Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 22 страница

Orhan Pamuk 11 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница | Orhan Pamuk 14 страница | Orhan Pamuk 15 страница | Orhan Pamuk 16 страница | Orhan Pamuk 17 страница | Orhan Pamuk 18 страница | Orhan Pamuk 19 страница | Orhan Pamuk 20 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

fetlerini aşağılayan yazılarının kitap olarak yayımlanışından bir yıl sonra, en

büyük Batılılaşmacı Atatürk, kıyafet devrimi yaparak Batılı olmayan bütün bu

kıyafetlerin giyilmesini yasakladı.

 

Batılı gözlemcinin şehri derin bir şekilde eleştirip aşağılayan yazısını ona

katılarak okumak isteği bende de vardır ve bu tür yazıları okumak Istanbul'un

ne güzel, ne tuhaf, ne harika ve kendine özgü bir yer olduğunu tekrarlayıp duran

Pierre Loti gibi yazarları okumaktan daha zevklidir. Sorun, çoğu zaman yerlerin,

manzaranın güzelliği, insanların canayakınlığı, hatta Batılı gezgine gösterilen

itibar değil, yazarın şehirden, okurun da şehir yazısından ne beklediğinde

düğümlenir. On dokuzuncu yüzyılın ortasından itibaren Fransız-Ingiliz

edebiyatında hep aynı temalar ve konularla zenginleşen bir Istanbul imgesi

ortaya çıktı. Derviş tekkeleri, yangınlar, mezarlıkların güzelliği, saray ve harem,

dilenciler, sokak köpekleri, içki yasağı, kadınların gizlenmesi, şehrin esrarı,

Boğaz'a bir yolculuk ve manzaranın ve siluetin güzelliği gibi konularda hepsi

birbirlerinden etkilenen ve kimi zaman aynı yerlerde kalıp aynı rehberlerle

gezdirilen bu yazarlar Istanbul'da daha önceden okudukları şeyleri buldukları

için bir hayal kırıklığına uğramıyorlardı.

 

Osmanlı Imparatorluğu'nun çöken ve Avrupa'ya göre geri kalan bir devlet

olduğunu yavaş yavaş sezen bu yeni kuşak Batılı gezginler, önceki yüzyıllarda

merak konusu olan Osmanlı ordusunun gücünün sırrı, devlet aygıtının

bilinmeyen incelikleri gibi konularla fazla ilgilenmiyor, şehri ve insanlarını

eskiden olduğu gibi korkutucu, erişilmez ve anlaşılmaz bulmak yerine tuhaf,

eğlenceli ve turistik olarak görmeyi öğreniyorlardı. Zaten ta Istanbul'a kadar

gelmiş olmak bile onlar için yeterince bir başarı ve eğlenceydi ve geldikleri yerde,

kendileri gibi başka Batılı yazarların gördüklerini görüp yazmak, bu yazarlara

yolculuklarının zaferi olarak gözüktüğü için, hiçbirinin hayal kırıklığına

uğramaya niyeti yoktu.

 

Buharlı gemilerin ve demiryollarının Istanbul'u Batı'ya yaklaştırması, bir anda

kendini Istanbul sokaklarında bulan Batılı gezgine neden buraya geldiğini, bu

berbat yerde ne işi olduğu sorusunu kendi kendine sorma lüksünü ve zevkini

vermeye başladı. Züppelikle bilgisizliğin, yaratıcı cesaretle dürüstlüğün

buluştuğu bu noktada Andre Gide gibi "kültürlü" gezginler, kültürlerin

farklılığını, törelerin ve geleneklerin tuhaflığını ya da ülkenin ve kültürün yapı-

sal özelliklerini anlamaya çalışmak yerine, gezginin Istanbul'da eğlenme,

oyalanma, mutlu olma hakkını talep etmeyi keşfettiler. Şehir hakkında ilginç bir

şey söyleyemiyorsa, kendisini değil, Istanbul'u sıkıcı ve özelliksiz ilan edecek

kadar kendine güveni olan bu son dönemin turist yazarları Batı medeniyetinin

askeri ve ekonomik zaferlerinin en "eleştirel" Batılı aydınlara bile

saklayamadıkları bir gurur ve güven verdiğini, artık onların da Batı'nın bütün

insanlık için bir ölçü olduğuna içtenlikle inandıklarını gösterir.

 

Bu yazarlar ve sonrakiler Istanbul'a olan egzotik ilginin iyice azaldığı bir

dönemde ortaya çıktılar. Bu ilgisizliğin nedeni, Batılılaşma ve Atatürk

devrimlerinin yasaklamaları sonucu harem, derviş tekkeleri, padişah gibi pek

çok turistik unsurun ahşap evlerle birlikte yok olması ve Osmanlı

Imparatorluğu'nun yerini Batı'yı taklit eden küçük Türkiye Cumhuriyeti'nin

almasıydı. Kimsenin Istanbul'a gelip birşeyler yazmadığı, yerel gazetecilerin

Istanbul Hilton Oteli'ne gelen her yabancı ile röportaj yaptığı bu dönemin

sonunda, 1985'te Rus-Amerikan şairi Joseph Brodsky New Yorker dergisinde

"Bizans'tan Kaçış" adlı uzun bir yazı yayımladı.

 

Şair Auden'in Izlanda hakkında yazdığı alaycı ve her şeyi küçümseyen bir

yazının edasından etkilenen Brodsky, yazısının başında özür dileyen bir havayla

Istanbul'a geliş (uçakla) bahanelerini uzun uzun sayar. O sırada şehirden çok

uzakta olduğum ve Istanbul hakkında iyi birşeyler okumak istediğim için

alaycılığıyla benim de kalbimi kıran bu yazıda, gene de Brodsky'nin Istanbul için

"Burada her şey ne kadar yıllanmış," deyişini severim. "Eski değil, köhne değil,

kadim, hatta moda dışı da değil, yalnızca yıllanmış!" diye ısrar etmişti ve

haklıydı. Osmanlı Imparatorluğu yıkılıp gidince ve Türkiye Cumhuriyeti ne

olduğuna da karar veremediği kendi Türklüğünden başka bir şey göremeyip

dünyadan kopunca Istanbul eski çok dilli, muzaffer ve tantanalı günlerini

kaybedip her şeyin kendi yerinde ağır ağır yıllandığı, tenhalaştığı, boş, siyah-

beyaz ve tek sesli, tek dilli bir yere dönüştü.

 

Benim çocukluğum ve gençliğimin Istanbul'u şehrin kozmopolit yapısının hızla

kaybolduğu bir yerdi. Gautier, aynı gözlemi yapan başka pek çok gezgin gibi

1852 yılında, doğumumdan yüz yıl önce Istanbul sokaklarında aynı anda Türkçe,

Rumca, Ermenice, Italyanca, Fransızca ve Ingilizce (ve son ikisinden daha çok da

Ladino diye eklemeliydi) konuşulduğunu ve bu "Babil kulesinde" pek çok kişinin,

aynı anda bu dillerin birkaçını birden konuştuğunu gözlemledikten sonra, çoğu

Fransız gibi Fransızcadan başka bir dil bilmediği için biraz utanır. Türkiye

Cumhuriyeti kurulduktan sonra fethin sürmesi, Istanbul'un Türkleştirilmesinin

şiddetlenmesi ve şehirde devletin yaptığı bir çeşit etnik temizlik bütün bu dilleri

kuruttu. Bu kültürel temizliğin çocukluğumdan aklımda kalan bir parçası,

sokaklarda yüksek sesle Rumca, Ermenice (Kürtler zaten etrafta dilleriyle pek

görülmezdi) konuşanları "Vatandaş, Türkçe konuş!" diye susturmaktı. Sağda

solda asılı böyle tabelalar da vardı.

 

Batılı gezginlerin zaman zaman güven duyulmaz da olan seyahat yazılarına olan

merakım yalnızca bir aşk ve nefret ilişkisinden ya da karmaşık bir acı çekme ve

onaylanma isteğinden kaynaklanmıyordu. Sokaklarda yanlış şeyler yapan

Istanbulluları eleştiren bir avuç şehir mektupçusunu ve ayrıntılı devlet

belgelerini bir yana bırakırsak, yirminci yüzyılın başına kadar, Istanbullular

Istanbul hakkında pek az şey yazmışlardı. Şehrin sokaklarının, atmosferinin,

havasının, günlük hayat ayrıntılarının bir bütün olarak tasviri, günün her

anında şehrin nasıl soluk alıp verdiğinin, nasıl koktuğunun kayda geçirilmesi,

ancak edebiyatla yapılabilecek bu iş yüzyıllar boyunca hep Batılı gezginler

tarafından yapıldı.

 

Tıpkı 1850'lerde Istanbul sokaklarının nasıl gözüktüğünü ve kimin hangi

kıyafetlerle gezindiğini bilebilmek için Du Camp'ın fotoğraflarına ya da Batılı

ressamların gravürlerine bakmak gerektiği gibi, bütün hayatımı geçirdiğim

sokaklarda, caddelerde, meydanlarda yüz yıl önce, iki yüz yıl önce, dört yüz yıl

önce neler olup bittiğini, hangi meydanın yerinde eskiden boş bir arazi, hangi boş

arazinin olduğu yerde de eskiden sütunlu bir meydan olduğunu, buralarda nasıl

yaşandığını da (Osmanlı arşivlerinin labirentlerinde yıllar geçirmeyeceksem)

ancak Batılı gezgin yazarların sayfalarında okuyabilirim. Onların çoğunun

dikkati de egzotik ve pitoresk olana yöneliktir.

 

Walter Benjamin "Flaneur'ün Geri Dönüşü" adlı bir yazısında Franz Hessel'in

Berlin'de Yürüyüşler adlı kitabını tanıtırken, "Eğer şimdiye kadar yapılmış şehir

tasvirlerini yazarlarının doğum yerlerine göre ikiye ayırırsak," der, "o şehirde

doğup büyümüş yazarların yazdıkları çok azınlıkta kalır." Benjamin'e göre şehre

dışarıdan gelen ve çoğunlukta olanları heyecanlandıran şey, egzotik ve pitoresk

görüntülerdir. Orada doğup büyümüş olanların kendi şehirlerine ilgisi ise her

zaman kendi hatıralarıyla karışır.

 

Benim özel konumum, Batılılaşma sonucu Istanbullu okurların ve yazarların, (ve

belki de artık bütün dünyanın kaçınılmaz olan Batılılaşması sonucu) dünyanın

Batı dışındaki bütün şehirlerinde yaşayanların çok da özel olmayan konumudur.

Yaşadığım şehrin benden önceki kuşaklara nasıl gözüktüğünün, yani Istanbul

hayatının günlüğünü ve hatıra defterini yabancılar tutmuştur.

 

Belki de bu yüzden Batılı gezginlerin şehir hakkında yazdıklarını, bazan bunlar

bir başkasının egzotik düşü değil de kendi hatıralarımmış gibi okurum. Ayrıca,

benim farkettiğim, ama başka kimse sözünü etmediği için farkettiğimi

farketmediğim bir şeyi, Batılı gözlemcinin hissedip yazması hoşuma gider hep.

Dubalar üzerindeki çocukluğumun Galata köprüsünün yük altında hafif hafif

sallanışını Knut Hamsun'un farketmesi ya da Hans Christian Andersen'in

mezarlıklardaki servilerin "karanlık" olduğunu yazması bu türden gözlemlerdir.

Istanbul'a bir yabancı gibi bakmak benim için her zaman zevkli ve cemaat

duygusu ve milliyetçiliğe karşı da özellikle gerekli bir alışkanlıktır. Bazan

gerçekçilikle anlatılan harem ya da tasvir edilen kıyafet ve töreler benim

hayatıma o kadar uzak gelir ki, anlatılanın düş olmadığını bilsem de, bunlar

benim değil, bir başkasının şehrinin geçmişiymiş gibi gelir bana. Batılılaşma

bana ve milyonlarca Istanbulluya kendi geçmişlerini "egzotik" bulma zevki

vermiştir.

 

Şehri her biri başka çeşit çeşit bakış açısından görmek onunla ilişkimi canlı tutar

diye kandırırım kendimi. Bazan kendi evimden başka hiçbir yere gitmediğimi,

Istanbul'da bir yerde beni sabırla bekleyen öteki Orhan'ı bile aslında aramaya

çıkmadığımı kendime söyleyip bunun kafamı kemikleştireceğini, bir şehre bu

kadar fazla ait olmamın belki de ona bakışımdaki isteği öldüreceğini düşünürüm.

O zamanlar şehre bakışımda Batılı gezginlerin kitaplarını okuya okuya

edindiğim bir yabancılık olduğunu da düşünerek kendimi teselli ederim. Bazan

şehrin hiç değişmeyen bazı ana caddeleri ve arka sokakları, yıkılmakta olan

ahşap evleri, seyyar satıcıları, boş arsaları ve hüznü hakkında bir Batılı

gözlemciden okuduklarım bana kendi hatıralarımmış gibi gelir.

 

Bunda Istanbul'un, nüfusunun benim hayatım boyunca on misline çıkmasının,

bazı caddelerin, meydanların hiç değişmemelerine rağmen, kalabalıklar

yüzünden sanki başka mekanlara dönüşmesinin elbette payı vardır. Şehrin

tenha ve boş olduğu zamanları özlerim hep.

 

Batılı gezginlerin kendi kuruntularını ya da Doğu'ya ilişkin hayallerini

Istanbul'a yakıştırmalarında, şehir hiçbir zaman Batı sömürgesi olmadığından,

Istanbullular için hiçbir zarar yoktur. Sözgelimi Gautier'de, Türklerin yangının

felaketleri karşısında gözyaşı dökmediklerini, böyle durumlarda çok ağlayan

Fransızların tersine vakur davrandıklarını, çünkü kaderci olduklarını okursam,

bu görüşe hiç hak vermesem de çok büyük bir haksızlığa uğradığımı düşünmem.

Ama bu akla inanacak Fransız okurlarının Istanbulluların yüz elli yıldır neden

hüzün duygusundan kurtulamadıklarını anlayamayacaklarını hissederim.

Batılı gezginlerin Istanbul hakkında yazdıklarının asıl acı verici yanı, bazıları

çok parlak yazarlar olan bu gözlemcilerin şehrin ve Istanbulluların özelliği diye

abartarak sözünü ettikleri şeylerin, kısa bir süre sonra Istanbul'dan yok

olduğunu farketmektir. Çünkü Batılı gözlemciler, Istanbul'da Batılı olmayan

"egzotik" şeyleri görüp yazmayı seviyor, şehre hakim olmaya çalışan

Batılılaşmacı hareket de bu özellikleri, kurumları, gelenekleri Batılı olmaya

engel oluyor diye kısa sürede dağıtıp yok ediyor. Işte küçük bir liste:

On dokuzuncu yüzyıla kadar Batılı gezginlerin hakkında en çok yazdıkları

şeylerden biri olan Yeniçeri Ordusu dağıtıldı önce. Bir diğer Batılı gezgin merakı

olan esir pazarı da hakkında çok yazıldıktan sonra yok oldu. Batılı gözlemcilerin

çok sevdiği oralarına buralarına şişler sokan Rufai dervişlerinin ve Mevlevilerin

tekkeleri de, Cumhuriyet ile birlikte kapatıldı. Batılı ressamların o kadar çok

resmettiği Osmanlı kıyafetleri de Andre Gide'in şikayetinden kısa bir süre sonra

bırakıldı. Harem de Batılı yazarların çok sevdiği bir konuydu, artık yok.

Flaubert'in sevgili arkadaşına onun adını çarşıdaki hattatlara yazdıracağını

söylemesinden yetmiş beş yıl sonra bütün Türkiye Arap alfabesinden Latin

alfabesine geçti ve bu egzotizmin zevki de bitti. Bütün bu kayıplardan

Istanbullular için bence en ağır olanı bahçelerin, meydanların, günlük hayatın

içine sokulmuş olan mezarların ve mezarlıkların da Batılılaşma adına hapishane

duvarlarına benzer yüksek duvarlarla çevrili, servisiz, ağaçsız, manzarasız

korkunç yerlere taşınmasıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca da turistlerin çok ilginç

bulduğu sırt hamalları ve mesela Joseph Brodsky'nin dikkat ettiği eski Amerikan

arabaları da, haklarında çok yazıldıktan sonra kısa sürede yok oldular.

Bütün bu "Batılı gözlemci-yok oluş" sürecini iki şey kırabildi. Birinci takım

Istanbul'un arka sokaklarına hala hükmeden köpek çeteleridir. Batı askeri

disiplinine uymuyorlar diye Yeniçerileri yok eden II. Mahmut'un ikinci hedefi

köpek çeteleriydi, ama başarısız oldu. Meşrutiyet'ten sonra Çingenelerin de

yardımıyla yapılan bir başka "reform" hareketiyle, şehrin tek tek toplanıp

Sivriada'ya sürülen köpekleri oradan gene zaferle dönmeyi bildiler. Bunun bir

nedeni, Istanbul'un her sokağındaki köpek çetelerini çok egzotik bulan

Fransızların, bu hayvanların hep birlikte Sivriada'ya tıkılmalarını daha da

egzotik bulup bu konuda alaycılıkla -Sartre bile yıllar sonra Akıl Çağı adlı

romanında bir şaka yapıyor- çok şey yazmaları da olabilir.

Bu egzotizmin farkında olan Istanbullu kartpostalcı Max Fruchtermann 19.

yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında yayımladığı bir dizi Istanbul manzarası

arasında sokak köpeklerine de, tıpkı dervişler, mezarlıklar, camiler gibi bir

kartpostallık yer ayırırdı hep.

 

YIKINTILARIN HÜZNÜ: TANPINAR ILE YAHYA KEMAL KENAR MAHALLELERDE

Tanpınar ile Yahya Kemal Istanbul'un ücra, uzak ve fakir semtlerine birlikte

uzun yürüyüşlere çıkarlardı. Ikinci Dünya Savaşı sırasında Tanpınar bir kere tek

başına gene aynı yerlerde, "Kocamustafapaşa ile surlar arasındaki o geniş ve

fakir semtlerde" dolaşırken bu yürüyüşlerin kendisi için ne kadar öğretici

olduğunu anlatır. Buralar Gautier'nin de 1853'te yürüyüp şehrin hüznünü içinde

hissettiği yerlerdir.

 

Tanpınar ile Yahya Kemal bu mahallelerde "mütareke yıllarında" yürümeye

başlamışlardı. Nerval ve Gautier'nin şehre gelişi ile, bu iki Fransız arkadaş

yazarın eserlerini hayranlıkla bilen, onların yolculuk kitaplarını, Istanbul

hakkında yazdıklarını çok dikkatle okumuş bu en büyük iki Türk yazarın bu

uzak mahallelerde yürüyüşü arasındaki yetmiş yılda, Osmanlı Devleti bütün

Balkan ülkelerindeki ve Ortadoğu'daki topraklarım kaybede kaybede, küçüle

küçüle yok olmuş, Istanbul'u besleyen gelir kaynakları kurumuş, özellikle

Balkanlarda kurulan yeni devletlerin uyguladığı etnik temizlikten kaçan

Müslüman göçmenlerin Istanbul'a akın akın gelmesine karşın yüzbinlerce kişi de

Birinci Dünya Savaşı'nda öldüğü için şehrin nüfusu ve zenginliği artmamıştı.

 

Tam tersi, bu yetmiş yılda Avrupa ve Batı çok büyük bir teknolojik ilerleme ve

zenginleşme yaşarken Istanbul fakirleşmiş, dünyadaki gücünü ve çekimini

kaybettiği için işsiz ve ücra bir kent olmaya başlamıştı. Ben çocukluğumu bir

büyük dünya şehrinde değil, büyük ve yoksul bir taşra şehrinde yaşadığımı

hissederek geçirdim.

 

Tanpınar7in "Kenar Semtlerde Bir Gezinti" başlığıyla anlattığı kendi yürüyüşü

ve daha çok da Yahya Kemal'le beraber yaptıklarından söz ettiği yürüyüşlerde

yalnızca fakir ve ücra Istanbul'a, kenar mahallelere gitmek değil, Türkiye ve

Istanbul'un dünyada fakir ve ücra bir yer olmasına ruhsal bir hazırlık da vardır.

Kenar semtlerin bir manzara olarak keşfi, Türkiye'nin ve Istanbul'un da kenar

mahalle olmasıyla ilgilidir. Tanpınar, benim de çocukluğumda bol bol gördüğüm

yangın yerlerinden, harap eserlerden, yıkık duvarlardan söz eder. Sonra bu fakir

ve yıkıntı mahallede "nasılsa ayakta kalmış büyük ve ahşap bir Hamit devri

konağından" gelen kadın seslerine (eski alışkanlıkla "harem cıvıltısı" der

Tanpınar) dikkat kesilir ama yazının kurduğu siyasi-kültürel programa uygun

olarak bu seslerin Osmanlı'dan değil, "bir çorap fabrikasında ya da dokuma

tezgahında" çalışan fakir şehirli kadının modern çalışmasından geldiğini anlatır.

 

Tanpınar7in "hepimizin çocukluğumuzdan beri tanıdığımızı" söylediği ve Ahmet

Rasim'in herhangi bir sayfasında okuduğumuzu hatırlattığı ve bir köşesinde

"küçük asma veya salkım çardaklı çeşmesi, güneşe serilmiş çamaşırı, çocuğu,

kedisi köpeğiyle, mescidi ve mezarlığıyla" kenar mahalledir burası. Nerval ve

Gautier okuyarak şehrin ücra mahallelerinden, yıkıntılardan, izbelerden ve şehir

surlarının çarpıcı görüntüsünden öğrendiği melankoliyi, Tanpınar yerli bir hüzne

çevirir ve bu hüznü yerli bir manzaraya ve çalışan modern kadının hayatına

ustalıkla taşır.

 

Yaptığı şeyin anlamının tam ne kadar farkındaydı bilemeyiz. Ama kenar

mahallelere, şehrin yıkıntılarına, unutulmuş boş sokaklarına "izbe" dediği

yangın yeri, yıkıntı, imalathane, depo ve yıkılmakta olan ahşap konaklara özel

bir güzellik ve anlam yüklemeye çalıştığının farkındaydı. Çünkü aynı yazıda

şöyle der Tanpınar:

 

"Bu harap semtlerin macerasını bir sembol olarak görüyordum. Bir şehrin sadece

bir semtine bu yüzü verebilmek için ne kadar zaman ve ne kadar vaka, hadise

lazımdı. Kaç fetih, kaç bozgun, kaç hicretle bu insanlar buralara gelmişler, hangi

yıkılışlar ve yapılışlardan sonra bu görünüşü alabilmiştiler?"

 

Şimdi, belki okurun da aklını kurcalayan şu soruya bir cevap verebiliriz: Osmanlı

Devleti'nin yıkılışının, Istanbul'un Batı karşısında bir yandan kendi kimliğini

kaybederken, bir yandan da fakir düşüşünün, bütün bu büyük kayıpların

uyandırdığı melankoli-hüzün duygusu şehre bu kadar bağlı bu iki büyük yazarda

niye Nerval tarzı bir içe çekilme, bu içe çekilmeye denk düşecek bir "saf şiir"

(Yahya Kemal "halis şiir" derdi) arayışı yaratmadı?

 

Nerval'in Aurelia'smda, aşkta kaybedince yükselen melankolinin, onun hayattaki

diğer faaliyetleri "kaba saba oyalanmalar" düzeyine indirmesine neden olduğunu

görüyoruz. Nerval, Istanbul'a melankolisini unutmak için gelmişti. (Farkına

varmadan bu melankoliyi Gautier'nin şehre bakışına taşıdı.) Türk edebiyatının

yirminci yüzyıldaki en büyük şairiyle en büyük romancısı olacak Yahya Kemal ve

Tanpınar bu hüzünlü, ücra semtlerde dolaşırken sanki kaybettikleri şeyleri ve

melankoliyi daha da fazla içlerinde duymak istiyorlardı. Niye?

 

Siyasi bir amaçları vardı: Istanbul'un yıkıntıları içerisinde Türk milletini ve

Türk milliyetçiliğini keşfetmek, büyük Osmanlı Imparatorluğu'nun yıkıldığını,


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 72 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 21 страница| Orhan Pamuk 23 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.045 сек.)