan herkes için kullanan çocukluk
arkadaşlarım da belki artık bana burun kıvırıyorlardı. Benim için erken yaşta
kullanmaya başladıkları entellektüel kelimesiyle kastedilen "zengin düşmanı
özentili kişi" konumundan da rahatsız olduğum için kitaplarımı -Woolf, Freud,
Sartre, Mann, Faulkner- keyfi için okuduğumu söylediğimde, o zaman satır
altlarını niye çizdiğimi sormuşlardı bana.
Ama kara gülün ilgisini de, bir yaz sonunda bu kötü şöhretim yüzünden çektim.
Oysa yaz boyunca ve arkadaşlarımı daha çok gördüğüm önceki yazlarda ikimiz
de birbirimizi fazla farketmemiştik. Arkadaşlarıma takıldığım zamanlarda, gece
yarıları, yarım saat uzaklıktaki Istanbul'a, Bağdat Caddesi'ne, Mercedes,
Mustang ve BMVV'lerini yarıştırarak (ve bazan çarpıştırarak) gidip dis-
koteklerde dans edip geri gelmek; sürat.tekneleriyle gidilen ıssız bir kayalığa
yerleştirilen boş gazoz ve şarap şişelerine şık av tüfekleriyle ateş ederken çığlık
atan kızları yatıştırmak; Bob Dylan ve Beatles dinlerken poker ya da monopoli
oynamak gibi hep birlikte yapılan eğlenceler arasında, birbirimizle
ilgilenmemiştik hiç.
Bütün o gürültücü genç kalabalık, yaz sonunda yavaş yavaş dağılmış, her sene
Eylül ayında mutlaka bir iki sandalı parçalayan, yatları, sürat motorlarını
tehlikeye atan lodos fırtınası da arkasından yağmur getirerek dinmişti ki, on
yedi yaşındaki kara gül alt kata, benim kendimi fazla ciddiye alarak resim
yaptığım "atölyeye" gelip gitmeye başladı. Bütün arkadaşlarım zaman zaman
oraya uğradıkları, boyalarımla, fırçalarımla kağıtlara birşeyler çiziştirip,
kitaplarımı şüpheyle kurcaladıkları için bunda olağanüstü bir yan yoktu. Üstelik
zengin-fakir, kız-erkek pek çok Türk yaşıtı gibi, onun da günlerini
doldurabilmek, vakit geçirebilmek için birileriyle gevezelik etmesi gerekiyordu.
Ilk başlarda, arkada kalan yazın dedikodularından, kimin kime aşık olduğu,
kimin kimi nasıl kıskandığı gibi benim o yaz çok da iyi takip edemediğim
şeylerden konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ellerim pis olduğu için bir boya
tüpünün kapağını açmak ya da çay hazırlamak gibi şeylerde bazan bana yardım
eder, sonra gene köşedeki yerine geçer, ayakkabılarını çıkarır, elinin birini yastık
edip başının arkasına koyarak divana uzanırdı. Bir gün oturduğu yerden ona
haber vermeden karakalem bir resmini yaptım. Bundan hoşlandığını farkedince
sonraki gelişinde de yaptım. Bir başka sefer, resmini yapacağımı söylediğimde,
"Nasıl oturayım?" diye sordu bana, ilk defa kameraların karşısına çıkan bir film
yıldızı adayı gibi hem memnun, hem de elini kolunu nereye koyacağını
bilemeden.
Ince uzun bir burnu, iyi çizebilmek için gözlerimi diktiğimde kenarları belli
belirsiz bir gülümsemeyle açılan küçük bir ağzı, geniş bir alnı, uzun boyu,
güneşten yanmış uzun bacakları vardı ama bana geldiği zamanlar
anneannesinden kalma şık, uzun ve kapalı bir etek giydiği için yalnızca küçük ve
düzgün ayaklarını görürdüm. Resmini yaparken küçük göğüslerinin çevresine,
upuzun boynunun civarındaki olağanüstü beyaz tene baktığımda yüzünde hafif
bir utanma belirirdi.
Ilk başlarda çok konuştuk, daha çok da o anlattı. Gözlerinde, dudaklarında
gördüğüm bir kederi işaret ederek, "O kadar kederli bakma!" dediğim için
beklemediğim bir dürüstlükle evdeki anne baba kavgalarını, kendinden küçük
dört erkek kardeşinin aralarındaki bitip tükenmeyen boğuşmaları, babasının
cezalarına -ev hapsi, sürat motoru yasağı, bir-iki tokat- karşı kimi zaman onları
nasıl koruduğunu, babası başka kadınların peşinden koştuğu için çok üzülen
annesini de teselli ettiğini; benim babamın da böyle şeyler yaptığını bildiğini,
çünkü annemin briç arkadaşı olan onun annesiyle dertleştiğini gözlerini
gözlerimin içine dikerek anlattı.
Ama yavaş yavaş bir suskunluğa gömülüyorduk. Her zamanki yerine gelip
oturuyor, ya benim yaptığım ve kuvvetli bir Bonnard etkisi taşıyan resim için poz
veriyor ya da etraftaki kitaplardan birini açıp aynı divanda çeşitli pozlarda
okuyordu. Daha sonra, onun resmini yapayım ya da yapmayayım, ben atölyede
çalışırken çat kapı gelip, sözü fazla uzatmadan köşedeki divana uzanıp kitap
okumayı, kitap okurken resmedilmeyi ve bazan da gözünün ucuyla kendi resmini
yapan beni seyretmeyi alışkanlık edindi. Her sabah çalışmaya başladıktan bir
süre sonra o gelsin diye beklediğimi, onun da beni fazla bekletmeden yüzünde
aynı utangaç gülümseyiş, neredeyse özür diler gibi yerine geçip uzandığını
hatırlıyorum.
Seyrekleşen konuşmalarımızın konularından biri de gelecekti: Ona göre ben çok
yetenekli ve çalışkandım ve ileride bütün dünyaca ünlü bir ressam olacaktım -
yoksa Türk ressamı mı demişti-, o da benim serginin Paris'teki kalabalık
açılışına Fransız arkadaşlarıyla gelecek ve "çocukluk" arkadaşı olduğumuzu
söyleyerek övünecekti.
Bir akşamüstü, yağmurdan sonra pırıl pırıl olan manzaraya ve bir süre beliren
gökkuşağına yarımadanın öteki ucundan bakmak bahanesiyle, benim karanlık
atölyemden çıkıp mahallenin sokaklarında ilk defa birlikte uzun uzun yürüdük.
Hiçbir şey konuşmadığımızı, yaz bittiği için yarı boşalmış mahalledeki birkaç
tanıdığın bakışlarından ve annelerimize rastlama ihtimalinden huzursuz ol-
duğumuzu hatırlıyorum. Ama bütün bu gezintiyi "başarısız" yapan şey, bunlar,
hatta gökkuşağının biz yetişemeden yok oluşu değil, aramızdaki gizli gerginlikti.
Boyunun ne kadar uzun, yürüyüşünün ne kadar hoş olduğunu ilk defa
farkediyordum.
Son cumartesi akşamı birlikte bir yere gitmeye karar verdik ve bizim gibi hala
mahallede olan birkaç meraklı ve önemsiz arkadaşa bu konuyu hiç açmadan
buluştuk. Babamdan arabayı almıştım, gergindim. Makyaj yapmış, kısacık bir
etek giymiş, arabada uzun bir süre kalan hoş bir koku sürmüştü. Ama daha
eğlence yerine varmadan yürüyüşümüzü "başarısız" kılan o hayaletin gene ara-
mızda olduğunu hissettik. Yarı boş ama aşırı gürültülü diskotekte benim
atölyemdeki konuşmaların ve şimdi ne kadar derin olduğunu farkettiğimiz uzun
ve huzur verici sessizliklerin boşu boşuna taklitlerini yaparken bulduk
kendimizi.
Gene de yavaş bir müzik parçası çalarken dans ettik. Önce başkalarının da böyle
yaptıklarını gördüğüm için kollarımda onu sıktım, sonra içimden geldiği gibi ona
sarıldım ve saçlarının badem koktuğunu farkettim. Bir şey yerken ağzını küçük
hareketlerle oynatışını, meraklandığı zaman yüzünde beliren sincap bakışım
seviyordum.
Onu evine bırakmadan önce arabadaki sessizlikte ona "Resim yapalım mı?"
dedim. Çok bir heyecan göstermeden razı oldu, ama bizim bahçenin karanlığında
yürürken -elim elini tutuyordu- atölyenin ışıklarının açık olduğunu görünce -
içerde biri mi vardı?- vazgeçti.
Ertesi üç gün gene geldi ve divana uzanarak, sessizce oturup resim yapışımı,
elindeki kitabın sayfalarını ve dışarıdaki köpük köpük dalgalı denizi seyredip
fazla bir tören yapmadan gitti.
Ekim ayında Istanbul'da onu aramak hiç yoktu aklımda. Tutkuyla okuduğum
kitaplar, hırsla yaptığım resimler, radikal siyasete meraklı arkadaşlar ve
üniversite koridorlarında birbirlerini öldüren marksistler, milliyetçiler ve
polislerin yanında yazlık arkadaşlarımdan ve giriş kapısında barikatlar ve
bekçiler bekleyen zengin mahallesiyle ilgili her şeyden utanıyordum.
Ama kaloriferlerin yanmaya başladığı soğuk bir Kasım akşamı evlerine telefon
ettim. Telefonu annesi açınca, hiç konuşmadan ahizeyi kapadım ve hiçbir şey
olmamış gibi hayatıma devam ettim. Ertesi gün o saçma telefonu neden ettiğimi
sordum kendime. Aşık olduğumu anlamadığım gibi, ilerideki bütün aşk
maceralarımda yerlerde sürünecek kadar takıntılı biri olduğumu da henüz
keşfetmemiştim.
Bir hafta sonra, gene soğuk ve karanlık bir akşamüstü telefon ettim. O açtı.
Aklımın bir köşesinde daha önceden dikkatle hazırladığım cümleleri, kendime
bile farkettirmeden şimdi aklıma gelivermiş gibi söyledim: Yaz sonunda ona
bakarak yapmaya başladığım bir resim vardı ya hani, onu bitirmek istiyordum,
bunun için bir öğleden sonra bana poz verebilir miydi?
"Aynı kıyafetle mi?" diye sordu. Bunu düşünmemiştim. "Aynı kıyafetle," dedim.
Bir çarşamba günü, bir zamanlar annemin de gittiği Dame de Sion'un kapısında
onu beklerken, lise kapısında kız bekleyen benim gibi genç çapkınların, kapıdaki
ana-baba-aşçı-uşak kalabalığından uzak durduklarını, kenarlardaki ağaçların
arkasına, kapı eşiklerine sindiklerini gördüm. Fransız Katolik okulunun lacivert
etekli, beyaz gömlekli yüzlerce öğrencisi arasında belirince bana boyu kısalmış
gibi gözüktü, saçları toplanmıştı, ellerinde ders kitapları ve bana poz vereceği
yazlık kıyafeti taşıdığı bir plastik torba vardı.
Annemin bize çay-pasta ikram edeceğini sandığı bizim eve değil de, annemin
resim yapayım diye kullanmama izin verdiği Cihangir'deki eski eşyalarla dolu
atölye-daireme gittiğimizi öğrenince tedirgin oldu. Ama orada ben sobayı
yaktıktan ve o da yazlık evdeki gibi uzun bir divana yerleşip benim de "ciddi"
olduğumu gördükten sonra rahatladı, ısınan odada bana göstermeden yazlık
uzun elbisesini giyip uzandı.
Böylece, bir aşk ilişkisi şeklini almadan, on dokuz yaşındaki genç ressam ile
daha da genç modeli şeklinde yeniden başlayan ilişkimiz sanki notalarını
kendimizin de anlayamadığı tuhaf bir müziğin ahengiyle sürdü. Başlarda iki
haftada bir Cihangir'deki daireye geliyordu, sonra bu haftada bire indi. Benzer
pozlarda (divana uzanmış genç kız) başka resimlerini de yapmaya başladım.
Yazın son günlerinde konuştuğumuzdan da az konuşuyorduk artık. Ben
mimarlık fakültesi, kitaplar, ressam olma planları gibi şeylerle tıkış tıkış dolu
asıl hayatımın içine açılan bu ikinci hayatın saflığını bozmaktan korkar,
dertlerimi güzel ve kederli modelimle hiç konuşmazdım. O anlamayacağı için
değil, birbirlerinden çok ayrı durmalarını istediğim bu iki dünyayı
karıştırmamak için. Yazlık arkadaşlarımı, babalarının fabrikalarının başına
geçmeye hazırlanan lise arkadaşlarımın dünyasını terketmek istiyordum, ama
kara gülü haftada bir görmek -artık bunu kendimden saklayamıyordum- beni çok
mutlu ediyordu.
Bazan yağmurlu günlerde, tıpkı çocukluğumda aynı apartmanda teyzemde
misafir kalırken olduğu gibi Cihangir'deki Tavuk Uçmaz Yokuşu'nü çıkan
kamyonetler ve Amerikan arabaları, ıslak parke taşları üzerinde tekerleklerini
kaydıra kaydıra patinaj yapar, biz de dinlerdik. Ben resim yaparken gittikçe
uzayan ve hiç de şikayetçi olmadığım bu sessizliklerde bazan gözgöze gelirdik. Ilk
başta sırf gözgöze geldiğimiz ve o da böyle bir şeyden mutlu olacak kadar çocuk
olduğu için gülümser, bunun pozunu bozacağından endişelenerek hemen
dudaklarını eski şekline getirir ve iri kahverengi gözleriyle gözlerimin içine aynı
sessizlikle uzun uzun bakardı.
Çok uzun süren bu tuhaf sessizliklerin sonuna doğru, onun yüzüne pür dikkat
bakan benim yüzümde beliren ifadeden etkilendiğini hisseder, ben bakışımı hiç
bozmadan hala gözlerinin içine bakmaya devam ederken, bakışlarımın
yoğunluğunun ona bir mutluluk verdiğini, dudaklarının kenarında belirmeye
başlayan ve bu sefer durduramadığı yeni gülümsemeden anlardım. Bir keresinde
bu biraz mutlu, biraz da derin gülümseyişine ben de dudağımın kenarıyla
anlayışlı bir şekilde gülümseyerek (bir yandan da fırçam tuvalin üzerinde
kararsızca geziniyordu) cevap verince güzel modelim özür dileyen bir havayla
neden güldüğünü -ve pozunu bozduğunu- açıklamak ihtiyacı hissetti.
"Bana öyle bakman çok hoşuma gidiyor."
Aslında yalnız gülümseyişini değil, haftada bir öğleden sonra Cihangir'deki bu
tozlu daireye neden geldiğini de açıklıyordu bu. Birkaç hafta sonra dudaklarının
kenarında gene aynı gülüşü görünce fırçayı boyayı bıraktım ve yanına gidip,
divanın kenarına oturup, son birkaç haftadır hayalini kurduğum gibi onu
cesaretle öpmeye başladım.
Çok geç başlayan fırtına, hava karardığı ve odanın kapkaranlık olması ikimizi de
rahatlattığı için kendi doğal akışıyla, hiçbir sınır tanımadan bizi alıp görürdü.
Yattığımız divandan Boğaz vapurlarının projektör ışıklarının karanlık sularda ve
odanın duvarlarında meraklı gezinişi gözüküyordu.
Her zamanki düzenimizi bozmadan buluşmaya devam ettik. Modelimle artık çok
mutluydum, ama böyle durumlarda ileride başkalarına bol bol sunacağım tatlı
aşk sözlerini, kıskançlık nöbetlerini, telaşlar, sakarlıklar ve benzeri duygusal
tepkileri ve aşırılıkları neden esirgiyordum güzelimden? Içimden gelmediği için
değil. Birbirimizi farkettirip bizi birbirimize bağlayan ressam-model ilişkisi bir
sessizlik gerektirdiği için belki. Aklımın en ücra köşesinde utançla ve
çocuksulukla düşündüğüm gibi, onunla evleneceksem ileride ressam değil bir
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 54 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 28 страница | | | Orhan Pamuk 30 страница |