Читайте также: |
|
de vermeye başladı. Eski dalyanların yokoluşundan, bir dalyanın ağlarla
balıklara kurulan bir çeşit kapan olduğunu babamın nasıl anlattığından,
sandalıyla yalı yalı gezerek şehre meyve satan satıcı kayıklarından, annemle
gittiğimiz Boğaz plajlarından, Boğaz'da yüzmenin zevklerinden, tek tek kapanan,
terkedilen, daha sonra da lüks bir lokantaya çevrilen Boğaz iskelelerinden, bu
iskelelerin yanında sandallarını çeken balıkçılardan, onların sandalıyla bir
küçük gezinti yapmanın imkansız olduğundan artık ben de söz etmekten
hoşlanıyorum. Ama Boğaz'ı benim için Boğaz yapan şey, gene de hala
çocukluğumdakinin aynısı: Insana sağlık veren, iyileştiren, şehri ve hayatı
ayakta tutan bitmez tükenmez bir iyilik ve iyimserlik kaynağıdır benim için Boğaz.
"Hayat o kadar berbat olamaz," diye düşünürüm bazan. "Ne de olsa, sonunda
insan Boğaz'da bir yürüyüşe çıkabilir."
MELLING'IN BOĞAZ MANZARALARI
Boğaz manzaralarını konu edinen bütün Batılı ressamlar içerisinde görmenin ve
seyretmenin zevklerini bana en çok tattıranı ve bana en inandırıcı geleni
Melling'dir. Ressamın 1819'da basılan ve adı bile bana şiirsel gelen Voı/age
pittoresque de Constantinople et deş rives dıı Bosphore (Istanbul'da ve Boğaz
Sahillerinde Pitoresk Bir Seyahat) adlı kitabının yarım boy edisyonunun bir
tıpkıbasımını yayımcı-şair eniştem Şevket Rado 1969'da basmış, içimdeki resim
ateşinin alev alev yandığı günlerde bize hediye etmişti. Her bir köşesine
saatlerce, dikkatle bakacağım bu resimler, geçmişteki kusursuz Osmanlı-
Istanbul'un işte bu olduğu duygusunu verir bana.
Bu tatlı yanılsama, Melling'in bir mimar ve matematikçi titizliğiyle ince ince
işlediği ayrıntılarla kaynaşan suluboya-guaj resimlerinden çok, bu resimlerden
kendi denetiminde yapılmış gravürlerin siyah-beyaz çizgilerine bakarken içimde
uyanır. Hiç olmazsa geçmişin şahane olduğuna kendimi inandırmak istediğim
zamanlarda -ki Batı edebiyat ve sanatının gücüne fazla açık olmak insanı bazan
böyle bir Istanbul milliyetçiliğine itebilir- Melling gravürlerine bakmak tesellidir.
Bu teselliye, bu güzellik ve yapıların çoğunun yok olduğu duygusu hüzünle eşlik
eder. Öte yandan Melling'in resimlerini güzel yapan şeyin bu kayıp duygusu
olduğunu da mantığım bana aşırı heyecan anlarında hatırlatır. Belki biraz da
hüzünlenmek için bakarım o resimlere.
1763 doğumlu Antoine-Ignace Melling tam bir Avrupalı, soyunda Italyan ve
Fransız kanı olan bir Almandır. Karlsruhe'de Grandük Karl Friedrich'in
sarayında heykeltıraş olan babasının yanında heykelcilik öğrendikten sonra
Strasbourg'da amcasının yanında resim, mimari ve matematik okumuştu. On
dokuz yaşındayken o günlerde yavaş yavaş yükselmeye başlayan Doğu
romantizmi sonucu çıktığı bir yolculuk onu Istanbul'a getirmiş olmalı. Geldiği
gün şehirde on sekiz yıl kalacağını da hiç tahmin etmiyordu herhalde.
Melling Istanbul'da gitgide büyüyen bir kalabalığı barındıran, bugünkü
Beyoğlu'nun ilk çekirdeklerini taşıyan Pera bağlarında, kozmopolit bir sosyete
hayatını başlatan büyükelçilikler çevresinde dersler vermeye başladı ilkönce.
Danimarka'nın eski Istanbul maslahatgüzarı Baron de Hübsch'ün Büyükdere'de
inşa ettirdiği yalının bahçesini gezen III. Selim'in kızkardeşi Hatice Sultan,
kendisi de böyle bir bahçe yaptırmak isteyince genç Melling tavsiye edildi.
Melling padişah gibi Batı yeniliklerine açık kızkardeşine önce güller, akasyalar,
leylaklarla labirent biçiminde Batı tarzı bir bahçe düzenledi.
Daha sonra Hatice Sultan'ın Defterdarburnu'ndaki (bugünkü Ortaköy ile
Kuruçeşme arası) sarayına ek küçük bir köşk yaptı. Romancı Ahmet Hamdi
Tanpınar (1901-1962) bugün yok olan ve Melling'in resimlerinden tanıdığımız bu
sütunlu, neoklasik Avrupa tarzı yapının Boğaz'ın kimliğine uyduğunu, hatta
"karışık zevk" dediği şeyin yaratılmasında etkin olduğunu söyler. Melling III.
Selim'in yazlığı olan Beşiktaş Sarayı'na da aynı şekilde neoklasik ama Boğaz'ın
havasına tamamen saygılı ekler, iç düzenlemeler yaptı. Bir yandan da Hatice
Sultan için bugünkü anlamıyla bir sanat danışmanı ya da "iç dekoratör" olarak
işler yapıyordu. Onun için saksılar alıyor, nakışlı peçetelere inci işlenmesini
denetliyor, elçi karılarına Pazar günleri yalıyı gezdiriyor ya da cibinlik
hazırlıyordu.
Bütün bunları ikilinin birbirlerine yazdıkları ve bugün bir özel koleksiyonda
saklanan mektuplardan biliyoruz. Melling ile Hatice Sultan küçük bir
entelektüel keşif yapmış ve birbirlerine yazdıkları mektuplarda Atatürk'ün
1928'deki "Alfabe Devrimi"nden yüz otuz yıl önce Türkçeyi Latin alfabesiyle
yazmaya başlamışlardı. Bu mektuplar sayesinde o günlerde hatıra ve roman
yazma alışkanlığı olmayan Istanbul'da bir padişah kardeşinin aşağı yukarı nasıl
konuştuğunu da öğreniyoruz:
"Melling Kalfa, cibinlik ne gün gelecek? Aman yarın isterim... Hemen çalışasın,
göreyim seni... Pek tuhaf bir bıçak resmi... Istanbul resmi irsaldir, bu solmadı...
Sandalyeyi istemem beğenmedim. Yaldızlı sandalyeler isterim... Ipek az olsun,
sırması çok olsun. Gümüş çekmece için resim gördüm, lakin sakın yaptırma,
evvelki resim dursun, sakın bozma... Inci ve pul parasını Martedi (Salı) günü
veririm..." vs.
Latin harflerinden başka, biraz da Italyanca öğrendiği anlaşılan Hatice Sultan
Melling'e bu mektupları yazarken otuzuna daha gelmemişti. Erzurum Valisi olan
kocası Seyyid Ahmed Paşa çoğu zaman Istanbul'da değildi. Napolyon'un Mısır
seferi haberinin Istanbul'a geldiği, saray çevresinde Fransız karşıtı bir öfke
oluştuğu günlerde, Melling Cenovalı bir kızla evlendi ve aynı günlerde Hatice
Sultan'a yazdığı kederli mektuplarından da anlaşılacağı gibi bir neden
gösterilmeden gözden düştü:
"Efendim, kulları (ben) Cumartesi günü uşağımı gönderdim aylığı almaya...
demişler artık aylık yoktur... Efendimizden bu kadar iyilik görmüşken
inanmadım bu tembihi Efendimizin buyurduğuna... Zannederim bu lakırdı
kıskanmak lakırdısıdır, bakıyorlar ki Efendimiz kullarını seviyor... Şimdi kış
geliyor, Beyoğlu'na gideceğim, velakin nasıl gideceğim? Bir para yok. Evsahibi
kira istiyor, kömür odun, mutbak şeyleri lazım ve daha benim kızım çiçek
çıkarıyor, hekim 50 kuruş istiyor, nasıl ederim? Ne kadar kere yalvardım, ne
kadar yol ve kayık masrafı verdim, ve bir hayırlı cevap çıkmadı... Bir akçe elimde
yoktur yalvarırım... Efendim böyle bırakmayasınız, çok yalvarırım..."
Yalvardığı Hatice Sultan'dan bir cevap çıkmayınca Melling bir yandan Avrupa'ya
dönüş hazırlıklarına başlarken, bir yandan da kendisine para kazandıracak
işlere girişti. Padişaha yakınlığı yüzünden, yapmaya çok daha önceleri başlamış
olduğu ayrıntılı büyük resimlerini gravürlü bir kitap haline getirme düşüncesini
o sırada geliştirdi ve Fransa'nın Istanbul'daki maslahatgüzarı ünlü oryantalist
Pierre Rufin'in de yardımıyla Paris ile yazışmaya başladı. Melling'in 1802'de
Paris'e gidişinden sonra yayımlanması on yedi yıl sürecek (Melling artık elli altı
yaşındayken) ve Paris'te dönemin en ünlü gravürcülerinin üzerinde çalışacağı
kitabın ilk hazırlık aşamalarında, ressamın ayrıntıları bütün gerçekliğiyle,
olduğu gibi yansıtmada çok usta olduğu fikri vurgulanmıştı.
Bugün bu büyük kitabın kırk sekiz büyük gravürüne bakarken içimize ilk işleyen
şey gerçek ayrıntılara bu sadakat ve kesinliktir. Kayıp dünyanın manzaralarına
bakarken, Boğaz'ın ve Istanbul'un güzelliklerini huzurla seyredebilmek için aklın
istekle aradığı hakikat duygusunu Melling, mimari ayrıntılara keskin dikkati ve
perspektifin cilveleriyle hünerle oynamasıyla verir. Bu kırk sekiz tablo içerisinde
en hayali olan padişahın hareminin içini gösterir tablo bile, mimari bir kesit
olması, perspektifin "gotik" imkanlarının kullanılması ve harem kadınlarının
Batı'nın harem ve cinsellik fantezilerinden iyice uzak bir vakar ve zarafet ile işlenmesi
yüzünden, Istanbullu seyircide bile güçlü bir gerçeklik ve ciddiyet
duygusu uyandırır.
Resimlerinin akademik ve ciddi havasını Melling kenarlara köşelere yerleştirdiği
ayrıntıların insani yanıyla dengeler. Harem'in giriş katında, kenarda ayakta dururken
birbirlerine aşk ile sarılan, dudak dudağa yakınlaşan iki harem kadını
görürüz ama dönemin bu tür ayrıntılara meraklı başka Batılı ressamlarının
yaptığının tersine, Melling bu çifti ne abartır ne de yakınlıklarını dramlaştırarak
resmin merkezine çeker.
Melling'in Istanbul manzaralarının sanki bir merkezi yoktur. Belki de onun
Istanbul'una kendimi bu kadar yakın hissetmemin (ayrıntı ciddiyetinden sonra)
ikinci nedeni budur. Kitabın sonunda yer alan bir haritada Melling bu büyük 48
tablonun her birini Istanbul'un hangi köşesinden ve hangi açıyla görerek
resmettiğini bir topograf kesinliğiyle işaretlemiştir, ama resimler tıpkı Çin
ruloları gibi ya da kimi sinemaskop filmlerdeki kamera hareketleri gibi,
görüntünün bir merkezi ve sonu olmadığı duygusunu uyandırır bende. Melling
hiçbir resminin merkezine dramlaştırılmış insan figürleri de koymadığı için,
tıpkı çocukluğumda Boğaz'ı gezerken, bir koyun ardından bir başkası ortaya
çıktıkça ya da sahil boyunca ilerleyen yolun her kıvrımında manzara şaşırtıcı bir
açıyla değiştikçe hissettiğim gibi, bu kitabın sayfalarını çevirip siyah-beyaz
manzaralara baktıkça Istanbul'un merkezsiz ve sonsuz olduğu duygusu, bir
çocukluk masalı gibi içimde canlanır.
Melling'in Boğaz manzaralarına bakmak, çocukluğumda boş gördüğüm ve
üzerleri kırk yılda çirkin apartman bloklarıyla kaplandıkça, artık boş gördüğümü
de unuttuğum Boğaz tepelerini, yamaçları, vadileri, onları ilk gördüğüm
halleriyle görüp çocukluğumun manzaralarına dönebilme büyüsünü bana
yaşatmaz yalnızca, Boğaz'ın zamanda geriye gittikçe sayfa sayfa açılan güzel-
liklerinin arkasında cennet bir tarih olduğunu, benim hayatımın da, geçmişteki
bu cennetten bazı hatıralar, bazı manzaralar ve mekanlarla yapıldığı
düşüncesini de hüzün ve mutlulukla yaşatır.
Hüzünle mutluluğun buluştuğu bu noktada ancak Boğaz'ı yakından tanıyanların
bilebileceği kimi ayrıntıların sürekliliğini farketmek bana bu resimlerin zaman
dışı bir cennetten çıkıp, benim şimdiki hayatıma karıştığı izlenimini verir. Evet,
derim kendi kendime, Tarabya koyundan çıkar çıkmaz sakin deniz birdenbire
Karadeniz'den gelen poyrazla dalgalanır ve aceleci, sinirli dalgaların sırtında
tamı tamına Melling'in resmettiği gibi bu öfkeli, küçük ve sabırsız köpükler
belirir. Evet, akşamüstleri Bebek sırtlarında korular, ancak benim gibi, Melling
gibi oralarda on yıllar geçirmiş birinin hissedebileceği türden kendi içlerinden
çıkan bu çeşit bir karanlıkla derinleşir. Evet, Boğaz çamları ve serviler, Istanbul
manzarasına hep bu zarafet ve güçle yerleşir.
Geleneksel Islam bahçesinin ve Islam resminde Cennet'in vazgeçilmez
kahramanları olan serviler de Melling'in Boğaz resimlerine, tıpkı Iran
minyatürlerinde olduğu gibi, manzaraya şiirsel bir ahenk veren zarif ve vakur
birer karanlık leke olarak yerleşir. Melling kıvrım kıvrım Boğaz çamlarını
resmederken bile, başka bazı Batılı Boğaz ve Istanbul ressamlarının aksine,
bakışını ağacın dalları arasına sokup dramatik bir heyecan ya da çerçeve etkisi
peşinde koşmaz. Bu bakımdan minyatür ressamlarına benzer: Tıpkı ağaçlar gibi,
insanları da, en duygusal anlarında bile uzaktan görür. Insan gövdesinin
hareketlerini tam bir ustalıkla çizememesi, belki de bu yüzden jestlerle hiç
ilgilenmemesi ya da sandalları, gemileri Boğaz suları üzerine (özellikle bize dik
geliyorlarsa) bazan beceriksizce yerleştirmesi ve yapılarla insanları, o kadar
dikkat etmesine rağmen kimi zaman çocuksu oransızlıklarla çizmesi Melling'in
resimlerine belli bir şiirsellik vererek onu Istanbullunun kendini daha kolay
özdeşleştirebileceği bir ressam yapar. Hatice Sultan'ın sarayındaki ya da
haremdeki çeşit çeşit kadın figürlerinin de hepsinin kızkardeşler gibi benzer bir
yüzle çizilmesinde bakanı gülümseten bir saflık vardır.
Melling'i çarpıcı yapan şey, Islam minyatürlerinin en iyisinden ve Istanbul'un
altın çağının çocukluğundan çıkmış gibi gözüken bu saflığı, başka hiçbir Doğulu
ressamın ulaşamayacağı mimari, topografik ve günlük hayat ayrıntılarıyla ince
ince birleştirmesidir. O zaman Kızkulesi'yle Üsküdar'ın Pera'dan görünüşü ya da
görüş açısı haritasında işaretlediği gibi, bu satırları yazdığım Cihangir'deki
yazıhanemden kırk adım ötede bir noktadan, Tophane sırtlarından resmettiği bir
kahvehanenin pencerelerinden Topkapı Sarayı ya da Eyüp sırtlarından
Istanbul'un görünüşü, hem bildik tanıdık her zamanki manzara olur, hem de bir
cennet manzarası. Bu cennet, Osmanlı sarayının Boğaz'ı bir Rum balıkçı köyleri
dizisi değil, yerleşilecek bir mekan olarak gördüğü ve aynı zamanda Osmanlı
mimarisinin Batı'nın çekimini farkederek, saflığından vazgeçtiği zamana da
denk gelir. Melling yüzünden III. Selim'den önceki Osmanlı çağları bana çok
uzakmış gibi gözükür.
Marguerite Yourcenar'ın, Piranesi'nin Melling'den otuz yıl önce yapmaya
başladığı Roma ve Venedik konulu gravürleri bir zamanlar incelerken yaptığı
gibi, ben de "elime büyüteci alıp"
Melling'in çizdiği Istanbul manzaralarında hareket eden Istanbulluları
seyretmekten çok zevk alırım: Mesela Melling'in santim santim ayrıntısını doğru
çizebilmek için çok uğraştığı Tophane Çeşmesi ve meydanını gösterir resimde, sol
kenardaki karpuzcuyu (tezgahı ve müşteriye karpuzu sunuşu bugün de aynıdır)
ya da bu sefer, resmin alt ortasındaki diğer karpuzcunun sandalyeye oturuşuna
dikkatle bakmaktan hoşlanırım.
Melling'in Istanbul anıtları içersinde inceliği yüzünden resmetmeye bu kadar
önem verdiği ve zamanında bir yükselti üzerinde olduğunu resimde gördüğümüz
bu çeşme, bugün çevresindeki yolların parke taşları, asfalt, üzerine asfaltla
örtülerek yükselmesi sonucu çukurda kalmıştır. Ressamımızın şehrin her
köşesinde, her bahçesinde görmekten hoşlandığı annesinin elinden tutan
çocukları (Theophile Gautier'nin elli yıl sonra gözlemleyeceği gibi, çocukla gezen
kadın, her zaman, tek başına gezen kadından daha saygıdeğer bulunacağı ve
rahatsız edilmeyeceği için) Istanbul'un her köşesinde bugün de olduğu gibi çeşit
çeşit kıyafet, sehpa ve yiyecekler ve yüzlerinde bezgin bir ifadeyle gözüken
seyyar satıcıları Beşiktaş'ta yalı iskelesinden oltasını sakin denize sallandıran
delikanlıyı (Melling'i o kadar severim ki Beşiktaş sahilinde denizin hiçbir zaman
bu kadar sakin olamayacağını söylemeye dilim varmaz), o delikanlıdan on beş
adım uzakta yanyana dikilen (ve Beyaz Kale'nin bir Türkçe baskısının kapağına
koyduğum) iki esrarengiz adamı, Kandilli tepesinde ayı oynatan adamla tef çalan
yardımcısını ya da Sultanahmet Meydanı'nda (Melling'e göre Hipodrom)
merkezdeki bütün kalabalıktan ve anıtlardan gerçek bir Istanbullu gibi bihaber
bir havayla, yüklü atının yanında ağır ağır yürüyen adamı, kalabalığa sırtını
dönüp aynı resmin bir köşesinde -tıpkı çocukluğumdaki gibi- üç ayaklı
sehpasında simit satan satıcıyı, bir süre sonra unuttuğum pek çok küçük
ayrıntıyı yeniden keşfetmekten çok hoşlanırım.
Piranesi'nin resimlerindekinin aksine Istanbullular, hangi anıtsal binanın, hangi
çarpıcı manzaranın çevresinde dururlarsa dursunlar mimari ve doğa tarafından
ezilmezler. Piranesi gibi bir perspektif sevgisi olmasına rağmen Melling'in
resimleri dramatik değildir. (Tophane kıyısında "kayıkçı kavgasına" tutuşmuş
sandalcılar bile!) Piranesi'nin insanı ezen, bir çeşit ucube, dilenci, sakat, tuhaf
insan kılığına sokan yıkıcı ve dramatik mimarisi düşeydir. Melling'de ise, hiçbir
şeye takılmadan, özgür insan gözünün görüş alanının bütün genişliğiyle, harika
ve mutlu bir dünyada gezinen yatay bir hareket görürüz. Bu Melling'in resim
hüneri ya da zarafetinden çok, Istanbul'un coğrafyasının ve mimarisinin ona
sunduğu bir imkandı. Bunu hissedebilmesi için Istanbul'da on sekiz yıl yaşaması
gerekiyordu.
Melling şehirden ayrıldığında hayatının yarısını Istanbul'da geçirmiş
bulunuyordu. Bu, eğitimini aldığı değil, hayat hakkında asıl düşüncelerini
oluşturup ekmek kavgasına girdiği, çalışıp ilk eserlerini verdiği bir on sekiz yıldı.
Bu yüzden gözü orada yaşayanların Istanbul'da gördüğü asıl ayrıntı ve
malzemeyi yakalıyordu. Kendinden otuz-kırk yıl sonraki William Henry Bartlett
(The Beauties of Bosphorus, 1835), Thomas Allom (Constantinople and the
Scenery of the Seven Churches ofAsia Minör, 1839) ve Eugene Flandin (L'orient,
1853) gibi parlak ressam ve gravürcülerin Istanbul'da aradıkları büyülü ve
egzotik havayla Melling hiç ilgilenmedi. Binbir Gece Masalları'ndan ve o yıllarda
özellikle Fransa'da büyük bir yükseliş gösteren Doğu romantizminden çıkma ve
kısa sürede basmakalıplaşmış görüntüler de onu hiç heyecanlandırmadığı için resimlerinde
hayali atmosferlere uygun gölge ve ışık oyunlarıyla, sis ve bulutla etki
yapmaya, ve şehri ve insanlarını olduklarından daha yuvarlak, kıvrımlı, tombul,
arabesk ya da ezik çizmeye girişmedi hiç.
Melling'in bakışı şehrin içinden çıkar. Ama o zamanlar Istanbul halkı kendini ve
şehrini resmetmeyi bilmediği, bu işle hiç ilgilenmediği için Batı'dan getirdiği
resim hüneri bu önyargısız resimlere bir yabancılık halesi verir. Şehri bir
Istanbullu gibi görüp önvargısız bir Batılı gibi resmettiği için Melling'in
Istanbul'u hem hatıralar, coğrafya ve camiler gibi tanıdık bir yerdir, hem de
benzersiz, tek ve bu yüzden de harikulade bir dünya.
Bu resimlere her bakışımda bu dünyanın kaybolmuş olmasından dolayı olağan
bir hüzün kaplar içimi. Ama geçmişte kalmış bu dünyanın neredeyse tek "doğru"
görsel tanığının gösterdiği gibi, benim Istanbul'umun egzotik, "büyülü" ya da
tuhaf olmadığım, aslında çocukluğumun Boğaziçi'nden çok şey taşıdığını ve
yalnızca harikulade olduğunu Melling'i her açışımda görmek bana bir teselli verir.
ANNEM, BABAM ve KAYBOLMALARI
Bazan babam uzak bir yerlere giderdi. Onu uzun zaman göremezdik. Bu
yokluğun başlangıcı tuhaf bir şekilde bize hissettirilmezdi. Kayıp olduğu ya da
çalındığı çok daha sonra anlaşılan bir bisiklet ya da artık okula gelmeyen bir
sınıf arkadaşı gibi yokluğunu iyice ve acıyla farkettiğimizde bu yokluğa çoktan
alışmış olduğumuzu da hissederdik. Babamızın ne için yok olduğu konusunda bir
açıklama yapılmaz, bunun ne zaman sona ereceği hakkında bize bilgi de
verilmezdi. Ağabeyimle ben, bu soruları sormamamız gerektiğini hisseder, evin
içindeki cemaat havasına kolayca uyuverirdik. Büyük bir apartmanda amcamlar,
halamlar, babaannem, aşçılar, hizmetçiler, hep birlikte kalabalık halinde yaşıyor
olmamız bu eksikliği unutmadan, ama sormadan geçiştirmemizi kolaylaştırırdı.
Bazan unuttuğumuz şeyin kederini, hizmetçi Esma Hanım'ın aşırı şefkatli bir
sarılışından, babaannemin aşçısı Bekir'in bir dediğimizi iki etmeyişinden ya da
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 57 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 5 страница | | | Orhan Pamuk 7 страница |