Читайте также: |
|
fabrikatör olmam gerektiğini anladığım için belki.
Sessizce resim yaptığım ve sessizce seviştiğimiz dokuz harika çarşambadan
sonra bu endişelerden çok daha basiti mutlu ressamla modeli arasına girdi.
Arada bir oğullarını denetlemeden yapamayan annem bir bahaneyle Cihangir'e
gitmiş, eski eşya deposu olarak da kullandığı benim atölyeye girip resimleri
görüp, bütün o Bonnard etkisine rağmen ressamın güzel modelini teşhis etmişti.
Her resimden sonra kumral saçlı modelimin benim kalbimi kırarak sorduğu "Bu
bana benziyor mu?" (bu önemli değil, derdim ukalaca) sorusuna kesin ve olumlu
bir cevap olduğu için annemin resimlerimden modeli çıkarması ikimizi de
sevindirmeliydi belki, ama aynı anda annemin modelin annesine telefon edip
çocuklar arasındaki bu yakınlıktan mutlulukla söz etmesi ikimizi de korkuttu.
Çünkü kara gülün annesi Çarşamba öğleden sonraları kızının Fransız
Konsolosluğu'nda tiyatro kurslarına gittiğini zannediyordu: Öfkeli babasından
ise hiç bahsetmeyeyim.
Hemen çarşamba buluşmalarını durdurduk. Kısa bir aradan sonra başka
günlerde, okuldan erken çıktığı öğleden sonraları ya da benim için okulu kırdığı
kimi sabahlar buluşmaya başladık. Cihangir'deki daireye, annemin baskınları
sürdüğü, zaten orada sessizce oturup resim yapacak kadar artık vaktimiz
olmadığı ve bir süre de polis tarafından arandığını ısrarla söyleyen siyasi suçlu
bir sınıf arkadaşımın orada saklanmasına izin verdiğim için girmiyorduk hiç.
Istanbul'un sokaklarına çıkıyorduk, ama Nişantaşı, Beyoğlu ve Taksim'den,
"herkes" dediğimiz ortak tanıdıklarımızın gittiği yerlerden uzak duruyor, benim
Taşkışla'daki üniversiteme, onun Harbiye'deki Fransız Kız Lisesi'ne dörder
dakikalık uzaklıktaki Taksim'de buluşuyor, bir otobüse binip şehrin uzak
köşelerine gidiyorduk.
Önce Beyazıt Meydanı'nı, o zamanlar hala eski havasını koruyan Çınaraltı
Kahvesi'ni (Istanbul Üniversitesi'nin ana kapısında siyasal çatışma başlayınca
garson çocuk istifini hiç bozmazdı), "burada Türkiye'de yayımlanan her kitaptan
bir tane var" diye övünerek gösterdiğim Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ni, gölgeler
içindeki Sahaflar Çarşısı'nı, havalar soğudukça küçük dükkanlarındaki gaz ya da
elektrik sobalarına daha yakın oturan yaşlı kitapçıları, Vezneciler'in boyası
dökülmüş ahşap konaklarla, Bizans yıkıntıları ve incir ağaçlarıyla çevrili
sokaklarını, amcamın kimi kış akşamları hepimizi arabaya bindirip götürdüğü
Vefa Bozacısı'nı ve orada çerçeve içinde duvarda asılı Atatürk'ün boza içtiği
bardağı gösterdim ona.
Nişantaşlı, "Avrupai" bir zengin kızı olarak, Bebek ve Taksim'deki bütün yeni ve
moda dükkan ve lokantaları bilen güzel modelimin, Haliç'in öte yakasında,
hüzünlü, yoksul ve eski Istanbul'un arka sokaklarında ona gösterdiğim onca şey
içerisinde, en çok bir boza bardağının otuz beş yıl yıkanmadan saklanmasına
dikkat etmesine fazla alınmadım. Çünkü, ellerini benim gibi paltosunun
ceplerine sokup, benim gibi hızlı hızlı yürümeyi seven yol arkadaşımdan
memnundum ve bu yerleri benim ilk defa iki-üç yıl önce kendi kendime
keşfederken gösterdiğim dikkatleri gösteriyor olması beni modelime daha aşk
acısı olduğunu tam keşfedemediğim tuhaf bir karın ağrısıyla bağlıyordu.
O da benim gibi, Süleymaniye'nin, Zeyrek'in arka sokaklarındaki yüzer yıllık
ahşap evlerin döküntü havasından, hemen ilk sarsıntıda yıkılacakmış gibi
durmalarından, yoksulluklarından korktu önce. Okulunun hemen karşısındaki
dolmuş durağından beş dakikada gittiğimiz Resim ve Heykel Müzesi'nin bomboş
olmasından büyülendi. Kenar mahallelerdeki kör çeşmeler, hiçbir şey yapmadan
kahveden sokağı seyreden ak sakallı takkeli ihtiyarlar, kuruldukları pencereden
her geçen yabancıyı bir köle taciri gibi dikkatle süzen teyzeler, biz geçerken bizim
hakkımızda bizim duyacağımız şekilde yorum yapan mahalleliler (kim ağbi
bunlar, -bunlar kardeş yahu- baksana yollarını şaşırmışlar) onda da tıpkı benim
gibi bir hüzün ve utanç uyandırırdı.
Hediyelik eşya satmak isteyen ya da düpedüz konuşmak isteyen (turist turist,
what is your name?) çocuklar peşimize takıldığı için, o da benim gibi "bizi niye
yabancı sanıyorlar?" diyerek sinirlenmezdi hiç, ama gene de Kapalıçarşı,
Nuruosmaniye gibi yerlerden uzak duruyorduk. Aramızdaki cinsel çekim
dayanılmaz olduğu zamanlarda -hala Cihangir'e gidip resim yapmamızı
istemiyordu- biz de Resim ve Heykel Müzesi için sık sık gittiğimiz Beşiktaş'tan
gelişigüzel bir vapura binip (54, Inşirah) vaktimiz yettiğince Boğaz'ı, sonbahar
ilerledikçe bütün yaprakları dökülen koruları, poyraz esince yalı önlerinde
ürperir gibi titreyen denizi ve rüzgarla bulutlar yer değiştirdikçe renk değiştiren
akıntılı suları ve çam ağaçlarıyla kaplı yalı korularını seyrederdik.
Yıllar sonra bütün bu yürüyüş ve gezintiler sırasında niye hiç elele
tutuşmadığımızı kendime sorduğumda, asıl gerçeği, benim tutukluğumu gizleyen
pek çok cevap bulmuştum kendime: 1. Biz iki ürkek çocuk aşkımızı duyurmak
için değil, gizlenmek için Istanbul'a çıkıyorduk. 2. Elele tutuşarak yürümek
mutlu olan ve mutlu olduklarını bilerek göstermek isteyen aşıkların hareketiydi,
oysa ben, biz mutlu olsak bile bunu kabul edecek kadar yüzeysel olmaktan
korkuyordum. 3. Böyle bir mutluluk jesti, yıkıntılarla kaplı yoksul ve
muhafazakar kenar mahallelere bir turist gibi "eğlenerek ve kalbimizi vermeden"
baktığımız anlamına gelecekti. 4. Kenar mahallelerin, yoksul ve yıkıntı Is-
tanbul'un hüznü ikimize de çoktan geçmişti zaten.
Bu hüzne iyice kapıldığım zamanlarda ben koşa koşa Cihangir'e gidip gördüğüm
Istanbul görüntülerine koşut bir resim yapmak isterdim, o resmin nasıl bir şey
olacağını bilmeden. Bana katılmayı reddeden güzel modelimin ise hüzne karşı
bambaşka bir ilaç istemesi ilk öğrendiğimde beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
"Bugün moralim çok bozuk," demişti Taksim'de bir buluşmamızda. "Hilton
Oteli'ne gidip çay içelim mi lütfen? Bütün o fakir mahalleler benim moralimi
bugün daha da bozacak. Zaten vaktimiz yok."
Üzerimde o zamanlar solcu öğrencilerin giydiği asker parkası vardı, tıraşsızdım,
beni Hilton Oteli'ne alsalar da acaba yanımda çay param var mıydı - gibi ayak
sürümelerimden sonra otele gittik. Lobide bir tanıdık, babamın her öğleden
sonra burada çay içerse kendini Avrupa'da sanan bir çocukluk arkadaşı beni
tanıdı, yanımda kederli sevgilimin elini fiyakalı bir hareketle sıktıktan sonra
kulağıma arkadaşım matmazelin ne hoş olduğunu fısıldadı, ama ikimizin de aklı
başka yerdeydi.
"Babam beni hemen okuldan alıp Isviçre'ye yollamak istiyor," dedi daha sonra
güzel sevgilim iri gözlerinin her birinden iri birer damla elindeki çay fincanına
doğru hızla inerken.
"Niye?"
Bizi farketmişler. Biz kim diye sormuş muydum? Kara gülümün bundan önceki
sevgililerini de öfkeli ve kıskanç babası önemsemiş miydi? Ben niye böyle önemli
oluyordum? Bu soruları tam sorup sormadığımı bile hatırlamıyorum. Çünkü yarı
bencil, yarı korkak bir şey yüreğimi köreltmiş, beni de acımasızlıkla kendi içime
kapamıştı. Hem onu kaybetmekten -üstelik ne kadar büyük bir acı çekeceğim
daha aklımın ucundan bile geçmiyordu- korkuyordum, hem de korkuları
yüzünden artık divana uzanıp poz vermediği ve benimle sevişmediği için ona
içerliyordum.
"Perşembe günü bunu Cihangir'de daha iyi konuşuruz," dedim. "Nuri çıkmış, ev
boş artık."
Ama ondan sonraki buluşmamızda gene Resim ve Heykel Müzesi'ne gittik.
Müzeye, okulundan dolmuşla çok çabuk gidilebilen ve resimlerle dolu bomboş
odalarında öpüşülebilen bir yer olarak ayağımız çok alışmıştı. Üstelik bizi şehrin
hüznünden ve gittikçe artan soğuğundan da koruyordu. Ama bir süre sonra boş
müzenin ve çoğu kötü resimlerin kendileri de şehirden daha kuvvetli bir hüzün
kaynağı olmaya başladı. Üstelik artık bizi tanıyan bekçiler oda oda bizi takip
etmeye ve modelimle benim aramda gittikçe artan gerilimler çıkmaya başladığı
için orada da öpüşmüyorduk.
Oysa kısa sürede müzede daha sonraki neşesiz günlerimizde bile
vazgeçemeyeceğimiz alışkanlıklar edinmiştik. Istanbul'un sınırlı sayıdaki
müzelerinin bütün bekçileri gibi bize "niye geldiniz sanki!" ifadesiyle ekşi ekşi
bakan iki ihtiyara artık sormamalarına rağmen öğrenci kartlarımızı gösterirken
yapay bir neşeyle her seferinde hal hatır sorar, müzenin sahip olduğu küçük
birer Bonnard ve Matisse'in sergilendiği odalara girerken, bu ressamların adları-
nı huşu içinde aynı anda birbirimize fısıldar ve ilhamı kıt pek çok akademik Türk
ressamının içler acısı tablolarının önünden hızla geçerken taklit ettikleri
Avrupalı ustalarının adlarını çabuk çabuk sayardık: Cezanne, Leger, Picasso.
Bizi hayal kırıklığına uğratan şey, çoğu Avrupa'ya yollanmış, asker kökenli bu
ressamların Batılı ressamlardan etkilenmeleri değil de bu etkilerle yaptıkları
resimlerin bizim aşkla ve üşüyerek gezdiğimiz şehrimizin havasından,
dokusundan, ruhundan pek az şey taşımasıydı.
Gene de ama, bir zamanlar Dolmabahçe Sarayı'nın veliaht dairesi olan bu
odalara -Atatürk'ün öldüğü odanın iki adım ötesinde öpüştüğümüzü düşünmek
de bizi ürpertirdi- yalnızca boş ve elverişli oldukları ya da Istanbul'un yorucu
yoksulluğunun yanında Osmanlı'nın son devir ihtişamı için, yani yüksek
tavanları, harika balkon demirleri ve çoğu yanlarındaki duvara asılı resimlerden
çok daha güzel bir Boğaz manzarasına bakan yüksek pencereleri için değil,
sevdiğimiz bir resim için de geliyorduk.
Bu, Halil Paşa'nın "Yatan Kadın" adlı tablosuydu. Hilton lobisinden sonraki ilk
buluşmamızda, müzede hiç oyalanmadan hızla yürüyüp resmin karşısına geçtik:
Mavi bir sedire genç bir kadın, tıpkı bu resmi ilk görünce şaşıran benim hevesli
modelim gibi ayakkabılarını çıkararak uzanmış ve ressama (kocasına?) kederle
bakarken tıpkı sevgilimin sık sık yaptığı gibi bir elini başına yastık etmişti. Bu
resme bizi bağlayan şey, ressamın modeliyle benim modelim arasındaki tuhaf
benzerlik kadar, resmin durduğu küçük kenar odanın ilk gelişlerimizde öpüşmek
için elverişli olmasıydı.
Yaşlı ve meraklı bekçilerden birinin yaklaştığını, gacır gucur inleyen parkelerden
her anlayışımızda öpüşü kesip resme bakıp çok ciddi bir pozla konuşmaya
başladığımız için resmin bütün ayrıntılarını biliyorduk. Daha sonra Halil Paşa
hakkında ansiklopedilerden edindiğim bilgiler de katılmıştı bunlara.
"Havalar soğudukça kızın ayaklarının üşüdüğünü düşünüyorum," dedim ben.
"Başka kötü haberlerim var," dedi resme her bakışımda Halil Paşa'nın modeline
daha çok benzediğine karar verdiğim sevgilim. "Annem de bu sefer beni görücüye
çıkarmak istiyor."
"Sen de çıkıyor musun?"
"Komik geliyor. Adam bilmemkimlerin Amerika'da okumuş oğluymuş." Zengin
ailenin adını da alaycılıkla fısıldadı.
"Baban onlardan on kat zengin."
"Anlamıyor musun? Beni senden kurtarmak istiyorlar."
"Görücüye çıkıp kahve sunacak mısın?"
"Orası önemli değil. Evde mesele çıksın istemiyorum."
"Cihangir'e gidelim," dedim. "Senin gene bu 'Yatan Kadın' gibi resmini yapmak
istiyorum. Seni doya doya öpmek istiyorum."
Takıntılarımı yavaş yavaş keşfeden ve onlardan korkan güzelim son sorum
yerine ikimizin de aklında olan asıl soruya bir cevap vermeye girişti. "Babam
senin ressam olmak istemene fena halde takmış vaziyette," dedi. "Sen sarhoş ve
fakir ressam olacaksın, ben de çıplak modelin... Böyle korkuları var."
Gülümsemeye çalıştı, ama başarısızca. Parkelerin ağır ağır ama kuvvetle
gacırdamasından bekçimizin yaklaşmakta olduğunu anlayarak, -öpüşmememize
rağmen- alışkanlıkla "Yatan Kadın"a dönüp konu değiştirdik. Oysa, "baban
kızıyla her 'çıkan' (bu kelime bu anlamda Türkçede ilk bu sıralarda kullanılmaya
başlanmıştı) gencin ne iş yaptığını ve kızıyla ne zaman evleneceğini bilmek zo-
runda mı?" demek isterdim. (Ama tıpkı dans ettikleri her kıza aşık olan bazı
arkadaşlarım gibi ben de aklımın bir köşesiyle onunla evlilik düşleri kurmaya
başlamıştım bile.) "Babana mimarlık okuduğumu söyle!" demek de isterdim.
(Ama bu da hem babasına cevap yetiştirmeye çalışmak, hem de şimdiden bir
hafta sonu ressamı olmayı kabul etmek anlamına geliyordu.)
Cihangir'e gidelim mi sorusuna olumlu bir cevabı her alamayışında -artık
haftalar olmuştu- bir süre soğukkanlılıkla ve mantıkla çalışma yeteneğini
kaybeden kafam bir kavga çıkarma azmiyle "ressam olmakta ne varmış?" diye de
sormak istiyordu. Ama "Türkiye'nin ilk Resim ve Heykel Müzesi"nin, Istanbul'un
en güzel yerindeki bu gösterişli veliaht dairesinin boşluğu ve duvarlardaki
açması resimlerin sefaleti bu soruya yeterli bir cevaptı. Asker olan Halil Paşa'nın
yaşlılığında hiçbir resim satamadan, ona modellik eden hüzünlü karısıyla
orduevlerinde ucuz yemek yiyerek yaşadığını daha yeni okumuştum.
Sonraki buluşmamızda, onu içtenlikle eğlendirmeye çalışarak Şehzade
Abdülmecit'in "Haremde Goethe" ve "Haremde Beethoven" adlı ciddi resimlerini
gülümsesin diye gösterdim modelime. "Cihangir'e gidelim mi?" diye soruverdim
sonra. Oysa bu soruyu sormamaya kendi kendime yemin etmiştim. Elimi tutunca
uzun bir süre sustuk. "Seni kaçırmam mı gerekiyor?" dedim gençlik filmlerinden
çıkma bir havayla.
Telefon konuşmalarına sınırlama geldiği için çok daha zor gerçekleşen bir
sonraki buluşmamızda, müzede, "Yatan Kadın"in önünde, güzel ve hüzünlü
modelim, gözlerinden yaşlar akarken bana babasının bir yandan oğullarını çok
fena döverken, bir yandan da kızını "hastalıklı" denecek kadar çok sevdiğini, her
şeyden kıskandığını, ondan korktuğunu söyledi. Ayrıca o da babasını çok
seviyordu. Ama şimdi beni daha çok sevdiğini biliyordu ve ihtiyar müze
bekçimizin koridora girdiğini duyuran ayak sesleri kapımıza gelinceye kadar
geçen yedi saniyede o zamana kadar hiç hissetmediğimiz bir şiddetle ve
çaresizlikle öpüştük. Öpüşürken ikimiz de kırılacak bir porselen eşya tutar gibi
birbirimizin yüzünü tutuyorduk.
Bütün bu süre boyunca, şatafatlı çerçevenin içinden hüzünle bizi seyreden Halil
Paşa'nın karısına döndük sonra. Bekçi kapıda belirdiğinde, "Beni kaçır," dedi
güzelim.
"Peki."
Babaannemden aldığım harçlıkları yıllar önce biriktirip yatırdığım bir banka
hesabım vardı; anne-baba kavgalarının bir sonucu olarak üzerime geçirilmiş,
Rumeli Caddesi'nde bir dükkanın dörtte biri ve birtakım hisse senetleri benimdi
de onların nerede olduğunu bile bilmiyordum. Graham Greene'in eski bir
romanını iki haftada Türkçeye çevirirsem, artık polisten kaçmayan Nuri'nin ta-
nıdığı bir yayımcıdan alacağım parayla, hesaplarıma göre, güzel modelimle
Cihangir'de yaşayacağım atölyem benzeri bir dairenin iki aylık kirasını
verebilirdim. Onu gerçekten kaçırırsan! bugünlerde niye bu kadar dertli
olduğumu soran annem bizim dairede kalmama izin verir miydi?
Bunları, ileride itfaiyeci olmayı düşünen bir çocuğunkinden biraz daha gerçekçi
bir düzeyde düşünerek geçirdiğim bir haftadan sonra Taksim'deki ilk
buluşmamıza gelmeyince, soğukta onu bir buçuk saat bekledim. Akşamüstü,
birilerine içimi boşaltmazsam delireceğimi anladığım için uzun zamandır
aramadığım Robert Kolejli lise arkadaşlarıma telefon ettim. Beni aşık, dertli ve
çaresiz görmekten hoşlandıkları Beyoğlu meyhanesinde, zil zurna sarhoş olmamı
gülümseyerek karşıladılar, on sekiz yaşından küçük bir kızla, babasının rızası
olmadan değil evlenmek, aynı evde oturursam bile hapse tıkılacağımı
hatırlattılar, sarhoş saçmalıklarım üzerine onun için okulu bırakıp, çalışıp para
kazanırsam nasıl ressam olacağımı beni fazla üzmeden sordular ve "yatan kız"la
istediğim zaman buluşabileceğim bir dairenin anahtarını da dostlukla elime
tutuşturdular.
Dame de Sion'un kalabalık kapısından uzak bir köşede onu iki kere bekledikten
sonra karlı bir öğleden sonra liseli sevgilimi okul çıkışından kaçırmayı başardım.
Daha önceden gidip görüp biraz daha "normal" bir yere benzetmeye çalıştığım
"daireye" gitmeye, oraya başka kimsenin gelmediğine yeminler ederek ikna et-
tim. Yalnız bana anahtarı veren iyi yürekli kolej arkadaşımın değil, babasının da
o zamanki deyişle "garsoniyer" olarak kullandığını daha sonra öğreneceğim daire
öyle berbat bir yerdi ki, kara gülüm, orada resim yapmamızın ya da kendimizi
daha iyi hissetmek için resim yapıyor pozu yapmamızın da boşuna olacağını bana
hemen hissettirdi.
Bir duvarında banka takvimi asılı duran, raflarında iki Johnny Walker viski
şişesi arasında Encyclopedia Britannica'nın elli iki cildi uzanan bu dairenin
büyük yatağında sevgilimle, her seferinde daha da artan bir hüzünle savaşarak
üç kere seviştik. Beni sandığımdan çok daha fazla sevdiğini, sevişirken
titrediğini ve ikide bir akan gözyaşlarını gördükçe karnımdaki ağrı daha artıyor
ve bana yaklaşmakta olan acının şiddetini kestirip kendimi daha da çaresiz
hissediyordum. Çünkü her buluşmamızda babasının Şubat tatilinde kendisini
kayak bahanesiyle Isviçre'ye götürüp sonra orada zengin Araplarla kafadan
çatlak Amerikalıların çocuklarını yolladığı lüks bir okula yazdıracağını öyle bir
telaş ve ısrarla anlatıyordu ki, ona inanıyordum. O zamanlar daha fazla
dertlenmesin diye Türk filmlerindeki sert erkekler gibi "onu kaçıracağımı" söyler,
güzelimin yüzündeki mutlu bakışı görünce söylediğime de inanırdım.
Şubat ayının başında, tatilden önceki son buluşmamızda yaklaşan felaketi
kafamızdan çıkarmak ve kendisine teşekkür etmek için bize evinin anahtarını
veren arkadaşımla buluştuk. Diğer lise arkadaşlarımın da katıldığı ve sevgilimi
ilk defa gördükleri o akşam, bana, kişiliğimin değişik yönlerine seslenen
arkadaşları, çevreleri asla birbiriyle tanıştırmama, karıştırmama konusundaki
içgüdüsel kararlılığımın ne kadar doğru olduğunu hatırlattı. Kara gülüm ile
kolejli arkadaşlarım arasında her şey ta başlangıcından kötü gitti.
Önce onunla yakınlık kurmak için, hafiften benimle dalga geçmeye
kalktıklarında, başka mutlu bir zamanı olsa (mesela tatil mahallesinin
rıhtımlarından denize neşeyle atlayıp atlayıp sudan çıktığı o günler...) şakalara
katılacak olan güzelim konuyu uzatmadan beni korudu. Annesinin, babasının
kim olduğu, ne iş yaptıkları, nerede oturdukları gibi mal-mülk ve zenginlik
araştırmasını da, küçümsediğini gösteren bir hareketle kısa kesince, gecenin geri
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 59 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 29 страница | | | Orhan Pamuk 31 страница |