Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 31 страница

Orhan Pamuk 20 страница | Orhan Pamuk 21 страница | Orhan Pamuk 22 страница | Orhan Pamuk 23 страница | Orhan Pamuk 24 страница | Orhan Pamuk 25 страница | Orhan Pamuk 26 страница | Orhan Pamuk 27 страница | Orhan Pamuk 28 страница | Orhan Pamuk 29 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

kalanında Bebek'teki lokantada Boğaz'a bakıp, kafa çekip futbol maçlarından,

markalardan söz etmek dışında tek eğlence, dönüş yolunda Boğaz'ın en dar

yerinde, Aşiyan'da arabayı durdurup karşı yakadaki yeni bir ahşap konak

yangınını seyretmek oldu.

 

Kandilli'de, burna yakın Boğaz'ın en güzel ahşap yalılarından birinin daha

yandığını hissedince daha iyi görebilmek için arabadan indim. Yangından seyir

zevki alan arkadaşlarımdan sıkılan güzelimin eli de elimdeydi. Bir yandan çay

içerken bir yandan da son Osmanlı konaklarının birinin daha yanışını seyreden

kalabalıktan, arabalardan uzaklaşmak için Hisar boyunca yürüdük. Lisedeyken

derslerden kaçıp, vapurla karşıya geçip o sokaklarda çok gezindiğimi anlattım

ona.

 

Soğukta küçük mezarlığın önündeki karanlıkta, başdöndürücü Boğaz akıntısının

karanlık gücünü kemiklerimizde hissederken, güzel modelim beni çok sevdiğini

fısıldayınca onun için her şeyi yapacağımı söyleyerek bütün gücümle ona

sarıldım. Öpüşürken arada bir gözlerimi açıp baktığımda, kadife teninde karşı

kıyıdaki yangının turuncumsu ışığını görüyordum.

Dönüş yolunda arabanın arkasında elele sessizce oturduk. Arabadan inip

apartmanın kapısına çocuk adımlarıyla koşusu onu son görüşüm oldu. Sonraki

randevuya gelmedi.

Üç hafta sonra, yarı yıl tatili bitip dersler başlayınca, öğleden sonraları, Dame de

Sion'un kapısına gidip biraz uzaktan kapıdan çıkan kızları tek tek seyretmeye,

onu beklemeye başladım. On gün sonra yaptığım işin boşuna olduğunu, artık

gitmemem gerektiğim kendime söylesem de, bacaklarım beni kendiliğinden

lisenin kapısına götürür, her seferinde kalabalık dağılana kadar beklerdim. Bir

gün kalabalığın içinden, erkek kardeşlerinin en büyüğü ve en sevimlisi belirdi ve

ablasının Isviçre'den çok selamı olduğunu söyleyip bir zarf uzattı bana. Bir

muhallebicide sigara içerken açtığım mektupta yeni okulundan çok memnun

olduğunu, ama beni ve Istanbul'u da çok özlediğini yazıyordu.

Ben de ona, dokuz uzun mektup yazdım, yedisini bitirip zarfa koydum ve beşini

postaladım. Hiç cevap alamadım.

HALIÇ VAPURU

1972 Şubatı'nda mimarlık fakültesinin ikinci yılındayken derslere gittikçe daha

az girmeye başladım. Güzel modelimi kaybetmemin, gittikçe içine girdiğim

yalnızlığın ve hüznün ne kadar payı vardı bunda? Bazan Beşiktaş'taki evden hiç

çıkmaz, bütün gün okurdum. Bazan kalın bir kitabı (Cinler, Harp ve Sulh,

Buddenbrooklar) yanıma alır, derste okumaya devam ederdim. Kara gülün

yokluğundan sonra da "atölyeme" gidip resim yapma heyecanım tuhaf bir şekilde

azalmaya devam ediyordu. Kağıdın, tuvalin üzerine çizgiyi çeker, boyayı

sürerken, çocukken hissettiğim oyun ve zafer duygusunu yeterince

duymuyordum artık.

 

Mutlu bir çocukluk eğlencesi olarak başlayan resim zevkimi nedenim tam kavra-

yamadan kaybetmeye başladığım, yerine de ne yapacağımı bilemediğim için,

güçlü bir huzursuzluk dalgası bütün ruhumu yavaş yavaş ele geçiriyordu. Resim

yapmadan yaşamak, arada bir terketmek zorunda olduğum asıl dünyayı,

başkalarının "hayat" dediği şeyi yavaş yavaş bir hapishaneye çeviriyordu. Bu

duygu üzerime fazla gelirse -ve çok da sigara içersem- nefes almakta zorlanıyor

ve sıradan hayatın içinde tıknefeslikle boğulduğumu hissediyordum. Kendime bir

kötülük etmek, bundan da hoşlanmazsam dersten, okuldan kaçmak gelirdi böyle

zamanlarda içimden.

 

Atölyeme gene arada bir gidip, badem kokulu modelimi bütün gücümle

unutmaya çalışarak ya da tam tersi, bütün gücümle hatırlamaya çalışarak resim

yapıyordum ama yaptığım resimlerde eksik bir şey vardı. Çocukluğum çoktan

bitmişti ama hala resimden bana aynı çocuksu mutluluğu vermesini istediğim

için yanılıyordum belki. Yaptığım resmin ortasında, o resmin olacağı şeyi

düşünerek anlar ve onu yeterli bulmayarak yarıda bırakırdım. Bu kararsızlıklar

bana her yeni resimde, çocukluğumda olduğum gibi, kendimi mutlu hissetmek

istiyorsam resmi artık önceden düşünmem gerektiğini sezdirmişti. Resim

hakkındaki bu düşünceyi nasıl geliştireceğimi de bilmiyordum. Belki de şimdiye

kadar resim yaparak hep mutlu olduğum için, resim yüzünden artık acı çekmem

gerektiğini, hünerimi ancak bu acıyla geliştireceğimi anlayamıyordum.

 

Bütün bu huzursuzlukların bulaşıcı olduğunu görmek de beni korkutuyordu:

"Mimarlık sanatının da" yıllar sonra, benim için resim yapmak gibi bir şey

olacağını anlamıştım. Üstelik kesme şekerlerden ya da tahta küplerden ev

yapmanın dışında, mimarlık ile ilgili mutlu bir çocukluğum da olmamıştı. Teknik

Üniversite'nin çoğu sıradan ve mühendis ruhlu hocalarının da mimarlık ile ilgili

oyuncu, yaratıcı herhangi bir zevki yoktu.

 

Mimarlık dersleri bana asıl yapmam gereken şeyi, yaşamam gereken bir başka

"hakiki" hayatı kaçırdığım vakit kaybettiğim yerler olarak gözükmeye böyle

başladı. Bu duyguya kapıldığım vakit sınıfta konuşulan şeyler, çalmasını

istediğim ders zili, hocanın anlattıkları, ders aralarında sigara içip şakalaşanlar,

herkes gözümde bir zamanlar yaşayıp ölmüş kendi asıllarının hayaletine

dönüşür, kendim de, bu amaçsız, yanlış ve boğucu dünyadan bir türlü

çıkamadığım için kendimi küçümser ve nefes almakta zorlanırdım.

 

Kimi rüyalarımda olduğu gibi, vaktin hızla geçtiği, yetişmem gereken yere bir

türlü varamadığım bu boğucu alemden çıkmak için derslerde defterlere birşeyler

yazar, yanlarına birşeyler çizerdim: Hocaların resimleri, ders dinleyen sınıf

arkadaşlarımın arkadan yapılmış karakalem çizimleri, derslerde anlatılanların

ve olup bitenlerin taklitleri, parodileri, pastişleri ve ilkel kafiyeli "manzumeler"...

 

Bütün bu yazı çizi çabasına ve mimarlık sınıflarında yazıp çizdiğim her şeyi

merakla bekleyen ve istediğim gibi gülümseyerek okuyan küçük bir okur grubu

oluşturmuş olmama rağmen vaktin hızla aktığı ve hayatımın şimdiden boşu

boşuna geçtiği duygusu bazan öylesine yoğunlaşırdı ki, bütün bir günü geçirmek

için geldiğim Taşkışla'daki Mimarlık Fakültesi binasından içeri girişimden bir

saat sonra canımı kurtarmak ister gibi koşa koşa (ve zemin taşları arasındaki

çizgilere basıp basmadığıma hiç aldırmadan) kendimi dışarı atar, Istanbul

sokaklarında gelişigüzel kaybolurdum.

 

Taksim ile Tepebaşı arasındaki arka sokakları, bir zamanlar annemle

Galatasaray'dan dolmuşa binip eve dönerken geçtiğimiz ve altı yaşımdayken

bana uzak masal diyarları gibi gözüken, Pera'nın on dokuzuncu yüzyıl sonunda

Ermeni ustalarca yapılmış mahallelerini yıkılmadan önce o günlerde gezdim.

Bazan Mimarlık Fakültesi'nden Taksim'e çıkar, gelişigüzel bir otobüse biner ve

keyfimin istediği gibi, ayaklarımın beni kendiliğinden götürdüğü yerlere

giderdim: Kasımpaşa'nın dar ve yoksul sokaklarını, Balat'ın ilk gidişlerimde

bana yapay bir tiyatro dekoru gibi gözüken eski evlerini, yeni göçler ve

yoksullukla tuhaf bir doku edinmiş eski Rum ve Yahudi mahallelerini,

Üsküdar'ın ta 1980'lere kadar ahşap evlerle kaynaşan son derece Müslüman ve

aydınlık arka sokaklarını, Kocamustafapaşa'nın hızla beton apartmanlarla

bozulan ve bana kötü niyetli gözüken eski ve korkutucu sokaklarını, Fatih

Camii'nin bana hep çok çarpıcı gelen harika avlusunu, Balıklı ve civarını,

Kurtuluş ve Feriköy'ün yoksullaştıkça eskiyen ve insana bu orta sınıfların devlet

baskısıyla din, ırk ve dil değiştire değiştire binyıllardır (aslında elli yıldır) hep

buralarda oturduğunu düşündürten ve yokuş aşağı indikçe (tıpkı Cihangir,

Tarlabaşı ya da Nişantaşı'nda olduğu gibi) daha yoksullaşan mahallelerini

amaçsızca böyle gezdim. Sırf okuldan, derslerden ve yavaş yavaş hissettiğim gibi,

herkesinki gibi bir iş-masa-büro sahibi olmaktan kaçmak için ilk defa gittiğim bu

mahalleler, içimdeki kötülük, öfke, hüzün duygularının rengiyle kafama hiç

silinmemecesine kazındı.

 

Oralarda birşeyler arayarak, kendi amaçsızlığımdan ve aylaklığımdan

hoşlanarak ve duvar duvar, sokak sokak öğrendiğim bu şehirle bir gün birşeyler

yapacağımı da aklımın bir köşesiyle sezerek yaptığım bu gezintiler bende

öylesine duygusal izler bırakırdı ki, daha sonra çok daha sıradan nedenlerle ve

sıradan duygularla bir iş ya da bir davet nedeniyle bu sokaklara gittiğim zaman

bu yerlerin bende hüzünlü anılarla kaynaşan o özel köşeler olduğunu ilk başta

çıkartamaz, ancak yıkıntı halindeki eski bir mahalle çeşmesini ya da geçen

yıllarda daha da eskimiş bir Bizans kilisesinin (Pantokrator, Küçük Ayasofya)

yıkık duvarını ya da bir yokuşun başından, bir cami duvarıyla be-te-be kaplı

berbat bir apartmanın arasından gözüken Haliç manzarasını görüp hatırlayınca

bu yerlere ilk geldiğim zamanki dertli, tasalı halimi ve aynı yerden, aynı

noktadan baktığım manzaranın şimdi bana ne kadar değişik gözüktüğünü

anlardım.

 

Manzarayı yanlış hatırlama değildi bu, yalnızca aynı manzaraya bambaşka bir

duyguyla bakmaktı. Şehrin manzaralarına bakmak, sokaklarda yürüyerek,

gemiyle gezinerek, Istanbul'un verdiği duyguları görüntülerle birleştirmektir,

ama gezinerek şehrin manzaralarını seyretmek bu değildir yalnızca, bir de içinde

bulunduğunuz ruh halini şehrin size verdiği görüntülerle birleştirebilmektir.

Bunu hünerle ve içtenlikle yapmak, insanın hafızasında şehrin görüntülerini en

derin ve içten duygularla, acıyla, kederle, hüzünle ve zaman zaman mutluluk,

yaşama sevinci ve iyimserlikle birleştirmektir.

 

Bir şehre böyle bakmayı öğrenmişsek ve en hakiki ve en derin duygularımızla

manzaraları yeterince birleştirme fırsatı bulacak kadar uzun bir süre aynı

şehirde yaşamışsak, bir süre sonra tıpkı bazı şarkıların bize bazı aşkları,

sevgilileri, umut kırıklıklarını hemen hatırlatması gibi -şehrimizin sokakları,

görüntüleri, manzaraları- bize tek tek bazı duyguları, ruh hallerini hatırlatan

şeylere dönüşür. Belki de, pek çok mahallesini, arka sokağını ya da ancak bir

tepeden gözüken çok özel bir manzarasını badem kokulu sevgilimi kaybettiğim

ve okuldan kaçtığım günlerde ilk gördüğüm için Istanbul bana o kadar hüzünlü

bir yermiş gibi görünür.

 

Artık peşinden koşup resmini yapacağım bir modelimin de olmadığını anladığım

ilk günlerde, iyice sıklaşan bu okuldan kaçmaların ve aylak gezintilerimin

birinde daha sonra rüyalarımı çok sıradan ve basmakalıp imgelerle (dolunay saat

kadranına dönüşüyor) işgal edecek zaman takıntıma uygun düşen bazı şeyler

hissettim. 1972 Martı'nda bir öğleüstü Taksim'den bindiğim dolmuştan (tıpkı

kara gülle yaptığımız gibi) o zamanlar yapılabildiği gibi, istediğim yerde, Galata

Köprüsü'nün üzerinde indim. Basık, karanlık, grimsi mor bir gök vardı yukarıda.

Kar yağdı yağacak gibiydi ve köprünün kaldırımları bomboştu. Köprünün Haliç

yanında ahşap merdivenler gördüm, aşağı indim.

Burada kalkmakta olan küçük bir şehir hattı vapuru gördüm. Kaptanı,

makinisti, halatçısı, hepsi küçük geminin iskeleye bağlandığı yerde toplanmış,

bir deniz motorunun mürettebatı gibi gemiye binen tek tuk yolcuları sanki

karşılıyor, kendi aralarında sigara-çay içip sohbet ediyorlardı. Ben de içeri

girerken, havaya uyup, onlara selam verdim ve burada, bu geminin içinde, kalkış

saatini bekleyen solgun paltolu, takkeli, elleri fileli, başörtülü bu yorgun

insanlarla uzun zamandır tanışıyormuşum, onlarla birlikte, her gün bu gemiyle

Haliç'te yolculuk ederek işe gidip geliyormuşum gibi hissettim kendimi.

 

Gemi sessizce hareket edince bu benzersiz cemaat duygusu, şehrin kalbine ait

olma hissi öylesine güçle beni sardı ki, bir başka şeyi daha hissettim: Yukarıda,

şimdi troleybüslerin boynuzlarını ve banka reklamlarını gördüğüm köprünün

üstünde, şehrin anayollarında 1972 yılının Mart ayının bir öğleüstü yaşanırken,

bizler aşağıda, çok daha eski, çok daha geniş ve ağır bir zamanın içindeydik.

Köprünün bir rastlantıyla gördüğüm Haliç iskelesine açılan basamaklarını iner-

ken sanki otuz yıl geriye, Istanbul'un dünyadan daha kopuk, daha yoksul ve

daha hüzünlü olduğu günlere geri gitmiştim.

 

Küçük geminin ilk katındaki arka salonun titreyen pencerelerinden Haliç'in

iskeleleri, eski Istanbul'un ahşap yapılarla kaplı tepeleri, servilerle kaplı

mezarlıklar yavaş yavaş akmaya başladı: Bitip tükenmeyen fabrikacıklar,

imalathaneler, bacalar, tütün depoları, yıkıntı halindeki Bizans kiliseleri, su

kıyısındaki izbe ve dar sokaklarla en gösterişli Osmanlı camileri, yokuşlar,

karanlık tepeler, tersaneler, paslanmış gemi leşleri, yoksul mahalleler...

Zeyrek'teki Pantokrator Kilisesi, Cibali'deki büyük tütün depoları, ta arkadaki

Fatih Camii'nin gölgesi bile geminin bulanık ve titreyen pencereleri yüzünden

yıpranmış eski filmlerde gördüğüm Istanbul manzaraları gibi, gün ortasında

bana gecenin içindeymiş gibi gözüktü.

Iskelelerden birine yanaşınca, geminin makinesinin, annemin dikiş

makinesininkini hatırlatan gürültüsü diniyor, pencereler de titremediği için

Haliç'in durgun suları, Fener iskelesinin yanındaki tavuklar ve horozlarla

gemiye binen eli sepetli teyzeler, arkadaki eski Rum mahallesinin dar sokakları,

imalathaneler, depolar, variller, eski araba lastikleri, şehirde hala gezinen at

arabaları, yüz yıllık kartpostallardaki gibi kesin ve açık çizgilerle ve siyah-beyaz

gözüküyordu. Gemi tekrar hareket edip Haliç'in mezarlıklarla kaplı karşı

yakasına doğru yol alırken, pencereler yeniden titremeye başlıyor, geminin

bacasından tüten koyu kara dumanın etkisiyle manzara daha hüzünlü ve resim

gibi görünüyordu. Bazan gök kapkaranlık oluyor, derken tıpkı bir köşesi alev

alan film gibi soğuk bir kar aydınlığı beliriyordu.

 

Büyük tarihinin yanında yaşayan yoksulluğu, dış etkilere o kadar açık olmasına

karşın içine dönük mahalle ve cemaat hayatını bir sır gibi sürdürüyor oluşu, dışa

dönük anıtsal ve doğal güzelliğinin arkasında günlük hayatının kırık dökük,

kırılgan ilişkilerden kurulması mıdır Istanbul'un sırrı? Ama, bir şehrin genel

nitelikleri, ruhu ya da özüne ilişkin her söz kendi hayatımız hakkında, daha çok

da kendi ruhsal durumumuz hakkında dolaylı olarak konuşmaya dönüşür.

Şehrin bizim kendimizden başka bir merkezi yoktur.

 

1972 Martı'nda okuldan kaçıp eski Haliç vapurunda Eyüp'e giderken kendimi

Istanbullularla bu kadar yoğun bir şekilde özdeşleştirmemin anlamı neydi?

Kalbimi kıran aşk hikayesinin ve bütün hayatımı vereceğimi sandığım resim

zevkinin elimden kaçışının, şehrin hüznünün yanında önemsiz olduğuna kendimi

inandırmak istiyordum belki. Kendimden çok daha yenik, ezik ve kederli olan

 

Istanbul'a bakarak kendi acımı unutmak istiyordum da denebilir. Ama

melodramatik Türk filmlerinin, daha baştan hüzünle yaralanmış, bu yüzden de

"aşkta ve hayatta" kaybetmeye programlanmış kahramanları gibi şehrin

hüznünü kendi hüznüme bahane de etmiyordum. Çünkü özel konumumdan

ötürü kendi acımı kimseyle paylaşmak istemiyordum. Özel konumum: Ailem ve

yakın çevrem şair-ressam olmayı ciddiye alacak gibi değildi hiç. Şehrin şair-

ressamları ise şehri göremeyecek kadar gözlerini Batı'ya dikmişlerdi: Galata

Köprüsü'nün üzerindeki troleybüslü, banka reklamlı modern çağa ait olmak için

çırpınıyorlardı.

 

Ben ise şehri görmenin bedeli olan hüzne alışık değildim, belki de içimdeki mutlu

oyuncu çocuk yüzünden Istanbul'da hüzne en uzak kişi bendim, bu duyguya

alışmak istemiyor, varlığını içimde hissettikçe onu kabul edemiyor,

huzursuzlukla koşturuyor, Istanbul'un yalnızca "güzelliğine" sığınmak

istiyordum. Bir şehrin güzelliği, tarihinin zenginliği ya da esrarı bizim ruhsal

acılarımıza niye ilaç olsun? Belki de yaşadığımız şehri, tıpkı ailemiz gibi, başka

çaremiz olmadığı için severiz! Ama onun neresini, neden seveceğimizi icat

etmemiz gerekir.

 

Hasköy'e yaklaşan Haliç vapurunun içinde bütün akıl karışıklığı ve hüznüme

rağmen bana derslerde öğretilenlerden çok daha derin bir bilgi ve teselli sunduğu

için de Istanbul'a o kadar bağlı olduğumu hissediyordum. Vapurun titreyen

pencerelerinden yıkıntı halindeki eski ahşap evler, devletin hiç bitmeyen

baskıları sonucu boşalmış Fener'in yarı metruk Rum mahalleleri ve yıkıntı ha-

lindeki binaları ile birlikte şimdi karanlık bulutların içinde daha esrarlı duran

Topkapı Sarayı, Süleymaniye ve Istanbul'un tepeleri, camiler ve kiliselerle

yapılmış silueti gözüküyordu.

 

Tarihle yıkıntıların, yıkıntılarla hayatın, hayatla tarihin bu özel içice geçişi

şehrin ahşap ve taşla yapılmış eski dokusunun kalıntıları, uzak mahallelere

gitme zevki bana tükenmekte olduğundan endişelendiğim resim zevkimin yerini

tutacak neredeyse hazır bir "ikinci dünya" gibi geliyordu. Bu gelişigüzel, şiirsel

karışıklığın içinde olmak istiyordum! Çocukluğumda babaannemin evinde,

derslerde sıkıldıkça bu ikinci dünyaya, hayal dünyasına kaçtığım gibi, şimdi de

mimarlık okumaktan sıkıldıkça Istanbul'da kayboluyordum. Istanbul'da

yaşamanın bedeli olan hüzne, bu kaçınılmaz kadere bir an önce ulaşıp

rahatlamak istediğim de söylenebilir.

 

Bu gezintilerimde gittiğim yerlerde hep birşeyler yer, şimdiki normal dünyaya,

yani eve, elimde hep birşeylerle dönerdim: Dolaşımdan kalkmış, kenarları tırtıllı

bir telefon jetonu; arkadaşlarıma gülümseyerek göstereceğim "hem ayakkabı

çekeceği, hem gazoz açacağı", bin yıllık bir duvardan düşmüş bir tuğla parçasının

kenarı, o zamanlar Istanbul'un bütün eskicilerinde bolca bulunan çarlık

banknotları, otuz yıl önce batmış bir şirketin damgası, mahalle satıcısının terazi

ağırlıkları, gezintilerimin sonunda çoğu zaman ayaklarımın beni kendiliğinden

götürdüğü sahaflardan alınmış ucuz ve eski kitaplar...

 

Şehrin bu şeyimsi, dokunulabilir yanım, yalnızca ondan nesneler, taşlar, biletler,

kitaplar saklayarak değil, onunla ilgili kitaba, dergiye, kağıda geçmiş her türlü

bilgiyi, programı, tarifeyi ilginç ve "önemli" bulup toplayarak da hissederdim. Bu

topladığım şeyleri sonsuza kadar saklamayacağımı, onlarla biraz oynayıp,

oyalanıp unutacağımı da aklımın bir köşesiyle bilirdim. Bu yüzden, hiçbir zaman

sonuna kadar giden o takıntılı toplayıcılar ya da Koçu benzeri bilgi

koleksiyoncuları gibi olamayacağımı da hissederdim. Ama ilk edindiğim sırada

bu bilgilerin bir gün bir büyük tasarının -bir büyük resmin ya da bir dizi resmin

ya da o sırada okumakta olduğum Tolstoy, Dostoyevski, Mann'ınkiler gibi bir

roman ya da ne olduğunu bilmediğim büyük bir şeyin- parçası olacağını da

söylerdim kendime.

 

Istanbul'un her türlü tuhaflık ve eski şey, emperyal büyüklük ve tarihin

döküntülerinden oluşan dokusunun şiirselliğini kaçınılmaz bir hüzünle birlikte

hissettiğim zamanlarda, bu dokunun çok özel sırrının ve şehrin şiirinin yalnızca,


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 55 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 30 страница| Orhan Pamuk 32 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.044 сек.)