Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 20 страница

Orhan Pamuk 9 страница | Orhan Pamuk 10 страница | Orhan Pamuk 11 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница | Orhan Pamuk 14 страница | Orhan Pamuk 15 страница | Orhan Pamuk 16 страница | Orhan Pamuk 17 страница | Orhan Pamuk 18 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

gelen o korkuyu bazan da uykumda hissederim. Gece yarısı ile sabah arasında

bir ara uykumdan bir geminin düdüğüyle uyanırım. Uzun uzun çalan ve Boğaz'ı

çevreleyen tepelerde yankılanarak dolaşan bu derin ve güçlü düdüğü gece

sessizliğinde bir daha duyduğumda Boğaz'da sis olduğunu anlarım hemen. Sisli

gecelerde Boğaz'ın Marmara'ya açıldığı yerden işaret veren Ahırkapı fenerinin

düdüğü de düzenli aralıklarla; kederle örmektedir. Böylece, uykuyla uyanıklık

arasında aklımda, sisler içindeki Boğaz'ın akıntılı sularında yolunu bulmaya

çalışan bir büyük geminin hayali belirir.

 

Hangi ülkenin gemisidir bu, ne büyüklüktedir, taşıdığı yük nedir? Kaptan

köşkündeki kılavuz kaptanın ve kimbilir yanındaki yardımcılarının endişesi

nedendir? Bir akıntıya mı kapılmışlardır, sisin içinde kendilerine yaklaşmakta

olan bir karaltıyı mı farketmişlerdir, yoksa rotalarından çıkıp, yanlış bir yönde

yol aldıklarını farkedip uyarı düdükleri mi çalmaktadırlar? Yatağında, uykuyla

uyanıklık arasında yatmakta olan Istanbullu, geminin kulağına gittikçe daha acı

ve umutsuz gelen düdüklerini işittikçe gemicilere acımayla felaket endişesi,

korkulu bir rüyayla, orada Boğaz'da olup biten şeyden meraklanma arasında

gidip gelir.

 

Fırtınalı günlerde, "Allah bu havada denize açılanlara yardım etsin!" derdi an-

nem. Öte yandan, yakında ama kendisine zarar vermeyecek bir uzaklıkta bir

felaket, bir dehşet olduğu hissi gecenin ortasında uyananlar için en iyi uyku

ilacıdır. Uyku ile uyanıklık arasındaki Istanbullu da, bir süre sonra gemi

düdüklerini sayarken yorganına sarılıp uyuyakalır. Rüyasında belki de kendini

sis içindeki gemide, tehlikenin eşiğinde görecektir.

 

Görsün veya görmesin, çoğunluk, tıpkı kendi rüyalarını unuttuğu gibi gecenin

ortasında gemilerin sis düdükleriyle uyandığını da sabah unutur. Ancak çocuklar

ya da çocuksu olanlar gecenin sis ve gemi düdüklerini hatırlarlar. Günlük

hayatın en sıradan anında, postanede kuyrukta beklerken ya da öğle yemeğini

yerken yanıbaşımızda böyle biri öbürüne der ki:

 

"Dün gece rüyamdan gemi düdükleriyle uyandım."

 

O zaman, çocukluğumdan beri Boğaz'ın tepelerinde yaşayan milyonlarca

Istanbullu ile sisli gecelerde aynı rüyayı gördüğümü hissederim.

 

Boğaz kıyısında, yalılarda oturanların rüyalarına giren bir başka korkuyu da,

tıpkı tanker yangınları gibi, hafızama derinden kazınmış bir kaza ile anlatayım.

Böyle sisli gecelerin birinde, tam tarih vermek gerekirse 1963 yılı 4 Eylül sabahı

saat dörtte, Rusya'nın Novorosisk limanından aldığı askeri malzemeyi Küba'ya

götürmekte olan 5500 grostonluk Arhangelsk adlı şilep, görüş mesafesi on

metreyi geçmediği halde yoluna devam etmeye çalıştığı için, Baltalimanı'nda on

metre karaya girmiş, bir hamlede iki ahşap yalıyı yıkıp üç kişiyi öldürmüştü.

 

"Korkunç bir gürültü ile uyandık. Yalıya yıldırım düştü sanıyorduk ki, bina

çatırdayarak ikiye ayrıldı. Büyük talih eseri bizler çökmeyen tarafta kaldık.

Kendimizi toparlayıp baktığımızda üçüncü katta oturma odasında koca bir

şileple burun buruna geldik."

 

Kazadan sağ kurtulanların sözleriyle birlikte, gazeteler ahşap yalının oturma

odasına giren geminin fotoğraflarını yayımlamışlardı: Paşa dedenin duvara asılı

fotoğrafı, büfenin üzerindeki tabakta bekleyen üzüm salkımları, odanın diğer

yarısı yok olduğu için bir ucu perde gibi boşluğa sarkan ve rüzgarda sallanan halı

ve büfeler, sehpalar, çerçeveli tezhip levhalarıyla yan yatmış divan arasında

ölümcül burnu gözüken gemi. Bu fotoğrafları dayanılmayacak kadar korkutucu

ve çekici yapan şey, geminin aralarına ölüm saçarak girdiği eşyaların, bizim

evdekilere benzeyen, tanıdık koltuklar, büfeler, sehpalar, paravanalar,

sandalyeler, masalar ve divanlar olmasıydı. Kazada ölen güzel liseli kızın kısa

bir süre önce nişanlanmış olduğunu, kazadan önceki gece ölecek olanlarla

kurtulacak olanların aralarında konuştuğu şeyleri, güzel nişanlısının cesediyle

enkaz içinde karşılaşan mahalleli gencin acısını, otuz yıllık gazete ciltlerinde

yeniden okurken kazanın bütün Istanbul tarafından günlerce nasıl

konuşulduğunu hatırladım.

 

O zamanlar Istanbul'un nüfusu şimdiki gibi on milyon değil bir milyon olduğu

için, Boğaz kazaları, insanın kalabalığı içinde kaybolduğu mahşeri bir şehrin

sıradan felaketleri gibi değil, bir mahallede kulaktan kulağa anlatılarak efsane

boyutuna ulaşan hikayeler gibi yaşanırdı. Beni şaşırtan şey, Istanbul üzerine

birşeyler yazdığımı öğrenen pek çok tanıdığın, geçmiş güzel günlerden söz eder

gibi, neredeyse nemlenen gözlerle Boğaz'ın o eski felaketlerinden özlemle söz

etmeleri, yazımda kendi seçkin felaketlerinden bahsetmem için bana ısrar

etmeleri oldu.

 

Hani bir keresinde, galiba 1966'nın Temmuzu'nda, Boğaz gezisi yapan Türk-

Alman Dostluk Cemiyeti'nin yolcularını taşıyan motor Marmara'ya inen kereste

yüklü başka bir motora Yeniköy ile Beykoz arasında çarparak batmıştı da on üç

kişi Boğaz'ın karanlık sularında kaybolup ölmüştü ya, onu mutlaka

yazmalıydım.

 

Ploiesti adlı Romen tankeri, yalısının balkonunda tevekkülle gemi sayan bir

tanıdığımın gözü önünde bir balıkçı teknesini bir dokunuşta ve ne kadar da

kısacık bir sürede ikiye bölüp batırmıştı, bunu yazmalıydım.

 

Daha sonraki yıllarda, hani bir Romen tankeri (Independenta) ile bir başka gemi

(Yunan şilebi Euryali) Haydarpaşa açıklarında çarpışmış ve sızan akaryakıt bir

anda alev alınca petrol yüklü tanker korkunç bir gürültüyle patlamıştı da

hepimiz uykularımızdan uyanmıştık, bunu unutmamalıydım. Unutmadım: kaza

yerinden kilometrelerce uzakta olmasına rağmen bizim mahalledeki evlerin

pencere camlarının yarısı patlamanın şiddetiyle kırılmış, sokaklar cam

kırıklarıyla kaplanmıştı.

 

Bir de hani koyunlarla Boğaz'ın dibine giden gemi vardı: 15 Kasım 1991'de

Romanya'dan aldığı yirmi binden fazla koyunla Boğaz'dan geçmekte olan Lübnan

bandıralı Rabunion adlı hayvan gemisi, New Orleans'tan Rusya'ya buğday

götüren Madonna Lili adlı Filipin bandıralı yük gemisi ile çarpışınca

koyunlarıyla birlikte batmıştı. Pek azı gemiden atlayıp yüzen koyunların

bazıları, Boğaz kıyısındaki çayhanelerde gazete okuyup kahve içen

Istanbullularca sudan çıkartılmıştı, ama yirmi bin talihsiz koyun kendilerini

Boğaz'ın derinliklerinden çıkaracak birisini bekliyorlar hala.

 

Bu kaza Fatih Köprüsü olarak bilinen ikinci Boğaz köprüsünün tam altında

olmuştu, ama Istanbulluların 1970'lerden sonraki en büyük buluşuna, Boğaz

Köprüsü'nden atlayıp intihar etmeye, bu çok yaygın şehir alışkanlığına hiç

girmeyeceğim. Çünkü bu kitabı yazarken çocukluk alışkanlığı ve zevkiyle

okumaya başladığım eski gazete koleksiyonlarında rastladığım, doğduğum

günlerde Istanbul gazetelerinde çıkmış bir haber, Boğaz'da ölümün köprülerden

atlamaktan çok daha yaygın bir başka yolu olduğunu bana hatırlattı. Işte bir

örnek:

 

"Rumelihisarı'nda bir otomobil denize uçtu. Dün yapılan (24 Mayıs 1952) bütün

aramalara rağmen, ne araba ne de içindekiler bulunamadı. Otomobil denize

uçarken şoför kapıyı açarak 'Imdat' diye bağırmış, fakat her ne sebeptense,

kapıyı tekrar kapamış ve araba ile beraber sulara gömülmüştür. Otomobilin

akıntının tesiri ile daha ileride derin bir yere gömüldüğü sanılmaktadır."

 

Bu da kırk beş yıl sonra, 3 Kasım 1997'nin Istanbul gazetelerinden:

 

"Düğün dönüşü Tellibaba'ya adak adamaya giden ve içinde 9 kişi bulunan

otomobil, alkollü sürücünün kontrolünden çıkarak Tarabya'da denize uçtu.

Kazada 2 çocuklu bir kadın boğularak can verdi."

 

Yıllar boyunca ne kadar da çok arabanın Boğaz'a düşüşünü, yolcuların derin

suların içinde geri dönüşü olmayan yere gidişini duydum, okudum, gördüm!

Içinde bağrışan çocukların, kavga eden sevgililerin, her şeyi alaya alan

sarhoşların, aceleyle evine dönen kocaların, yeni arabalarının frenlerini deneyen

gençlerin, dalgın sürücülerin, intihar meraklısı kederlilerin, karanlıkta gözleri

iyi görmeyen amcaların, rıhtımda çay içtikten sonra vitesi geriye değil ileriye

takan dalgın ile arkadaşlarının, olayın bir anda nasıl meydana geldiğini hiç

anlayamayanların, eski defterdarlardan Şefik ile güzel sekreterinin, gemi

sayarak Boğaz'ı seyreden polislerin, fabrikanın arabasını izinsiz alıp gezmeye

çıkan acemi şoförle ailesinin, uzak bir akrabanızın tanıdığı naylon çorap

imalatçısının, aynı renk yağmurluk giyen babayla oğulun, ünlü Beyoğlu

haydutuyla sevgilisinin ve Boğaz Köprüsü'nü ilk defa gören Konyalı ailenin

bulunduğu araba suya düşünce, hemen taş gibi batmaz da, bir an sanki suyun

üzerinde durur.

 

Gün ışığında sokak ya da meyhane lambalarının ışığında oluyorsa her şey, o

kısacık sürede Boğaz'ın bu yaşanılabilir tarafında olanlar, ötedeki derin tarafa

hiç de istemeden geçmekte olanların yüzlerindeki dehşeti görebilirler. Sonra

araba yavaş yavaş Boğaz'ın hemen derinleşen karanlık ve akıntılı sularına

gömülür gider.

 

Boğaz'ın derinliklerine inen arabadakilere artık kapıların açılmayacağını, çünkü

arabanın içine dolan suların basıncının kapıların açılmasına mani olacağını

hatırlatmak isterim. Pek çok arabanın suya düştüğü bir dönemin ince düşünceli

gazetelerinden biri aynı bilgiyi okurlarına aktarmak gibi akıllıca bir iş yapmış,

iyi çizilmiş resimlerle açıklanmış küçük bir rehber yayımlamıştı:

Boğaz'a Düşen Arabadan Nasıl Çıkılır?

1. Hiç paniğe kapılmayın. Pencerelerinizi kapayarak suların arabanızın içine

iyice dolmasını bekleyin. Kapıların düğmelerini açın. Kimse yerinden

kıpırdamasın.

2. Araba Boğaz'ın derinliklerine doğru inmeye devam ediyorsa el frenini çekin.

3. Sular arabanızı tamamen doldurmak üzereyken tavanda sıkışan son bir karış

havayı ciğerlerinize iyice çekin, kapıları yavaşça açın ve telaşlanmadan arabadan çıkın.

Son anda, inşallah yağmurluğunuz el freninin çekeceğine takılmaz da su

yüzeyine çıkabilirsiniz, diye 4. maddeyi eklemek isterdim ben. Eğer yüzme

biliyorsanız, yukarıya, denizin yüzeyine varmışsanız şehrin bütün hüznüne

rağmen Boğaz'ın ve hayatın ne güzel olduğunu da hemen farkedeceksiniz.

 

NERVAL ISTANBUL'DA: BEYOĞLU'NDA YÜRÜYÜŞLER

Melling'in bazı resimlerinin ayrıntıları beni ürpertir. Istanbul'un benim bütün

çocukluğumu, hayatımı geçireceğim sokaklarının, yollarının, evlerinin,

mahallelerinin yerleşeceği bazı tepelerini daha oralara hiç kimse

yerleşmemişken, tek bina yapılmamışken ressam görmüş ve resmetmiştir. Daha

sonra Yıldız, Maçka, Teşvikiye adını alacak yerleri elimde büyüteç Melling'in

manzara resimlerinin kenarlarında kavaklar, çınarlar ve bostanlarla kaplı boş

tepeler olarak görmek, tıpkı yangın yerlerine, yanmış konakların bahçelerine,

yıkık duvarlara, kemerlere, yıkıntılara bakarken hissettiğim gibi, bir zamanlar

oralarda yaşamış Istanbulluların hissettiği acıya benzer bir duygu verir bana.

 

Insanın çocukluktan beri hayatının ve kendi dünyasının merkezi olarak

benimsediği ve bu yüzden bütün bilgilerinin başlangıç noktası olan yerlerin

aslında kısa bir zaman önce (doğumumdan yüz yıl önce) var olmadığını görmek,

tıpkı öldükten sonra arkamızda bıraktığımız dünyayı görmek gibi,

dayanılmayacak kadar meraklandırıcı ve sarsıcıdır. Bütün hayat deneyiminin,

ince ince biriktirilmiş bütün insani ilişkilerin ve eşyaların zaman karşısındaki

ürperişidir bu.

 

Aynı ürperişi Gerard de Nerval'in Doğu'ya Yolculuk adlı kitabının Istanbul

bölümünün bir yerinde de hissederim. Melling'in resimlerini yapmasından yarım

yüzyıl sonra, 1843'te Istanbul'a gelen Fransız şair kitabının bir yerinde, elli yıl

sonra Tünel olacak yerden, Galata Mevlevihanesi'nden bugün Taksim dediğimiz

yere kadar -tıpkı benim yüz on beş yıl sonra annemin elini tutarak yapacağım

gibi- yürüyüşünü anlatır. Bugün Beyoğlu dediğimiz anacadde, Cumhuriyet'ten

sonra Istiklal Caddesi adını alacak Grand rue de Pera 1843'te de aşağı yukarı

aynıdır. Nerval Mevlevihane'den sonra caddeyi Paris'e benzetir: Moda kıyafetler,

çamaşırcı dükkanları, kuyumcular, pırıl pırıl vitrinler, şekerciler, Ingiliz ve

Fransız otelleri, kahveler, elçilikler.

 

Şairin Fransız Hastanesi (bugünkü Fransız Kültür Merkezi) dediği yerden sonra

ise, şehir şaşırtıcı, sarsıcı, hatta benim için korkutucu bir şekilde biter. Çünkü

bugün Taksim Meydanı denilen ve çocukluğumdan beri çevresinde yaşadığım

benim dünyamın merkezi ve en büyük meydanını Nerval, at arabalarının ve

köfte, karpuz ve balık satıcılarının oyalandığı boş bir yer olarak anlatır.

Düzlüğün manzarasından ve kenarından köşesinden meydana ve şehre katılarak

yüz yılda yok olacak mezarlıklardan söz eder. Ama Nerval'in aklımdan hiç

çıkmayan cümlesi, şehrin daha sonra benim bütün hayatımı geçireceğim ve bana

hep "çok eski apartmanlarla kaplı" gibi gelecek düzlükleri hakkındadır: "Çam ve

ceviz ağaçlarının gölgelediği kocaman, sonsuz bir yayla!"

 

Nerval Istanbul'a geldiğinde otuz beş yaşındaydı. On iki yıl sonra kendisini

Paris'te asmasına yol açacak melankoli buhranlarından ilkini iki yıl önce

geçirmiş ve bir süreliğine tımarhanede yatmıştı. Bütün hayatını belirleyecek

karşılıksız bir aşkla sevdiği tiyatro oyuncusu Jenny Colon da altı ay önce

ölmüştü. Nerval, Mısır-Kahire, Iskenderiye-Suriye, Kıbrıs, Rodos, Izmir ve Istan-

bul'dan geçecek "Doğu Yolculuğu"na bu acılarla birlikte ve tabii ki

Chateaubriand, Lamartine ve Hugo ile Fransız edebiyatında bir gelenek olmaya

başlayan romantik Doğu düşlerinin etkisiyle çıkmıştı. Nerval'in kendinden

önceki yazarlar gibi, Doğu hakkında birşeyler yazma niyetini ve Fransız

edebiyatında melankoli ile özdeşleştiğini de göz önünde tutunca, insan, şairin

Istanbul'da göreceklerinin çok özel ve değerli olacağına hükmediyor.

 

Ama Nerval 1843 Istanbul'unda kendi melankolisine değil de, onu unutturacak

şeylere dikkat eder. Zaten Doğu yolculuğuna ruhsal acılarını arkada bırakmak,

en azından bunları kendinden ve çevresinden gizlemek için çıkmıştı. Babasına

yazdığı bir mektupta, Doğu yolculuğunun iki sene önceki cinnet-tımarhane

vakasının, devamı gelmeyen basit "bir kazanın sonucu olduğunu insanlara

kanıtlayacağını" yazmış ve umutla sağlığının da çok iyi olduğunu eklemişti.

Yenilginin, yoksulluğun ve Batı karşısında zayıf düşmenin darbesini henüz

yememiş Istanbul'un da şaire hüzün duygusunu beslemek için yeterince görüntü

vermediğini düşünebiliriz.

 

Unutmayalım ki hüzün, yenilgiden sonra şehirde yaşayanların şehrin içinde

hissettikleri bir duygudur. Nerval ünlü şiirindeki kelimelerle, melankolinin kara

güneşinin Doğu'da yer yer görüldüğünü yolculuk kitabında yazar, ama örnek

olarak Nil kıyılarını gösterir. 1843 Istanbul'unda ise şehrin en zengin, çekici,

egzotik yerlerinde, hakkında yazılacak malzeme arayan aceleci bir gazeteci gibi

davranır.

 

Bu yüzden şehre Ramazan'da gelmişti. Bu onun gözünde Venedik'e karnaval

zamanı gitmek gibi bir şey olmalı. (Ramazan'ın hem bir "perhiz", hem de bir

"karnaval" zamanı olduğunu yazar.) Nerval Ramazan gecelerinde Karagöz

oynatanları, geceleri lambalarla aydınlanan şehrin manzaralarını seyreder ve

kahvehaneye gidip hikaye anlatıcısını dinler. Daha sonraları pek çok Batılı gezgi-

nin yapıp yazacağı bu gözlemler, yüz yıl sonra modern teknoloji, Batılılaşma ve

yoksullaşma sonucu Istanbullular tarafından bırakılıp unutuldu ve bu sefer

Istanbullu yazarların "Eski Ramazan Geceleri ve Eğlenceleri" benzeri adlı pek

çok hatıra yazısına ve kitabına konu oldu.

 

Çocukluğumda geçmişe özlemle ve büyülenerek okuduğum ve kendi kendime

oruç tuttuğum o güne beni hazırlayan bu edebiyatın arkasında Nerval ve benzeri

pek çok Batılı gözlemcinin şekerlendirerek egzotikleştirdiği ve hepsi

birbirlerinden etkilenerek geliştirdikleri "turistik bir Istanbul" imgesi var. Istan-

bul'a gelip, üç günde bütün bu "turistik" yerleri gezip hemen bir yazı-kitap yazan

Ingiliz yazarlarla alay etmesine rağmen, Nerval de onlar gibi derviş tekkesine

ayin izlemeye gitmiş, padişahın saraydan çıkışını bekleyip onu uzaktan bir

görmüş (Nerval gözgöze geldiklerini, Abdülmecit'in de kendisini gördüğünü iddia

eder) ve mezarlıklarda uzun gezintilere çıkarak Türklerin kılık kıyafetleri,

adetleri ve töreleri hakkında fikir yürütmüştür.

Kendini astığı sırada sayfalarını cebinde taşıdığı ve gerçeküstücülerin, Andre

Breton, Paul Eluard ve Antonin Artaud'nun büyük hayranlık duyduğu Aurelia ya

da Hayat ve Rüya adlı tüyler ürpertici ve benzersiz otobiyografik kitabında

(kendisi Dante'nin Yeni Hayat'ına benzetir) Nerval, aşık olduğu kadın tarafından

reddedilince hayatta artık kendisine "kaba-saba oyalanmalardan" başka bir şey

kalmadığını anlatır ve dünyayı dolaştığını ve uzak milletlerin kıyafetleri ve tuhaf

töreleriyle aptalca oyalandığını dürüstçe itiraf ediverir. Töreler, manzaralar,

Doğulu kadınlar ya da Ramazan geceleri hakkında yaptığı gazeteci tarzı

gözlemlerin yüzeyselliğinin, ucuzluğunun ve kabalığının bilincinde olduğu için

Nerval, Doğu'ya Yolculuk adlı kitabına, -tıpkı anlatısının etkisi azaldıkça araya

yeni ve saf bir hikaye sıkıştırması gerektiğini hisseden yazarlar gibi- çoğunu

kendisinin geliştirip uydurduğu uzun hikayeler eklemişti. (Yahya Kemal ve A. Ş.

Hisar ile birlikte hazırladıkları Istanbul adlı kitap için şehrin mevsimleri

hakkında yazdığı uzun bir yazıda Tanpınar bu hikayelerin uydurma mı,

geleneksel Osmanlı hikayeleri mi olduğunu merak edip araştırdığını yazar.)

Nerval'in düş dünyasına, derinliğine ve yoğunluğuna daha yakışan ama

Istanbul'la fazla ilgisi olmayan bu hikayelerin arasında şehir gözlemleri,

Şehrazat tarzı bir çerçeve hikaye işlevi görür. Zaten çizdiği tabloların yeterince

güçlü olmadığını hissettikçe, ikide bir "tıpkı Binbir Gece Masalları gibi" diyerek

okuru tavlamak isteyen Nerval, Istanbul gezisini "sarayları, camileri, hamamları

başkaları o kadar çok anlattı ki ben anlatmadım" diyerek bitirirken, yüz yıl sonra

Yahya Kemal ve Tanpınar gibi Istanbul yazarlarının kulaklarına küpe olacak ve

Batılı gezginlerin ağzında basmakalıp bir lafa dönüşecek bir şey söyler: "Dış

görünüşü dünyanın en güzel manzaralarını veren Istanbul'un bazı

mahallelerinin sefaleti, bazılarının pisliği" şehri "kulislerine girilmeden"

salondan seyredilmesi gereken bir tiyatro dekoruna benzetir.

Daha sonra yazılarıyla ve şiirleriyle Istanbullulara seslenen bir Istanbul imgesi

geliştirecek olan Yahya Kemal ile Tanpınar, bunu ancak manzaranın güzelliği ile


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 87 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 19 страница| Orhan Pamuk 21 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.041 сек.)