Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 29 страница

Orhan Pamuk 18 страница | Orhan Pamuk 19 страница | Orhan Pamuk 20 страница | Orhan Pamuk 21 страница | Orhan Pamuk 22 страница | Orhan Pamuk 23 страница | Orhan Pamuk 24 страница | Orhan Pamuk 25 страница | Orhan Pamuk 26 страница | Orhan Pamuk 27 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

Odama dönüp kendi kendime kaldıktan bir süre sonra ("niye artık kapını

kilitliyorsun hep?" demeye başlamıştı annem) ikiyüzlülüğün ve kusurun yalnız

bende değil, insan ilişkilerini kuran o cemaat ruhunda, "biz" söyleminde, insanın

ancak sapıtarak dışarıdan görebileceği "şehir ideolojisi"nde olduğunu sezerdim.

 

Ama bu kavramlar ruhunda olup bitenleri yıllar sonra hatırlayıp onları anlamlı

ve eğlenceli bir hikayeye dökmeye çalışan elli yaşındaki yazarınızın sözleri. On

altıyla on sekiz yaşlarımdayken yalnız kendimi değil, Istanbul'da yaşadığım

çevreyi ve kültürü, olup bitenlerin anlamını bize açıklayan resmi ve gayriresmi

siyasal söylemi, gazetelerin manşetlerini ve şehrin ve şehirlilerin kendilerini ol-

duklarından daha başka gösterme isteğini ve aslında kendilerini hiç anlamama

isteğini, sokaklarda kafamın içinde zonklamaya başlayan harfleri ve reklam

panolarını fazlasıyla boğucu bulur, kendimi ve şehri saran yüzeyselliği

küçümserdim.

 

Sorunum belki de çocukluğuma rengarenk bir mutluluk ve hakiki bir derinlik

veren "ikinci dünya" nin taleplerini on beş yaşımdan sonra karşılayamamaktı.

Resim yapmak, haklarında kitaplar okuduğum Fransız ressamları gibi yaşamak

istiyordum, ama ne o dünyayı Istanbul'da kuracak gücüm, ne de Istanbul'un o

dünyaya benzetilebilecek bir yanı vardı. Türk izlenimcilerinin camili, Boğaz'lı ve

ahşap konaklı ve karlı sokak manzaralarının en kötüleri bile bana zevk

vermiştir. Ama resim oldukları için değil, resmettikleri Istanbul olduğu için.

Başkalarının yaptığı ya da kendi yaptığım bir resim Istanbul'a benzerse iyi resim

olmuyor; iyi resim olursa, benim istediğim kadar Istanbul'a benzemiyordu. Belki

de şehri bir resim, bir manzara olarak görmekten vazgeçmeliydim.

 

On altı-on sekiz yaşlarımda, bir yandan radikal bir Batılılaşmacı gibi, şehrin ve

kendimin bütünüyle Batılı olmasını istiyor, bir yandan da içgüdülerim,

alışkanlıklarım ve anılarımla sevdiğim Istanbul'a ait olmak istiyordum.

Çocukken bu iki talebi (bir çocuk ileride hem serseri, hem de büyük bir bilim

adamı olacağını aynı anda sorunsuzca düşleyebilir) aklımın iki ayrı köşesinde

koruyabilme yeteneğini yaşım ilerledikçe kaybetmem, beni yavaş yavaş, hüzünlü

bir kişiye çeviriyordu.

 

Istanbul'un yeterince modern olmadığını, yoksulluk ve sefaletinden

kurtulmasının, üzerindeki yenilgi duygusunu atmasının daha çok zaman

alacağını umutsuzlukla anlıyor, kendi hayatım ve şehrim konusunda

kederleniyordum da denebilir. Yaşım ilerledikçe, bütün Istanbul'un hem tevek-

külle, hem de gururla sahiplendiği hüzün, benim ruhuma da böyle sızıyordu işte.

Ama aynı hüzün müydü bu, yoksa şehrin hüznüne teslim olmanın "hüznü" müydü?

Belki de asıl neden ne Istanbul'un yoksulluğuydu, ne de yıkıcı bir yük olarak

şehrin taşıdığı hüzün duygusu. Zaman zaman, ölmekte olan, yaralı bir hayvan

gibi bir köşeye saklanıp tek başına kalma isteğim, her geçen gün daha da

sıklaşan bu istek dışarıdan değil, doğrudan içimden geliyordu belki de.

Kaybettiğim için onca hüzünlendiğim şey neydi o zaman? Neden, kimden ayrı

düştüğüm için kederliydim?

 

ILK AŞK

Bu bir hatıra kitabı olduğuna göre, onun adını saklamak, Divan şairleri gibi gizli

sevgili hakkında bir ipucu veriyorsam, tıpkı şimdi anlattığım aşk hikayesi gibi bu

adın da yanıltıcı olabileceğini sezdirmeliyim. Adı Farsça kara gül anlamına

geliyordu ama ne neşeyle denize atladığı rıhtımlarda, ne de gittiği Fransız

okulunun sınıflarında, bu anlamı bilen yokmuş gibi gelirdi bana. Çünkü uzun,

parlak saçları siyah değil kestane rengiydi, gözleri de bir derece daha koyu

kahverengi. Bunu ona ukalaca söylediğimde, birden çok ciddileştiği zamanlarda

yaptığı gibi kaşlarını çatmış, kiraz dudaklarını ileri doğru uzatıp anlamını tabii

ki bildiği bu adın Arnavut anneannesinin adı olduğu için kendisine annesi

tarafından verildiğini anlatmıştı.

 

Benim annemin anlattığına göre ise "o kadın", yani annesi, çok erken evlenmiş

olmalıydı, çünkü annem, ağabeyimle beni, bizler üç ve beş yaşındayken

Nişantaşı'ndan Maçka Parkı'na götürdüğü kış sabahları "bir genç kıza" benzeyen

annesinin salladığı kocaman bir çocuk arabasında uyuklayan onu da görürmüş.

Annem Arnavut anneannenin Istanbul'un işgali günlerinde kimi kötülükler

yapmış olduğunu ya da Atatürk'e karşı çıktığı için küçümsememiz gereken bir

paşanın hareminden çıktığını da ima etmişti bir kere, ama o yıllarda yanan

Osmanlı konakları ve eski Istanbul aileleriyle ilgili hikayelere hiç meraklı

olmadığım için bu ayrıntılar aklımda kalmamış. Babam ise, küçük kara gülün

babasının Ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra hükümette tanıdığı nüfuzlu

yakınlarının da torpiliyle bazı Amerikan ve Hollanda şirketlerinin

acentalıklarını alarak bir anda zengin olduğunu hiç de düşmanca olmayan bir

havayla söylemişti.

 

Çocukluk yıllarında parktaki karşılaşmalardan sekiz yıl sonra, onu bu sefer

dönemin yeni zenginleri arasında, 1960 ve 70'lerde bir süre moda olan ve bizim

de bir ev aldığımız Istanbul'un doğusundaki Bayramoğlu Mahallesi'nde bisiklete

binerken görmeye başladım. Küçük mahallenin boş olduğu iyi zamanlarında bol

bol denize girer, balığa çıkıp çapariyle uskumru ve istavrit yakalar, futbol oynar

ve on altı yaşımdan sonra, yaz akşamları kızlarla dans ederdim. Daha sonra ise,

liseyi bitirdiğim ve mimarlık okumaya başladığım yıllarda, bizim evin zemin

katında resim yapıp kitap okurdum.

 

Bunda ders kitaplarından başka herhangi bir şey okuyan herkesi "entellektüel"

ve bu yüzden de şüpheli ve "kompleksli" sanan zengin çocuğu arkadaşlarımdan

uzaklaşmak istememin ne kadar payı vardı? "Kompleksli" kelimesini ekonomik

ve psikolojik nedenlerden huzursuz olan herkes için kullanan çocukluk

arkadaşlarım da belki artık bana burun kıvırıyorlardı. Benim için erken yaşta

kullanmaya başladıkları entellektüel kelimesiyle kastedilen "zengin düşmanı

özentili kişi" konumundan da rahatsız olduğum için kitaplarımı -Woolf, Freud,

Sartre, Mann, Faulkner- keyfi için okuduğumu söylediğimde, o zaman satır

altlarını niye çizdiğimi sormuşlardı bana.

 


 

Ama kara gülün ilgisini de, bir yaz sonunda bu kötü şöhretim yüzünden çektim.

Oysa yaz boyunca ve arkadaşlarımı daha çok gördüğüm önceki yazlarda ikimiz

de birbirimizi fazla farketmemiştik. Arkadaşlarıma takıldığım zamanlarda, gece

yarıları, yarım saat uzaklıktaki Istanbul'a, Bağdat Caddesi'ne, Mercedes,

Mustang ve BMVV'lerini yarıştırarak (ve bazan çarpıştırarak) gidip dis-

koteklerde dans edip geri gelmek; sürat.tekneleriyle gidilen ıssız bir kayalığa

yerleştirilen boş gazoz ve şarap şişelerine şık av tüfekleriyle ateş ederken çığlık

atan kızları yatıştırmak; Bob Dylan ve Beatles dinlerken poker ya da monopoli

oynamak gibi hep birlikte yapılan eğlenceler arasında, birbirimizle

ilgilenmemiştik hiç.

 

Bütün o gürültücü genç kalabalık, yaz sonunda yavaş yavaş dağılmış, her sene

Eylül ayında mutlaka bir iki sandalı parçalayan, yatları, sürat motorlarını

tehlikeye atan lodos fırtınası da arkasından yağmur getirerek dinmişti ki, on

yedi yaşındaki kara gül alt kata, benim kendimi fazla ciddiye alarak resim

yaptığım "atölyeye" gelip gitmeye başladı. Bütün arkadaşlarım zaman zaman

oraya uğradıkları, boyalarımla, fırçalarımla kağıtlara birşeyler çiziştirip,

kitaplarımı şüpheyle kurcaladıkları için bunda olağanüstü bir yan yoktu. Üstelik

zengin-fakir, kız-erkek pek çok Türk yaşıtı gibi, onun da günlerini

doldurabilmek, vakit geçirebilmek için birileriyle gevezelik etmesi gerekiyordu.

 

Ilk başlarda, arkada kalan yazın dedikodularından, kimin kime aşık olduğu,

kimin kimi nasıl kıskandığı gibi benim o yaz çok da iyi takip edemediğim

şeylerden konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ellerim pis olduğu için bir boya

tüpünün kapağını açmak ya da çay hazırlamak gibi şeylerde bazan bana yardım

eder, sonra gene köşedeki yerine geçer, ayakkabılarını çıkarır, elinin birini yastık

edip başının arkasına koyarak divana uzanırdı. Bir gün oturduğu yerden ona

haber vermeden karakalem bir resmini yaptım. Bundan hoşlandığını farkedince

sonraki gelişinde de yaptım. Bir başka sefer, resmini yapacağımı söylediğimde,

"Nasıl oturayım?" diye sordu bana, ilk defa kameraların karşısına çıkan bir film

yıldızı adayı gibi hem memnun, hem de elini kolunu nereye koyacağını

bilemeden.

 

Ince uzun bir burnu, iyi çizebilmek için gözlerimi diktiğimde kenarları belli

belirsiz bir gülümsemeyle açılan küçük bir ağzı, geniş bir alnı, uzun boyu,

güneşten yanmış uzun bacakları vardı ama bana geldiği zamanlar

anneannesinden kalma şık, uzun ve kapalı bir etek giydiği için yalnızca küçük ve

düzgün ayaklarını görürdüm. Resmini yaparken küçük göğüslerinin çevresine,

upuzun boynunun civarındaki olağanüstü beyaz tene baktığımda yüzünde hafif

bir utanma belirirdi.

 

Ilk başlarda çok konuştuk, daha çok da o anlattı. Gözlerinde, dudaklarında

gördüğüm bir kederi işaret ederek, "O kadar kederli bakma!" dediğim için

beklemediğim bir dürüstlükle evdeki anne baba kavgalarını, kendinden küçük

dört erkek kardeşinin aralarındaki bitip tükenmeyen boğuşmaları, babasının

cezalarına -ev hapsi, sürat motoru yasağı, bir-iki tokat- karşı kimi zaman onları

nasıl koruduğunu, babası başka kadınların peşinden koştuğu için çok üzülen

annesini de teselli ettiğini; benim babamın da böyle şeyler yaptığını bildiğini,

çünkü annemin briç arkadaşı olan onun annesiyle dertleştiğini gözlerini

gözlerimin içine dikerek anlattı.

 

Ama yavaş yavaş bir suskunluğa gömülüyorduk. Her zamanki yerine gelip

oturuyor, ya benim yaptığım ve kuvvetli bir Bonnard etkisi taşıyan resim için poz

veriyor ya da etraftaki kitaplardan birini açıp aynı divanda çeşitli pozlarda

okuyordu. Daha sonra, onun resmini yapayım ya da yapmayayım, ben atölyede

çalışırken çat kapı gelip, sözü fazla uzatmadan köşedeki divana uzanıp kitap

okumayı, kitap okurken resmedilmeyi ve bazan da gözünün ucuyla kendi resmini

yapan beni seyretmeyi alışkanlık edindi. Her sabah çalışmaya başladıktan bir

süre sonra o gelsin diye beklediğimi, onun da beni fazla bekletmeden yüzünde

aynı utangaç gülümseyiş, neredeyse özür diler gibi yerine geçip uzandığını

hatırlıyorum.

 

Seyrekleşen konuşmalarımızın konularından biri de gelecekti: Ona göre ben çok

yetenekli ve çalışkandım ve ileride bütün dünyaca ünlü bir ressam olacaktım -

yoksa Türk ressamı mı demişti-, o da benim serginin Paris'teki kalabalık

açılışına Fransız arkadaşlarıyla gelecek ve "çocukluk" arkadaşı olduğumuzu

söyleyerek övünecekti.

 

Bir akşamüstü, yağmurdan sonra pırıl pırıl olan manzaraya ve bir süre beliren

gökkuşağına yarımadanın öteki ucundan bakmak bahanesiyle, benim karanlık

atölyemden çıkıp mahallenin sokaklarında ilk defa birlikte uzun uzun yürüdük.

Hiçbir şey konuşmadığımızı, yaz bittiği için yarı boşalmış mahalledeki birkaç

tanıdığın bakışlarından ve annelerimize rastlama ihtimalinden huzursuz ol-

duğumuzu hatırlıyorum. Ama bütün bu gezintiyi "başarısız" yapan şey, bunlar,

hatta gökkuşağının biz yetişemeden yok oluşu değil, aramızdaki gizli gerginlikti.

Boyunun ne kadar uzun, yürüyüşünün ne kadar hoş olduğunu ilk defa

farkediyordum.

 

Son cumartesi akşamı birlikte bir yere gitmeye karar verdik ve bizim gibi hala

mahallede olan birkaç meraklı ve önemsiz arkadaşa bu konuyu hiç açmadan

buluştuk. Babamdan arabayı almıştım, gergindim. Makyaj yapmış, kısacık bir

etek giymiş, arabada uzun bir süre kalan hoş bir koku sürmüştü. Ama daha

eğlence yerine varmadan yürüyüşümüzü "başarısız" kılan o hayaletin gene ara-

mızda olduğunu hissettik. Yarı boş ama aşırı gürültülü diskotekte benim

atölyemdeki konuşmaların ve şimdi ne kadar derin olduğunu farkettiğimiz uzun

ve huzur verici sessizliklerin boşu boşuna taklitlerini yaparken bulduk

kendimizi.

 

Gene de yavaş bir müzik parçası çalarken dans ettik. Önce başkalarının da böyle

yaptıklarını gördüğüm için kollarımda onu sıktım, sonra içimden geldiği gibi ona

sarıldım ve saçlarının badem koktuğunu farkettim. Bir şey yerken ağzını küçük

hareketlerle oynatışını, meraklandığı zaman yüzünde beliren sincap bakışım

seviyordum.

 

Onu evine bırakmadan önce arabadaki sessizlikte ona "Resim yapalım mı?"

dedim. Çok bir heyecan göstermeden razı oldu, ama bizim bahçenin karanlığında

yürürken -elim elini tutuyordu- atölyenin ışıklarının açık olduğunu görünce -

içerde biri mi vardı?- vazgeçti.

 

Ertesi üç gün gene geldi ve divana uzanarak, sessizce oturup resim yapışımı,

elindeki kitabın sayfalarını ve dışarıdaki köpük köpük dalgalı denizi seyredip

fazla bir tören yapmadan gitti.

 


 

Ekim ayında Istanbul'da onu aramak hiç yoktu aklımda. Tutkuyla okuduğum

kitaplar, hırsla yaptığım resimler, radikal siyasete meraklı arkadaşlar ve

üniversite koridorlarında birbirlerini öldüren marksistler, milliyetçiler ve

polislerin yanında yazlık arkadaşlarımdan ve giriş kapısında barikatlar ve

bekçiler bekleyen zengin mahallesiyle ilgili her şeyden utanıyordum.

 

Ama kaloriferlerin yanmaya başladığı soğuk bir Kasım akşamı evlerine telefon

ettim. Telefonu annesi açınca, hiç konuşmadan ahizeyi kapadım ve hiçbir şey

olmamış gibi hayatıma devam ettim. Ertesi gün o saçma telefonu neden ettiğimi

sordum kendime. Aşık olduğumu anlamadığım gibi, ilerideki bütün aşk

maceralarımda yerlerde sürünecek kadar takıntılı biri olduğumu da henüz

keşfetmemiştim.

 

Bir hafta sonra, gene soğuk ve karanlık bir akşamüstü telefon ettim. O açtı.

Aklımın bir köşesinde daha önceden dikkatle hazırladığım cümleleri, kendime

bile farkettirmeden şimdi aklıma gelivermiş gibi söyledim: Yaz sonunda ona

bakarak yapmaya başladığım bir resim vardı ya hani, onu bitirmek istiyordum,

bunun için bir öğleden sonra bana poz verebilir miydi?

 

"Aynı kıyafetle mi?" diye sordu. Bunu düşünmemiştim. "Aynı kıyafetle," dedim.

 

Bir çarşamba günü, bir zamanlar annemin de gittiği Dame de Sion'un kapısında

onu beklerken, lise kapısında kız bekleyen benim gibi genç çapkınların, kapıdaki

ana-baba-aşçı-uşak kalabalığından uzak durduklarını, kenarlardaki ağaçların

arkasına, kapı eşiklerine sindiklerini gördüm. Fransız Katolik okulunun lacivert

etekli, beyaz gömlekli yüzlerce öğrencisi arasında belirince bana boyu kısalmış

gibi gözüktü, saçları toplanmıştı, ellerinde ders kitapları ve bana poz vereceği

yazlık kıyafeti taşıdığı bir plastik torba vardı.

 

Annemin bize çay-pasta ikram edeceğini sandığı bizim eve değil de, annemin

resim yapayım diye kullanmama izin verdiği Cihangir'deki eski eşyalarla dolu

atölye-daireme gittiğimizi öğrenince tedirgin oldu. Ama orada ben sobayı

yaktıktan ve o da yazlık evdeki gibi uzun bir divana yerleşip benim de "ciddi"

olduğumu gördükten sonra rahatladı, ısınan odada bana göstermeden yazlık

uzun elbisesini giyip uzandı.

 

Böylece, bir aşk ilişkisi şeklini almadan, on dokuz yaşındaki genç ressam ile

daha da genç modeli şeklinde yeniden başlayan ilişkimiz sanki notalarını

kendimizin de anlayamadığı tuhaf bir müziğin ahengiyle sürdü. Başlarda iki

haftada bir Cihangir'deki daireye geliyordu, sonra bu haftada bire indi. Benzer

pozlarda (divana uzanmış genç kız) başka resimlerini de yapmaya başladım.

Yazın son günlerinde konuştuğumuzdan da az konuşuyorduk artık. Ben

mimarlık fakültesi, kitaplar, ressam olma planları gibi şeylerle tıkış tıkış dolu

asıl hayatımın içine açılan bu ikinci hayatın saflığını bozmaktan korkar,

dertlerimi güzel ve kederli modelimle hiç konuşmazdım. O anlamayacağı için

değil, birbirlerinden çok ayrı durmalarını istediğim bu iki dünyayı

karıştırmamak için. Yazlık arkadaşlarımı, babalarının fabrikalarının başına

geçmeye hazırlanan lise arkadaşlarımın dünyasını terketmek istiyordum, ama

kara gülü haftada bir görmek -artık bunu kendimden saklayamıyordum- beni çok

mutlu ediyordu.

 

Bazan yağmurlu günlerde, tıpkı çocukluğumda aynı apartmanda teyzemde

misafir kalırken olduğu gibi Cihangir'deki Tavuk Uçmaz Yokuşu'nü çıkan

kamyonetler ve Amerikan arabaları, ıslak parke taşları üzerinde tekerleklerini

kaydıra kaydıra patinaj yapar, biz de dinlerdik. Ben resim yaparken gittikçe

uzayan ve hiç de şikayetçi olmadığım bu sessizliklerde bazan gözgöze gelirdik. Ilk

başta sırf gözgöze geldiğimiz ve o da böyle bir şeyden mutlu olacak kadar çocuk

olduğu için gülümser, bunun pozunu bozacağından endişelenerek hemen

dudaklarını eski şekline getirir ve iri kahverengi gözleriyle gözlerimin içine aynı

sessizlikle uzun uzun bakardı.

 

Çok uzun süren bu tuhaf sessizliklerin sonuna doğru, onun yüzüne pür dikkat

bakan benim yüzümde beliren ifadeden etkilendiğini hisseder, ben bakışımı hiç

bozmadan hala gözlerinin içine bakmaya devam ederken, bakışlarımın

yoğunluğunun ona bir mutluluk verdiğini, dudaklarının kenarında belirmeye

başlayan ve bu sefer durduramadığı yeni gülümsemeden anlardım. Bir keresinde

bu biraz mutlu, biraz da derin gülümseyişine ben de dudağımın kenarıyla

anlayışlı bir şekilde gülümseyerek (bir yandan da fırçam tuvalin üzerinde

kararsızca geziniyordu) cevap verince güzel modelim özür dileyen bir havayla

neden güldüğünü -ve pozunu bozduğunu- açıklamak ihtiyacı hissetti.

 

"Bana öyle bakman çok hoşuma gidiyor."

 

Aslında yalnız gülümseyişini değil, haftada bir öğleden sonra Cihangir'deki bu

tozlu daireye neden geldiğini de açıklıyordu bu. Birkaç hafta sonra dudaklarının

kenarında gene aynı gülüşü görünce fırçayı boyayı bıraktım ve yanına gidip,

divanın kenarına oturup, son birkaç haftadır hayalini kurduğum gibi onu

cesaretle öpmeye başladım.

 

Çok geç başlayan fırtına, hava karardığı ve odanın kapkaranlık olması ikimizi de

rahatlattığı için kendi doğal akışıyla, hiçbir sınır tanımadan bizi alıp görürdü.

Yattığımız divandan Boğaz vapurlarının projektör ışıklarının karanlık sularda ve

odanın duvarlarında meraklı gezinişi gözüküyordu.

 

Her zamanki düzenimizi bozmadan buluşmaya devam ettik. Modelimle artık çok

mutluydum, ama böyle durumlarda ileride başkalarına bol bol sunacağım tatlı

aşk sözlerini, kıskançlık nöbetlerini, telaşlar, sakarlıklar ve benzeri duygusal

tepkileri ve aşırılıkları neden esirgiyordum güzelimden? Içimden gelmediği için

değil. Birbirimizi farkettirip bizi birbirimize bağlayan ressam-model ilişkisi bir

sessizlik gerektirdiği için belki. Aklımın en ücra köşesinde utançla ve

çocuksulukla düşündüğüm gibi, onunla evleneceksem ileride ressam değil bir


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 54 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 28 страница| Orhan Pamuk 30 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.044 сек.)