Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 16 страница

Orhan Pamuk 5 страница | Orhan Pamuk 6 страница | Orhan Pamuk 7 страница | Orhan Pamuk 8 страница | Orhan Pamuk 9 страница | Orhan Pamuk 10 страница | Orhan Pamuk 11 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница | Orhan Pamuk 14 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

bisikletler, devrilmiş ya da yakılmış otomobiller, parçalanmış bir piyano ya da bir

büyük mağazanın vitrininden kumaş kaplı caddeye devrilerek gökyüzünü

seyreden kırık mankenler ve olayları yatıştırmaya geç de olsa gelen tanklar gözüküyordu.

Bütün bunlar yıllarca evin içinde uzun uzun anlatıldığı için kafamda kendim

görmüşüm gibi bütün ayrıntılarıyla canlıdır. Hıristiyan aileler evlerini ve

dükkanlarını temizlerken, bizim evde daha da çok konuşulan konu, yağmacı

saldırgan çeteleri bizim apartmanın önüne gelip, caddede bir aşağı bir yukarı

koşar, dükkanların vitrinlerini parçalar, Rum, Hıristiyan ve zengin karşıtı sloganlar

atarken, amcamın, babaannemin evin bir penceresinden öbürüne koşarak

olup bitenleri telaşla seyretmeleriydi. O günlerde yükselen Türk milliyetçiliği

yüzünden, Alaaddin'in dükkanında da satılmaya başlayan bezden küçük Türk

bayraklarından birini ağabeyim birkaç gün önce özenip, satın alıp içine astığı

için, amcamın Dodge arabasını ne ters çevirdiler, ne de camlarım kırdılar.

 

DIN

On yaşıma kadar kafamda çok belirgin bir Allah hayali taşıdım: Yüzü belirsiz,

aşırı yaşlı, beyaz çarşaflar içinde çok muhterem bir kadın görüntüsüydü bu. Bir

insana benzemesine rağmen, bu görüntü hayallerimdeki öteki insanlar gibi,

sokakta rastlayabileceğim herhangi biri gibi gözümün önünde belirmezdi. Çünkü

baş aşağı ve biraz da yanlamasına dururdu. Kafama biraz merak biraz da huşu

içerisinde takılınca, aklımdaki bütün görüntüler arkaya doğru gider, görüntü de,

kimi reklam filmlerinde ya da film jeneriklerinde olduğu gibi, kendi etrafında

zarafetle bir iki kere dönüverdikten sonra biraz keskinleşir, biraz da yukarılara,

ait olduğu yere, bulutların arasına çıkardı.

Beyaz çarşafının kıvrımları, tarih kitaplarında resimlerini gördüğüm kimi

heykellerdeki gibi çok iyi işlenmişti. Eli, kolu, gövdesinin hiçbir yeri gözükmeyen

bu hayal gözümün önünde belirdikçe, çok güçlü, çok saygın ve üstün bir varlığın

aklıma düştüğünü hissederdim ama ondan çok fazla korkmazdım. Bir günahkar

olduğuma hiç inanmadığım ya da sütten çıkmış ak kaşık olduğumu sandığım için

değil, bu uzak ve önemli varlığın benim saçma hayallerimle ve suçlarımla

ilgilenmeyeceğini hissettiğim için. Onu hiç yardıma çağırdığımı, ondan bir şey

dilediğimi de hatırlamıyorum. Çünkü benim gibilerle değil, yoksullarla ilgili

olduğunun fazlasıyla farkındaydım.

Bizim apartmanda bu görüntüyle yalnızca hizmetçiler, aşçılar ilgilenirdi. Allah'ın

yalnız yoksullarla değil, apartmandaki bütün kalabalıkla ilgili olduğunu, en

azından durumun kuramsal olarak böyle olması gerektiğini hissederdim biraz,

ama bizler ona ihtiyaç duymayacak kadar talihliydik. O canı yananların,

çocuklarını okutamayacak kadar yoksul olanların, onun adını ağızlarından hiç

eksik etmeyen sokaktaki dilencilerin ve başı darda olan saf ve iyilerin yardımcısıydı.

Annem bu yüzden radyo kar fırtınasında yolları kesilmiş uzak köylerden ya

da bir depremde yersiz yurtsuz kalan yoksullardan söz ederken, "Allah onlara

yardım etsin!" derdi. Bu söz bu dileğin karşılanmasından çok, halimiz vaktimiz

yerinde olduğu için o an hissettiğimiz geçici suçluluk duygusuyla, zorda olanlara

pek bir şey yapamamanın verdiği boşluk duygusunu geçiştirmek için kullanılırdı.

 

Zaten hayalimdeki o beyaz çarşaflı yaşlı ve yumuşak varlığın bizim dileklerimize

kulak asmayacağını da hesaba kitaba, matematiğe açık mantığımızla bilirdik.

Onun için hiçbir şey yapmıyorduk çünkü. Oysa apartmandaki aşçılar, hizmetçiler

ve tanıdık diğer bütün yoksullar, Allah'la ilişkiye geçmek için her fırsatı çalışkanlıkla

değerlendiriyor, senede bir ay oruç tutuyor, bizim Esma Hanım bizlere

hizmet etmekten kalan vakitlerinde, küçük odasına seccadesini serip namaz

kılıyor, sevinç, keder, mutluluk, korku ve öfke anlarında, hatta bazan kapıyı

açarken, kaparken, bir şeyi ilk defa ya da son defa yaparken ve başka pek çok

fırsatta O'nu hatırlıyor, adını anarak birşeyler fısıldıyordu.

 

Yoksulların, çaresizlerin Allah'la kurdukları bu ısrarlı ilişki onların yardıma

muhtaç olduğunu hatırlatmaktan öteye gitmediği zamanlarda beni ve evdekileri

fazla tedirgin etmezdi. Bizden başkalarına da güvendikleri, böylece "yüklerini

taşıyacak" başka bir güç olduğu için rahat ettiğimiz bile söylenebilir. Ama bu

rahatlık, Allah'ı, bizim gibi olmayanların bir gün bize karşı kullanabilecekleri bir

güç ya da en azından bir kıskançlık konusu yaparak bizleri bazan tedirgin de

ederdi.

 

Iç sıkıntısından çok meraktan, yaşlı hizmetçiyi namaz kılarken birkaç kere

dikkatle seyrettiğimi ve benzeri bir tedirginliğe kapıldığımı hatırlıyorum. Kapı

aralığından bakan bana göre, tıpkı kafamdaki Allah hayali gibi, baş aşağı ve

yanlamasına duran seccadesinin üzerinde Esma Hanım'ın ağır ağır eğilip kalkışı,

alnını secdeye getirişi, eğilip kalkarken yaptığı hareketlerin birden yavaşlaması,

bana yalvarma, kendi sınırlılığını bilme jestleri gibi gözükür, nedenini tam

çıkaramadığım bir öfkeyle huzursuzluk verirdi. Evde kimse olmadığı ve bir iş

yapılmadığı zaman kılınan bu namazlar sırasında, gölgeli odayı kaplayan ve

arada bir dua fısıltılarıyla bölünen sessizlik de beni sinirlendirirdi. Pencerenin

camında ağır ağır ilerleyen bir sineğe takılırdı gözüm. Sinek sırtüstü düşer,

doğrulmak isterken telaşla çırpınan yarı saydam kanatlarının vızıltısı Esma

Hanım'ın dua fısıltısına karışınca bu sinir bozucu oyunu bozmak ister, kadının

başörtüsünü çekerdim.

 

Namaza müdahale etmenin onu "bozacağını" daha önceki deneyimlerimden

bilirdim. Yaşlı kadın namazını bozulmadan bitirmek için bütün iradesini

kullanarak hiçbir şey olmamış gibi duaya devam ederken, aklım bir yandan

yaptığı şeyin yapmacıklı, oyun yanına takılır (çünkü şimdi yalnızca namaz

kılıyormuş gibi yapıyordu), bir yandan da ruhsal gücünü yaptığı işe bütünüyle

vermekteki kararlılığına içerler ve onunla bir irade savaşına girerdim. Beni her

zaman çok seven, her fırsatta kucağına alıp okşayan, sokakta beni çok sevimli

bulan yabancılara "torunum" diye tanıtan bu kadınla aramıza Allah'ın girmesi,

tıpkı aşırı dindarlardan bütün ailenin rahatsız olması gibi huzursuz ederdi beni.

Gene de namazına devam edebilmek için gösterdiği kararlılığa saygı duyar, bizim

dışımızdaki bir başka varlığa gösterdiği bu bağlılıktan huzursuz olup korkardım.

Hissettiğim korku, Türk laik burjuvazisinde hep olduğu gibi Allah'tan korkmak

değil, Allah'a fazla inananların öfkesinden korkmaktı.

 

Bazan da Esma Hanım namaz kılarken, ondan bir iş isteyen annem içeriden

seslenmeye başlar ya da çalan bir telefonu onun açması beklenirdi. O zaman

bana düşen, hemen koşup onun namaz kıldığını anneme söylemekti. Bazan iyi

yüreklilikle bunu yapar, bazan da aynı tuhaf huzursuzluk, kötülük etme isteği ve

kıskançlık karışımı duyguyla yapmaz, ne olacak diye beklerdim. Hizmetçi

kadının bize olan bağlılığının mı, Allah'a olan bağlılığının mı daha kuvvetli olduğunu

ölçmek kadar, onun kapılıp gittiği ve bazan öfkeli tehditlerle geri geldiği

alemle bir savaşma isteği de vardı bunda.

 

"Namaz kılarken başörtümü çekersen elin taş kesilir!" derdi Esma Hanım.

Başörtüsünü gene de çekiyordum ve taş maş kesilmiyordum. Ama hiçbir şeye

inanmadıkları halde, gene de ne olur ne olmaz ihtiyatını elden bırakmayan

büyükler gibi, oyunumu da bir noktada keserdim. Şimdi taş kesilmemem, ileride

kesilmeyeceğim anlamına gelmezdi çünkü. Apartmandaki ölçülü kalabalık gibi,

ben de din konusundaki ilgisizlik ve alaycılığı bir noktadan sonra kesiyor,

inananların Allah korkusunu anlamadan geçiştirmekten başka, inançlarını ve

dini alışkanlıklarını onların yoksul olmalarıyla çok da fazla altını çizmeden

ilişkilendiriyordum.

 

Bana, sanki yoksul oldukları için ikide bir Allah'ın adını anıyorlar gibi gelirdi. Ev

içinde, birisinin dindar oluşundan, günde beş vakit namaz kılışından tıpkı bir

başkasının köyden yeni gelmiş olmasına şaşar gibi yarı hayret yarı

küçümsemeyle bahsediliş biçiminden bunun tersi bir sonucu da çıkarmam pekala

mümkündü: Belki de Allah'a o kadar inandıkları için yoksul kalmışlardı.

 

Kafamdaki beyaz çarşaflı muhterem Allah imgesini daha fazla

geliştiremememin, onunla ilişkimin belli belirsiz bir korku ve ihtiyat ile konuyu

fazla kurcalamadan geçiştirme düzeyinde kabnasının bir nedeni de bu konuda

evde kimsenin bana bir eğitim vermemesiydi. Belki de bana öğretecek hiçbir şey

bilmedikleri içindi bu: Apartmanda bizim aileden hiç kimseyi ne namaz kılarken

gördüm, ne oruç tutarken, ne de bir dua mırıldanırken. Bu bakımdan, bizimkiler

dinden iyice uzaklaşmış ama onunla son bir hesaplaşmaya girişmekten de

korkmuş Fransız burjuvaları gibi yaşıyorlardı.

 

Bir çeşit ilkesizlik, siniklik ya da imansızlık gibi gözükebilecek bu inanç

boşluğuna Atatürkçü Cumhuriyet'in laik heyecanı, tam tersi bir hareketle bir

modernlik ve Batılılaşma heyecanı görüntüsü verdiği için, bu manevi tembellik

gerekli zamanlarda gururla öne çıkarılan bir "idealizm" aleviyle şöyle bir

parıldayıp sönerdi. Ama aile içindeki manevi manzara, dinin yerini derin hiçbir

şey almadığı için, eski ahşap konaklar kalpsizlikle yakılıp yıkıldıktan sonra

geriye kalan kırık döküklerle ve eğreltiotlarıyla kaplı hüzünlü arsalar gibi boştu.

 

Bu boşluğu ve benim merakımı (bütün bu camiler öyleyse neden yapılmıştı)

evdeki hizmetçilerin inanç ve alışkanlıkları doldurdu. Bütün o "elini sürersen taş

kesilirsin"lerden, "dili tutulmuş" lardan, "melek gelip onu göğe çıkarmış" lardan,

"sol ayağınla başlama"lardan dinin bir çeşit batıl itikat ya da "kör inanç" olduğu

sonucunu çıkarmam zor olmadı. Şeyh türbelerine bağlanan bezler, Cihangir'deki

Sofu Baba'ya yakılan mumlar, doktora gösterilmeyen hizmetçilerin mutfakta

kendi kendilerine yaptıkları "kocakarı ilaçları" ve çeşit çeşit tekkenin, tarikatın

yüzlerce yıllık tarihinden bizim Cumhuriyetçi ve Avrupacı eve dil aracılığıyla

sızan atasözleri, deyimler, tehditler, öneriler hayatı kimi zaman kimi karelerine

ve yuvarlaklarına basılmayacak, kimilerinin üzerinden atlanacak eğlenceli bir

seksek haline getirmişti. Şimdi bile, bir büyük meydanda, koridorda,

kaldırımlarda yürürken yerdeki kaplama taşlarının aralarındaki çizgilerine

basmamayı ya da aralardaki siyah karelerin üzerinden atlayarak yürümeyi

birdenbire bir inanç sorunu haline getirdiğim için seke seke yürümeye başlarım.

 

Dinin yerini tutan bu türden inançların ve yasakların çokluğu bazan annemin

"parmakla gösterilmez" türünden öğütleriyle aklımda karışırdı. "Kapıyı,

pencereyi açmayın, kurander yapıyor" sözünden uzun bir süre tıpkı mesela Sofu

Baba gibi, bir de ruhu taciz edilmemesi gereken bir Kurander Baba var sanırdım.

 

Dinin, Allah'ın varlığı, kitapları, kuralları ve peygamberleri aracılığıyla dünya

işlerine ve vicdanımıza seslenen bir faaliyet olmaktan çok, aşağı sınıfların

çaresizlikleri yüzünden ilgilendikleri birtakım tuhaf ve kimi zaman eğlenceli

kurallara indirgenmesi, onun Batı ile Doğu arasında tuhaf bir müzik ve mantıkla

gidip gelen bizim günlük hayatımıza kabulünü kolaylaştırıyordu. Ne babaannem,

ne de ondan sonraki kuşaktan amcalarım, yengelerim, babam, annem, bir gün

bile oruç tutmazlardı ama Ramazanlarda iftar saati, oruç tutanların iştahıyla

beklenirdi. Akşamın erken bastırdığı kış günlerinde babaannem misafirleriyle

poker ya da bezik oynarken, iftar bir çeşit fırında ekmek ve çay saatine dönüşür,

kağıt oynarken sürekli birşeyler atıştıran bu yaşlı ve neşeli kadınlar iftar saati

yaklaşırken tıkınmayı bırakır, oyun masasının yanına, dindar bir zenginin konağında

görüleceği cinsten, çeşit çeşit reçelli, peynirli, zeytinli, börekli, sucuklu bir

iftar masası özenle kurulur, radyoda iftar saatinin yaklaşmakta olduğunu

sezdiren ney çalarken babaannemle misafirleri, sanki sabahtan beri açmışlar gibi

sabırsızlıkla "Daha ne kadar var?" diye sorarlar, top atıldıktan sonra da, aşçı

mutfakta birşeyler yesin diye bekledikten sonra kendileri de hırsla yemeğe

başlarlardı. Bugün bile, ne zaman radyodan ney sesi işitsem ağzım sulanır.

 

Camiye ilk götürülüşüm, din ve Islam konusundaki temel önyargımı

doğrulamaya yaradı. Resmi gezi değildi bu: Evde kimseciklerin olmadığı bir

öğleden sonra, hizmetçi kadın Esma Hanım, ibadet aşkından çok, evde canı

sıkıldığı için kimseden izin almadan beni camiye götürdü. Teşvikiye Camii'nde,

Nişantaşlı zenginlere hizmet eden hizmetçiler, aşçılar, kapıcılar ve arka

sokaklardaki küçük dükkan sahiplerinden yirmi otuz kişilik bir kalabalık bir

ibadet havasından çok, bir dayanışma ve arkadaşlık ruhuyla halılara oturmuş,

namaz vaktini beklerken fısıltıyla dedikodu yapıyordu. Onlar namaz kılarken

aralarında gezindiğimi, caminin kuytu köşelerinde koşturup birşeyler

oynadığımı, kimsenin de beni azarlayıp durdurmadığını, hatta cemaatteki pek

çok kişinin, çocukluğumda hep olduğu gibi, bana tatlı tatlı gülümsediğini hatırlıyorum.

Dinin yoksullara ait olduğunu bir kere daha öğrenmiş, ama gazetelerdeki

karikatürlerin, evdeki Cumhuriyetçi havanın aksine dindarların zararsız kişiler

olduklarına hükmetmiştim.

Ama bu insanların saf ve iyi yanlarıyla, inandıkları şeyler arasında bir çelişki

olduğunu, bunun da modernleşme, Avrupalılaşma ve kalkınma gibi büyük

tasarıları zorlaştırdığını, evin içindeki küçümseyici havanın zaman zaman

otoriter bir öfkeye dönüşmesinden anlardım. Bizler yalnız mal mülk sahibi

olduğumuz için değil, Batılılaşmış ve "pozitivist" olduğumuz için de hükmetme

hakkına sahip olduğumuz bu "cahil" insanların tuhaf itikatlarına fazla

bağlanmalarına yalnız kendi çıkarlarımız için değil, memleket çıkarları için de

şiddetle karşı çıkmalıydık. Iş yapması gereken bir elektrikçinin namaza gittiğini

öğrendiğinde, babaannemin iğneleyici dilinin yarıda kalan küçük bir tamire

yönelik olmaktan çok bizi geri bırakan gelenek ve alışkanlıkları hedef aldığını da

çocuk aklımla anlardım.

Gazetelerdeki Atatürkçü yazılardan, kara çarşaflı kadın ve eli tespihli çember

sakallı irticai tiplerin karikatürlerinden ve okuldaki Devrim Şehidi Kubilay'ı

anma törenlerinden yoksulların bu sevimli itikatlarının bize ve onlardan biraz

daha çok sahip olduğumuzu hissettiğimiz devlete ve vatana zarar verebilecek

korkulu boyutlara varabileceğini hissettiğim gibi, bizlerin hakim sınıf olarak

varlığımızı haklı çıkardığını da sezerdim. Böyle zamanlarda evdeki matematiksever

mühendislik ruhuna da iyice kapılarak mülk sahibi olduğumuz için değil,

Batılılaşmış, modernleşmiş olduğumuz için "efendi" konumunda olduğumuz

sonucunu çıkarırdım. Bu da, bizim kadar zengin olmalarına rağmen, bizim kadar

Batılılaşmamış aileleri küçümsememe yol açardı. Daha sonraki yıllarda

demokrasi biraz daha gelişip ülkedeki diğer zenginler de taşradan Istanbul'a

gelip "toplumda" kendilerini göstermeye başlayınca Batı kültüründen ve

laiklikten hiç nasibini almamış ve bizlerden çok daha zengin olan bazı kişilerin

varlığı, babamla amcam da iflas ede ede bizi fakirleştirdiği için ailede hayal

kırıklığı ve öfke yaratmaya başladı: Bizler kaybetmekte olduğumuz mallarımızı,

mülklerimizi, ayrıcalık ve rahatlıklarımızı Batılılaşmış olduğumuz için hak

ediyorsak pek çok manevi konuda (o zamanlar ne Mevlana'dan, ne tasavvufun

inceliklerinden, ne de büyük Fars kültüründen haberdardım) şoförler ve aşçılar

gibi düşünen ve askeri darbe kışkırtıcılığı yapan bazı solcuların "hacıağa" dediği

bu kişilerin zenginliği nasıl açıklanacaktı?

Istanbul'un Batılılaşmış burjuvazisi son kırk yılda Ankara'da yapılan bütün askeri

müdahaleleri ve ordunun siyasete karışmasını, solun saldırılarına karşı

değil de (öyle kuvvetli bir sol hareket zaten Türkiye'de hiç olmadı), daha çok, bir

gün aşağı sınıflar ile taşralı zenginler dini bayrak edip kendi hayat tarzlarına

karşı birleşebilirler korkusuyla destekledi. Yavaş yavaş din yerine, onunla

sanıldığından çok daha az bir ilişkisi olan siyasal Islam'ın ve askeri darbelerin

dünyasına girip bu kitabın gizli ahengini bozmaktan korkuyorum.

Benim için asıl dini konu suçluluk duygusudur. Çocukluğumda aklıma arada bir

düşen beyaz çarşaflı, muhterem kadın imgesinden yeterince korkmadığını ve ona

yeterince inanamadığım için suçluluk duydum. Ona inananlardan kendimi ayrı

tuttuğum için de suçluluk duydum. Ama tıpkı arada bir zahmetsizce ve çaresizce

kaçıverdiğim hayal alemi gibi, bu suçluluk duygularına da ruhumu

derinleştirecek ve hayatımı daha renkli ve zeki yapacak bir huzursuzluk olarak

çocuksu bir içgüdüyle bütün gücümle sarıldım. Bu huzursuzluk beni çoğu zaman

mutsuz etti, ama yaşarken değil de daha sonra hatırladığımda, arkada

bıraktığım hayatı sevmeme yol açtı. Sık sık hayallerini kurduğum, Istanbul'da

bir başka evde yaşayan öteki mutlu Orhan'ın ise din korkusu ve suçluluk

duygusu gibi dertleri olmadığını düşlerdim. Böyle şeylerle vakit kaybedeceğine

sinemaya gittiğini hayal ettiğim bu Orhan'ı, dinin ve suçluluk duygusunun

taleplerinden yorulduğumda aramak isterdim.

Gene de çocukluğumda dinin emirlerine boyun eğdiğim zamanlar oldu. Ilkokulun

son sınıfındayken mesela, gözüne girmekten pek hoşlandığım, bir gülümseyişiyle

mutlu olup, kalkan bir kaşıyla dertlendiğim -ve şimdi de pek tatsız ve otoriter

olarak hatırladığım- bir öğretmenim vardı. Bu beyaz saçlı, asık suratlı yaşlı kadın

"dinimizin güzelliklerini" benim hissettiğim ve korktuğum gibi bir inanç,

iman ve alçakgönüllülük sorunu olarak değil, bir akılcılık ve faydacılık

estetiğiyle sınıfa heyecanla anlatırdı.

Ona göre Hazreti Muhammed orucu, nefsine hakim olmak kadar, sağlığa iyi

gelen bir "perhiz" olduğu için de o kadar önemsemişti. Ondan yüzyıllar sonra

güzelliklerine düşkün şimdiki Batılı kadınlar perhizin ne kadar hayati bir şey

olduğunu yeni keşfediyorlardı. Namaz da zaten kan dolaşımını artıran, gövdeyi

zinde tutan bir çeşit jimnastikti. Günümüzde her gün milyonlarca Japon

yazıhanelerinde, fabrikalarda bir düdükle çalışmayı durduruyor, tıpkı namaz

kılar gibi, beş dakika jimnastik yapıyor, sonra gene işlerine dönüyorlardı.

Islam'ın bu yararcı ve mantıkçı sunumu, içimdeki küçük pozitivistin gizli gizli

beslediği iman aşkı ve fedakarlık ruhuna uygun düşünce, bir Ramazan günü, ben

de oruç tutmaya karar verdim.

Bunu öğretmenimizin etkisiyle, onun hoşuna gitmek için yapıyordum ama ona

söylemedim. Anneme kararımı söyleyince onun biraz şaşırıp, biraz sevinip, biraz


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 73 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 15 страница| Orhan Pamuk 17 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.038 сек.)