Читайте также: |
|
kalanında Bebek'teki lokantada Boğaz'a bakıp, kafa çekip futbol maçlarından,
markalardan söz etmek dışında tek eğlence, dönüş yolunda Boğaz'ın en dar
yerinde, Aşiyan'da arabayı durdurup karşı yakadaki yeni bir ahşap konak
yangınını seyretmek oldu.
Kandilli'de, burna yakın Boğaz'ın en güzel ahşap yalılarından birinin daha
yandığını hissedince daha iyi görebilmek için arabadan indim. Yangından seyir
zevki alan arkadaşlarımdan sıkılan güzelimin eli de elimdeydi. Bir yandan çay
içerken bir yandan da son Osmanlı konaklarının birinin daha yanışını seyreden
kalabalıktan, arabalardan uzaklaşmak için Hisar boyunca yürüdük. Lisedeyken
derslerden kaçıp, vapurla karşıya geçip o sokaklarda çok gezindiğimi anlattım
ona.
Soğukta küçük mezarlığın önündeki karanlıkta, başdöndürücü Boğaz akıntısının
karanlık gücünü kemiklerimizde hissederken, güzel modelim beni çok sevdiğini
fısıldayınca onun için her şeyi yapacağımı söyleyerek bütün gücümle ona
sarıldım. Öpüşürken arada bir gözlerimi açıp baktığımda, kadife teninde karşı
kıyıdaki yangının turuncumsu ışığını görüyordum.
Dönüş yolunda arabanın arkasında elele sessizce oturduk. Arabadan inip
apartmanın kapısına çocuk adımlarıyla koşusu onu son görüşüm oldu. Sonraki
randevuya gelmedi.
Üç hafta sonra, yarı yıl tatili bitip dersler başlayınca, öğleden sonraları, Dame de
Sion'un kapısına gidip biraz uzaktan kapıdan çıkan kızları tek tek seyretmeye,
onu beklemeye başladım. On gün sonra yaptığım işin boşuna olduğunu, artık
gitmemem gerektiğim kendime söylesem de, bacaklarım beni kendiliğinden
lisenin kapısına götürür, her seferinde kalabalık dağılana kadar beklerdim. Bir
gün kalabalığın içinden, erkek kardeşlerinin en büyüğü ve en sevimlisi belirdi ve
ablasının Isviçre'den çok selamı olduğunu söyleyip bir zarf uzattı bana. Bir
muhallebicide sigara içerken açtığım mektupta yeni okulundan çok memnun
olduğunu, ama beni ve Istanbul'u da çok özlediğini yazıyordu.
Ben de ona, dokuz uzun mektup yazdım, yedisini bitirip zarfa koydum ve beşini
postaladım. Hiç cevap alamadım.
HALIÇ VAPURU
1972 Şubatı'nda mimarlık fakültesinin ikinci yılındayken derslere gittikçe daha
az girmeye başladım. Güzel modelimi kaybetmemin, gittikçe içine girdiğim
yalnızlığın ve hüznün ne kadar payı vardı bunda? Bazan Beşiktaş'taki evden hiç
çıkmaz, bütün gün okurdum. Bazan kalın bir kitabı (Cinler, Harp ve Sulh,
Buddenbrooklar) yanıma alır, derste okumaya devam ederdim. Kara gülün
yokluğundan sonra da "atölyeme" gidip resim yapma heyecanım tuhaf bir şekilde
azalmaya devam ediyordu. Kağıdın, tuvalin üzerine çizgiyi çeker, boyayı
sürerken, çocukken hissettiğim oyun ve zafer duygusunu yeterince
duymuyordum artık.
Mutlu bir çocukluk eğlencesi olarak başlayan resim zevkimi nedenim tam kavra-
yamadan kaybetmeye başladığım, yerine de ne yapacağımı bilemediğim için,
güçlü bir huzursuzluk dalgası bütün ruhumu yavaş yavaş ele geçiriyordu. Resim
yapmadan yaşamak, arada bir terketmek zorunda olduğum asıl dünyayı,
başkalarının "hayat" dediği şeyi yavaş yavaş bir hapishaneye çeviriyordu. Bu
duygu üzerime fazla gelirse -ve çok da sigara içersem- nefes almakta zorlanıyor
ve sıradan hayatın içinde tıknefeslikle boğulduğumu hissediyordum. Kendime bir
kötülük etmek, bundan da hoşlanmazsam dersten, okuldan kaçmak gelirdi böyle
zamanlarda içimden.
Atölyeme gene arada bir gidip, badem kokulu modelimi bütün gücümle
unutmaya çalışarak ya da tam tersi, bütün gücümle hatırlamaya çalışarak resim
yapıyordum ama yaptığım resimlerde eksik bir şey vardı. Çocukluğum çoktan
bitmişti ama hala resimden bana aynı çocuksu mutluluğu vermesini istediğim
için yanılıyordum belki. Yaptığım resmin ortasında, o resmin olacağı şeyi
düşünerek anlar ve onu yeterli bulmayarak yarıda bırakırdım. Bu kararsızlıklar
bana her yeni resimde, çocukluğumda olduğum gibi, kendimi mutlu hissetmek
istiyorsam resmi artık önceden düşünmem gerektiğini sezdirmişti. Resim
hakkındaki bu düşünceyi nasıl geliştireceğimi de bilmiyordum. Belki de şimdiye
kadar resim yaparak hep mutlu olduğum için, resim yüzünden artık acı çekmem
gerektiğini, hünerimi ancak bu acıyla geliştireceğimi anlayamıyordum.
Bütün bu huzursuzlukların bulaşıcı olduğunu görmek de beni korkutuyordu:
"Mimarlık sanatının da" yıllar sonra, benim için resim yapmak gibi bir şey
olacağını anlamıştım. Üstelik kesme şekerlerden ya da tahta küplerden ev
yapmanın dışında, mimarlık ile ilgili mutlu bir çocukluğum da olmamıştı. Teknik
Üniversite'nin çoğu sıradan ve mühendis ruhlu hocalarının da mimarlık ile ilgili
oyuncu, yaratıcı herhangi bir zevki yoktu.
Mimarlık dersleri bana asıl yapmam gereken şeyi, yaşamam gereken bir başka
"hakiki" hayatı kaçırdığım vakit kaybettiğim yerler olarak gözükmeye böyle
başladı. Bu duyguya kapıldığım vakit sınıfta konuşulan şeyler, çalmasını
istediğim ders zili, hocanın anlattıkları, ders aralarında sigara içip şakalaşanlar,
herkes gözümde bir zamanlar yaşayıp ölmüş kendi asıllarının hayaletine
dönüşür, kendim de, bu amaçsız, yanlış ve boğucu dünyadan bir türlü
çıkamadığım için kendimi küçümser ve nefes almakta zorlanırdım.
Kimi rüyalarımda olduğu gibi, vaktin hızla geçtiği, yetişmem gereken yere bir
türlü varamadığım bu boğucu alemden çıkmak için derslerde defterlere birşeyler
yazar, yanlarına birşeyler çizerdim: Hocaların resimleri, ders dinleyen sınıf
arkadaşlarımın arkadan yapılmış karakalem çizimleri, derslerde anlatılanların
ve olup bitenlerin taklitleri, parodileri, pastişleri ve ilkel kafiyeli "manzumeler"...
Bütün bu yazı çizi çabasına ve mimarlık sınıflarında yazıp çizdiğim her şeyi
merakla bekleyen ve istediğim gibi gülümseyerek okuyan küçük bir okur grubu
oluşturmuş olmama rağmen vaktin hızla aktığı ve hayatımın şimdiden boşu
boşuna geçtiği duygusu bazan öylesine yoğunlaşırdı ki, bütün bir günü geçirmek
için geldiğim Taşkışla'daki Mimarlık Fakültesi binasından içeri girişimden bir
saat sonra canımı kurtarmak ister gibi koşa koşa (ve zemin taşları arasındaki
çizgilere basıp basmadığıma hiç aldırmadan) kendimi dışarı atar, Istanbul
sokaklarında gelişigüzel kaybolurdum.
Taksim ile Tepebaşı arasındaki arka sokakları, bir zamanlar annemle
Galatasaray'dan dolmuşa binip eve dönerken geçtiğimiz ve altı yaşımdayken
bana uzak masal diyarları gibi gözüken, Pera'nın on dokuzuncu yüzyıl sonunda
Ermeni ustalarca yapılmış mahallelerini yıkılmadan önce o günlerde gezdim.
Bazan Mimarlık Fakültesi'nden Taksim'e çıkar, gelişigüzel bir otobüse biner ve
keyfimin istediği gibi, ayaklarımın beni kendiliğinden götürdüğü yerlere
giderdim: Kasımpaşa'nın dar ve yoksul sokaklarını, Balat'ın ilk gidişlerimde
bana yapay bir tiyatro dekoru gibi gözüken eski evlerini, yeni göçler ve
yoksullukla tuhaf bir doku edinmiş eski Rum ve Yahudi mahallelerini,
Üsküdar'ın ta 1980'lere kadar ahşap evlerle kaynaşan son derece Müslüman ve
aydınlık arka sokaklarını, Kocamustafapaşa'nın hızla beton apartmanlarla
bozulan ve bana kötü niyetli gözüken eski ve korkutucu sokaklarını, Fatih
Camii'nin bana hep çok çarpıcı gelen harika avlusunu, Balıklı ve civarını,
Kurtuluş ve Feriköy'ün yoksullaştıkça eskiyen ve insana bu orta sınıfların devlet
baskısıyla din, ırk ve dil değiştire değiştire binyıllardır (aslında elli yıldır) hep
buralarda oturduğunu düşündürten ve yokuş aşağı indikçe (tıpkı Cihangir,
Tarlabaşı ya da Nişantaşı'nda olduğu gibi) daha yoksullaşan mahallelerini
amaçsızca böyle gezdim. Sırf okuldan, derslerden ve yavaş yavaş hissettiğim gibi,
herkesinki gibi bir iş-masa-büro sahibi olmaktan kaçmak için ilk defa gittiğim bu
mahalleler, içimdeki kötülük, öfke, hüzün duygularının rengiyle kafama hiç
silinmemecesine kazındı.
Oralarda birşeyler arayarak, kendi amaçsızlığımdan ve aylaklığımdan
hoşlanarak ve duvar duvar, sokak sokak öğrendiğim bu şehirle bir gün birşeyler
yapacağımı da aklımın bir köşesiyle sezerek yaptığım bu gezintiler bende
öylesine duygusal izler bırakırdı ki, daha sonra çok daha sıradan nedenlerle ve
sıradan duygularla bir iş ya da bir davet nedeniyle bu sokaklara gittiğim zaman
bu yerlerin bende hüzünlü anılarla kaynaşan o özel köşeler olduğunu ilk başta
çıkartamaz, ancak yıkıntı halindeki eski bir mahalle çeşmesini ya da geçen
yıllarda daha da eskimiş bir Bizans kilisesinin (Pantokrator, Küçük Ayasofya)
yıkık duvarını ya da bir yokuşun başından, bir cami duvarıyla be-te-be kaplı
berbat bir apartmanın arasından gözüken Haliç manzarasını görüp hatırlayınca
bu yerlere ilk geldiğim zamanki dertli, tasalı halimi ve aynı yerden, aynı
noktadan baktığım manzaranın şimdi bana ne kadar değişik gözüktüğünü
anlardım.
Manzarayı yanlış hatırlama değildi bu, yalnızca aynı manzaraya bambaşka bir
duyguyla bakmaktı. Şehrin manzaralarına bakmak, sokaklarda yürüyerek,
gemiyle gezinerek, Istanbul'un verdiği duyguları görüntülerle birleştirmektir,
ama gezinerek şehrin manzaralarını seyretmek bu değildir yalnızca, bir de içinde
bulunduğunuz ruh halini şehrin size verdiği görüntülerle birleştirebilmektir.
Bunu hünerle ve içtenlikle yapmak, insanın hafızasında şehrin görüntülerini en
derin ve içten duygularla, acıyla, kederle, hüzünle ve zaman zaman mutluluk,
yaşama sevinci ve iyimserlikle birleştirmektir.
Bir şehre böyle bakmayı öğrenmişsek ve en hakiki ve en derin duygularımızla
manzaraları yeterince birleştirme fırsatı bulacak kadar uzun bir süre aynı
şehirde yaşamışsak, bir süre sonra tıpkı bazı şarkıların bize bazı aşkları,
sevgilileri, umut kırıklıklarını hemen hatırlatması gibi -şehrimizin sokakları,
görüntüleri, manzaraları- bize tek tek bazı duyguları, ruh hallerini hatırlatan
şeylere dönüşür. Belki de, pek çok mahallesini, arka sokağını ya da ancak bir
tepeden gözüken çok özel bir manzarasını badem kokulu sevgilimi kaybettiğim
ve okuldan kaçtığım günlerde ilk gördüğüm için Istanbul bana o kadar hüzünlü
bir yermiş gibi görünür.
Artık peşinden koşup resmini yapacağım bir modelimin de olmadığını anladığım
ilk günlerde, iyice sıklaşan bu okuldan kaçmaların ve aylak gezintilerimin
birinde daha sonra rüyalarımı çok sıradan ve basmakalıp imgelerle (dolunay saat
kadranına dönüşüyor) işgal edecek zaman takıntıma uygun düşen bazı şeyler
hissettim. 1972 Martı'nda bir öğleüstü Taksim'den bindiğim dolmuştan (tıpkı
kara gülle yaptığımız gibi) o zamanlar yapılabildiği gibi, istediğim yerde, Galata
Köprüsü'nün üzerinde indim. Basık, karanlık, grimsi mor bir gök vardı yukarıda.
Kar yağdı yağacak gibiydi ve köprünün kaldırımları bomboştu. Köprünün Haliç
yanında ahşap merdivenler gördüm, aşağı indim.
Burada kalkmakta olan küçük bir şehir hattı vapuru gördüm. Kaptanı,
makinisti, halatçısı, hepsi küçük geminin iskeleye bağlandığı yerde toplanmış,
bir deniz motorunun mürettebatı gibi gemiye binen tek tuk yolcuları sanki
karşılıyor, kendi aralarında sigara-çay içip sohbet ediyorlardı. Ben de içeri
girerken, havaya uyup, onlara selam verdim ve burada, bu geminin içinde, kalkış
saatini bekleyen solgun paltolu, takkeli, elleri fileli, başörtülü bu yorgun
insanlarla uzun zamandır tanışıyormuşum, onlarla birlikte, her gün bu gemiyle
Haliç'te yolculuk ederek işe gidip geliyormuşum gibi hissettim kendimi.
Gemi sessizce hareket edince bu benzersiz cemaat duygusu, şehrin kalbine ait
olma hissi öylesine güçle beni sardı ki, bir başka şeyi daha hissettim: Yukarıda,
şimdi troleybüslerin boynuzlarını ve banka reklamlarını gördüğüm köprünün
üstünde, şehrin anayollarında 1972 yılının Mart ayının bir öğleüstü yaşanırken,
bizler aşağıda, çok daha eski, çok daha geniş ve ağır bir zamanın içindeydik.
Köprünün bir rastlantıyla gördüğüm Haliç iskelesine açılan basamaklarını iner-
ken sanki otuz yıl geriye, Istanbul'un dünyadan daha kopuk, daha yoksul ve
daha hüzünlü olduğu günlere geri gitmiştim.
Küçük geminin ilk katındaki arka salonun titreyen pencerelerinden Haliç'in
iskeleleri, eski Istanbul'un ahşap yapılarla kaplı tepeleri, servilerle kaplı
mezarlıklar yavaş yavaş akmaya başladı: Bitip tükenmeyen fabrikacıklar,
imalathaneler, bacalar, tütün depoları, yıkıntı halindeki Bizans kiliseleri, su
kıyısındaki izbe ve dar sokaklarla en gösterişli Osmanlı camileri, yokuşlar,
karanlık tepeler, tersaneler, paslanmış gemi leşleri, yoksul mahalleler...
Zeyrek'teki Pantokrator Kilisesi, Cibali'deki büyük tütün depoları, ta arkadaki
Fatih Camii'nin gölgesi bile geminin bulanık ve titreyen pencereleri yüzünden
yıpranmış eski filmlerde gördüğüm Istanbul manzaraları gibi, gün ortasında
bana gecenin içindeymiş gibi gözüktü.
Iskelelerden birine yanaşınca, geminin makinesinin, annemin dikiş
makinesininkini hatırlatan gürültüsü diniyor, pencereler de titremediği için
Haliç'in durgun suları, Fener iskelesinin yanındaki tavuklar ve horozlarla
gemiye binen eli sepetli teyzeler, arkadaki eski Rum mahallesinin dar sokakları,
imalathaneler, depolar, variller, eski araba lastikleri, şehirde hala gezinen at
arabaları, yüz yıllık kartpostallardaki gibi kesin ve açık çizgilerle ve siyah-beyaz
gözüküyordu. Gemi tekrar hareket edip Haliç'in mezarlıklarla kaplı karşı
yakasına doğru yol alırken, pencereler yeniden titremeye başlıyor, geminin
bacasından tüten koyu kara dumanın etkisiyle manzara daha hüzünlü ve resim
gibi görünüyordu. Bazan gök kapkaranlık oluyor, derken tıpkı bir köşesi alev
alan film gibi soğuk bir kar aydınlığı beliriyordu.
Büyük tarihinin yanında yaşayan yoksulluğu, dış etkilere o kadar açık olmasına
karşın içine dönük mahalle ve cemaat hayatını bir sır gibi sürdürüyor oluşu, dışa
dönük anıtsal ve doğal güzelliğinin arkasında günlük hayatının kırık dökük,
kırılgan ilişkilerden kurulması mıdır Istanbul'un sırrı? Ama, bir şehrin genel
nitelikleri, ruhu ya da özüne ilişkin her söz kendi hayatımız hakkında, daha çok
da kendi ruhsal durumumuz hakkında dolaylı olarak konuşmaya dönüşür.
Şehrin bizim kendimizden başka bir merkezi yoktur.
1972 Martı'nda okuldan kaçıp eski Haliç vapurunda Eyüp'e giderken kendimi
Istanbullularla bu kadar yoğun bir şekilde özdeşleştirmemin anlamı neydi?
Kalbimi kıran aşk hikayesinin ve bütün hayatımı vereceğimi sandığım resim
zevkinin elimden kaçışının, şehrin hüznünün yanında önemsiz olduğuna kendimi
inandırmak istiyordum belki. Kendimden çok daha yenik, ezik ve kederli olan
Istanbul'a bakarak kendi acımı unutmak istiyordum da denebilir. Ama
melodramatik Türk filmlerinin, daha baştan hüzünle yaralanmış, bu yüzden de
"aşkta ve hayatta" kaybetmeye programlanmış kahramanları gibi şehrin
hüznünü kendi hüznüme bahane de etmiyordum. Çünkü özel konumumdan
ötürü kendi acımı kimseyle paylaşmak istemiyordum. Özel konumum: Ailem ve
yakın çevrem şair-ressam olmayı ciddiye alacak gibi değildi hiç. Şehrin şair-
ressamları ise şehri göremeyecek kadar gözlerini Batı'ya dikmişlerdi: Galata
Köprüsü'nün üzerindeki troleybüslü, banka reklamlı modern çağa ait olmak için
çırpınıyorlardı.
Ben ise şehri görmenin bedeli olan hüzne alışık değildim, belki de içimdeki mutlu
oyuncu çocuk yüzünden Istanbul'da hüzne en uzak kişi bendim, bu duyguya
alışmak istemiyor, varlığını içimde hissettikçe onu kabul edemiyor,
huzursuzlukla koşturuyor, Istanbul'un yalnızca "güzelliğine" sığınmak
istiyordum. Bir şehrin güzelliği, tarihinin zenginliği ya da esrarı bizim ruhsal
acılarımıza niye ilaç olsun? Belki de yaşadığımız şehri, tıpkı ailemiz gibi, başka
çaremiz olmadığı için severiz! Ama onun neresini, neden seveceğimizi icat
etmemiz gerekir.
Hasköy'e yaklaşan Haliç vapurunun içinde bütün akıl karışıklığı ve hüznüme
rağmen bana derslerde öğretilenlerden çok daha derin bir bilgi ve teselli sunduğu
için de Istanbul'a o kadar bağlı olduğumu hissediyordum. Vapurun titreyen
pencerelerinden yıkıntı halindeki eski ahşap evler, devletin hiç bitmeyen
baskıları sonucu boşalmış Fener'in yarı metruk Rum mahalleleri ve yıkıntı ha-
lindeki binaları ile birlikte şimdi karanlık bulutların içinde daha esrarlı duran
Topkapı Sarayı, Süleymaniye ve Istanbul'un tepeleri, camiler ve kiliselerle
yapılmış silueti gözüküyordu.
Tarihle yıkıntıların, yıkıntılarla hayatın, hayatla tarihin bu özel içice geçişi
şehrin ahşap ve taşla yapılmış eski dokusunun kalıntıları, uzak mahallelere
gitme zevki bana tükenmekte olduğundan endişelendiğim resim zevkimin yerini
tutacak neredeyse hazır bir "ikinci dünya" gibi geliyordu. Bu gelişigüzel, şiirsel
karışıklığın içinde olmak istiyordum! Çocukluğumda babaannemin evinde,
derslerde sıkıldıkça bu ikinci dünyaya, hayal dünyasına kaçtığım gibi, şimdi de
mimarlık okumaktan sıkıldıkça Istanbul'da kayboluyordum. Istanbul'da
yaşamanın bedeli olan hüzne, bu kaçınılmaz kadere bir an önce ulaşıp
rahatlamak istediğim de söylenebilir.
Bu gezintilerimde gittiğim yerlerde hep birşeyler yer, şimdiki normal dünyaya,
yani eve, elimde hep birşeylerle dönerdim: Dolaşımdan kalkmış, kenarları tırtıllı
bir telefon jetonu; arkadaşlarıma gülümseyerek göstereceğim "hem ayakkabı
çekeceği, hem gazoz açacağı", bin yıllık bir duvardan düşmüş bir tuğla parçasının
kenarı, o zamanlar Istanbul'un bütün eskicilerinde bolca bulunan çarlık
banknotları, otuz yıl önce batmış bir şirketin damgası, mahalle satıcısının terazi
ağırlıkları, gezintilerimin sonunda çoğu zaman ayaklarımın beni kendiliğinden
götürdüğü sahaflardan alınmış ucuz ve eski kitaplar...
Şehrin bu şeyimsi, dokunulabilir yanım, yalnızca ondan nesneler, taşlar, biletler,
kitaplar saklayarak değil, onunla ilgili kitaba, dergiye, kağıda geçmiş her türlü
bilgiyi, programı, tarifeyi ilginç ve "önemli" bulup toplayarak da hissederdim. Bu
topladığım şeyleri sonsuza kadar saklamayacağımı, onlarla biraz oynayıp,
oyalanıp unutacağımı da aklımın bir köşesiyle bilirdim. Bu yüzden, hiçbir zaman
sonuna kadar giden o takıntılı toplayıcılar ya da Koçu benzeri bilgi
koleksiyoncuları gibi olamayacağımı da hissederdim. Ama ilk edindiğim sırada
bu bilgilerin bir gün bir büyük tasarının -bir büyük resmin ya da bir dizi resmin
ya da o sırada okumakta olduğum Tolstoy, Dostoyevski, Mann'ınkiler gibi bir
roman ya da ne olduğunu bilmediğim büyük bir şeyin- parçası olacağını da
söylerdim kendime.
Istanbul'un her türlü tuhaflık ve eski şey, emperyal büyüklük ve tarihin
döküntülerinden oluşan dokusunun şiirselliğini kaçınılmaz bir hüzünle birlikte
hissettiğim zamanlarda, bu dokunun çok özel sırrının ve şehrin şiirinin yalnızca,
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 55 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 30 страница | | | Orhan Pamuk 32 страница |