Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 2 страница

Orhan Pamuk 4 страница | Orhan Pamuk 5 страница | Orhan Pamuk 6 страница | Orhan Pamuk 7 страница | Orhan Pamuk 8 страница | Orhan Pamuk 9 страница | Orhan Pamuk 10 страница | Orhan Pamuk 11 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

1934'te ölmüş dedem ile babaannemin rötuşla renklendirilmiş kocaman birer

fotoğrafı ayrı ayrı çerçevelenip asılmıştı. Müze salona giren birisi, bu büyük

fotoğrafların yerinden ve babaannemle dedemin o zamanlar hala kimi Avrupa

devletlerinin pullarında gördüğüm kral ve kraliçeler gibi birbirlerine dönük

durmalarına karşın kameraya bakışlarından, hikayenin onlarla başladığını

anlardı.

Ikisi de Manisa yakınlarındaki Gördes kasabasındandı, burada teni ve saçları

aşırı beyaz olduğu için Pamuklar denen bir aileden geliyorlardı. Babaannemde

Osmanlı haremine yüzyıllarca uzun boylu güzel kız yollayan Çerkez kanı vardı.

Babası 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Anadolu'ya göç etmiş, aile daha

sonra Izmir'e geçmiş (Izmir'de bırakılan boş evden arada bir söz edilirdi), oradan

da dedemin inşaat mühendisliği okuduğu Istanbul'a gelmişlerdi. Dedem

1930'larda yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin büyük paralar harcadığı demiryolu

inşaatlarından çok kazanmış, Boğaz'a dökülen Göksu Deresi'nin kıyısında tütün

kurutmak için gereken sicimden halata kadar pek çok şey üreten büyük bir

fabrika kurduktan sonra 1934 yılında, arkasında babamla amcamın yıllarca

çeşitli işlere girişip iflas ede ede bitiremeyecekleri bir servet bırakarak elli iki

yaşında ölmüştü.

Salona açılan yazıhanenin duvarlarında ise aynı rötuş meraklısı fotoğrafçının

pastel renklere buladığı yeni kuşağın büyük fotoğrafları çerçevelenip özenli bir

simetriyle yerleştirilmişti. Tıp okuyup Amerika'ya göç eden, askerliğini

yapmadığı için Türkiye'ye geri dönemeyen ve böylece babaanneme sürekli bir yas

havası içerisinde yaşama fırsatı veren doktor amcam (Özhan) şişman ve

sağlıklıydı. Ondan daha küçük olan ve en alt kata yerleşen Aydın amcam

gözlüklüydü ve babam gibi o da inşaat mühendisliği okuyup, genç yaşta altından

kalkamayacağı büyük inşaat işlerine girmişti. Yıllarca piyano eğitimi aldıktan,

Paris'te de bu işe devam ettikten sonra evlenip piyanoyu bırakan halam da

hukuk fakültesinde asistan kocasıyla birlikte, yıllar sonra benim taşınacağım ve

bu kitabı yazarken oturduğum çatı katındaki dairede yaşıyordu.

Yazıhaneden kristal lambaların daha da kasvetli yaptığı esas salona geçtiğimde

rötuşsuz siyah-beyaz ve daha küçük fotoğrafların kalabalığı arasında hayat

birden hızlanıverirdi: Bütün kardeşlerin nişan, düğün fotoğrafları, kimi özel

günlerde çağrılmış bir fotoğrafçıya verilmiş pozlar, Amerika'daki amcadan gelen

ilk renkli fotoğraflar, Istanbul'un parkları, Boğaz kıyıları ve Taksim Meydanı'nda

hep birlikte yenen bir bayram yemeğinde, annem, babam, ağabeyim ve ben hep

birlikte gittiğimiz bir düğünde, yandaki eski evin bahçesinde, dedemin ve

amcamın sahip olduğu arabaların ve apartman kapısının önünde çekilmiş

fotoğraflar. Amerika'daki amcamın birinci karısının yerine, ikinci karısının

fotoğrafının konulması gibi olağanüstü haller dışında, tıpkı tamamlanıp bitmiş

eski tarz bir müzedeki gibi hiçbiri değişmeyen bu fotoğraflara, hepsini tek tek

yüzlerce kere seyretmiş olmama rağmen, o kalabalık salona her girişimde

yeniden bakmaya başlardım.

Fotoğraflara her yeni bakış bana yaşanan hayat ile, onun içinden çekip

çıkarılmış, zamana karşı korunmuş ve bir çerçevenin içine konarak vurgulanmış

kimi anların önemini öğretirdi. Ağabeyime bir matematik problemi sormakta

olan amcamı izlerken, aynı anda onun otuz yıl önce çekilmiş bir fotoğrafını

görmek ya da bir yandan gazetesini karıştırırken, bir yandan da kalabalık

odadaki şakalaşmaları takip ettiğini yüzündeki gülümsemeden çıkarabildiğim

babamı seyrederken, aynı anda onun benim gibi, beş yaşında ve kız gibi uzun

saçlı bir fotoğrafına bakıyor olmak, bende hayatın çerçeve içerisine konan bu özel

anları yaşamak için bizlere verilmiş bir fırsat olduğu izlenimini uyandırırdı.

Arada bir babaannemin bir devletin kurucusundan bahseder gibi, erken yaşta

ölen dedemden söz ederken, masalardaki ve duvarlardaki bu çerçeveli resimleri

eliyle işaret etmesi bu hayat-eşsiz an, sıradanlık-protokol ikilemini vurgulardı.

Zamanın akışına, insanların ve eşyaların yıpranışına direnen ve çerçeve

içerisinde saklanan bu özel anların önemini ve manasını huşu içerisinde

anlarken, bir yandan da onlardan sıkılırdım.

Bütün ailenin hep birlikte toplanıp şakalaşarak yemek yediği akşamları, şeker

ve kurban bayramlarında yenen öğle yemeklerini, ve yaşım ilerledikçe her

seferinde "artık gelecek yıl gelmeyeceğim" deyip gene geldiğim yılbaşı

yemeklerini ve sonra hep birlikte tombala oynamayı çocukluğumun ilk yıllarında

çok severdim. Bu kalabalık yemekler, şakalaşmalar, amcamın rakı ya da votka,

babaannemin de azıcık içtiği biranın etkisiyle gülüşmeleri bana bir yandan

çerçeve dışında kalan hayatın çok daha eğlenceli olduğunu hissettirir, diğer

yandan da mutluluğun bir aileyle, bir kalabalıkla paylaşılan bir güven duygusu,

bir şakalaşma, bir rahatlık olduğu yanılsamasını verirdi.

Öte yandan hep birlikte gülüşen, eğlenen, uzun bir bayram yemeği yiyen

akrabalarımın, arada bir alevlenen mal-mülk kavgalarında birbirlerine ne kadar

acımasızca davrandıklarının da kendimi bildim bileli farkındaydım. Annem

bizler bizim dairede bizbizeyken "halanız", "amcanız", "babaanneniz" diyerek

kimin bizlere -yani büyük aile içindeki bizim dört kişilik çekirdek ailemize-

kötülük ettiğini bana ve ağabeyime öfkeyle anlatırdı. Kimi malların, halat

fabrikasının hisse senetlerinin ya da bir katın paylaşılması her zaman uzun

süren tartışmalara, kavgalara ve küskünlüklere yol açardı.

Ince camlarla çerçevelenip piyanonun üzerine konan mutluluk fotoğraflarının

üzerindeki çatlaklara benzeyen bu karanlık hikayeleri babaannemin katındaki

kalabalığın şakalaşmaları içerisinde bir süre unuturdum belki, ama çok küçük

yaştayken bile bu şakalaşmaların ardında gizli hesaplaşmalar, imalar olduğunu

sezerdim. Büyük aileyi yapan küçük çekirdek aileciklerin her birinin

hizmetçisinin bile, (mesela bizim Esma Hanım'ın) ötekinin hizmetçisiyle (mesela

halamın hizmetçisi Ikbal ile) aynı mücadele ruhuyla çekişmeyi üzerine vazife

edindiğini de görürdüm.

"Gördün mü bak, Aydın ne dedi," derdi daha sonra annem ertesi sabah

kahvaltıda.

"Ne demiş?" derdi babam önce merakla. Hikayeyi dinledikten sonra "Boşver

allahaşkına" diye konuyu kapatıp gazetesine gömülürdü.

Herkesin aynı ahşap konakta yaşadığı geleneksel büyük Osmanlı-Istanbul

ailesinin hala izlerini taşıyan ailenin yavaş yavaş çürüyerek dağılmakta

olduğunu bütün bu çekişmelerden hissetmesem bile, babamla amcamın sürekli

iflas etmelerinden, ikide bir yeni bir iş kurmalarından ve babamın gittikçe

sıklaşan yokluklarından seziyordum. Annem arada bir bizi "anneannemize"

ziyarete götürdüğünde hayaletlerle dolu Şişli'deki evin odalarında ağabeyimle

benim oynayıp oyalandığımız sırada işlerin kötüye gittiğini annesine anlatır,

anneannem de ona soğukkanlılık önerir, annemin geri dönme ihtimaline karşı

tek başına oturduğu toz içindeki üç katlı evin hiç de çekici bir yer olmadığını

bizlere sezdirirdi.

Bazan geçici bir öfkeye kapılmasının dışında babam hayatından, kendinden,

yakışıklılığından, zekasından ve talihinden çok memnun biriydi ve üzerinden hiç

atamadığı bir çocuksuluk ve sevimlilik ile bu mutluluklarını hiç saklamazdı.

Evin içinde bol bol ıslık çaldığını, aynada kendini beğenerek seyredip, avucunun

içine limon sıkıp saçlarına briyantin gibi sürdüğünü hatırlıyorum. Şakalar,

kelime oyunları, şaşırtmacalar yapmaktan, ezbere şiir okumaktan, zekasını

teşhir etmekten, uçaklara binip uzaklara gitmekten hoşlanırdı. Azarlayan,

yasaklayan, cezalandıran babalardan değildi hiç. Özellikle çocukluğumun ilk

yıllarında onunla gezip tozar, arkadaşlık ederken dünyanın insanın mutlu olmak

için geldiği eğlenceli bir yer olduğunu hissederdim.

Babam kötülüğün, düşmanlığın ya da düpedüz sıkıcı olanın çevresinden sessizce

dolanırken, annem bu tehlikelere karşı bizi uyarır, yasaklar koyar, kaşlarını

çatarak hayatın karanlık yanlarına karşı önlemler alırdı. Bu onu babamdan

daha az eğlenceli yapardı, ama bize her fırsatta evden kaçan babamdan daha çok

vakit ayırdığı için, onun sevgisine, şefkatine çok bağımlıydım. Ağabeyimle bu

sevgi için rekabet etmek zorunda kalmam, hayatımın kendimi bilir bilmez

öğrendiğim en temel gerçeğiydi.

Annemin sevgisi için ağabeyimle girdiğim şiddetli mücadele ve rekabet, babamın

bana hissettirmediği otoritenin, gücün ve iktidarın ruhumda yapabileceği

zedelenmelerin fazlasıyla yerini tuttu. O zamanlar bunu şimdi düşündüğüm gibi

kavrayamazdım.

Çünkü ağabeyimle rekabet hele ilk başlarda hiçbir zaman çıplak şekliyle ortaya

çıkmaz, hep bir oyunun parçası olarak ve bir oyunun içinde kendimizi bir başkası

olarak düşlerken hissedilirdi. Çoğu zaman Orhan ile Şevket olarak değil, benim

kendimi özdeşleştirdiğim bir futbolcu ya da kahraman ile ağabeyimin kendini özdeşleştirdiği

başka bir futbolcu ya da kahraman olarak çarpışırdık. Sanki bizim

yerimize savaşıp dövüşen bu hayali ya da gerçek kişileri canlandırırken, sonu

kan ve gözyaşıyla biten oyun ve kavgamıza kendimizi bütünüyle verdiğimiz için

aslında kavga edenin ve kıskançlıkla birbirini yaralayan, aşağılayan ve ezenin

biz iki kardeş olduğunu unuturduk. Başarı istatistiğine, kazanan tarafın

zaferinin ayrıntılarıyla dökümüne bütün hayatı boyunca çok meraklı olacak

ağabeyimin, yıllar sonra hesaplayıp bana söylediği gibi, oyunların ve savaşların

yüzde doksanını o kazanırdı.

Içim kararınca, mutsuz olunca, canım sıkılınca kimseye bir şey demeden bizim

daireden çıkar, ya aşağıya halamın oğluna oynamaya ya da çoğu zaman

babaannemin katına giderdim. ("Çocukluğunda bir kere bile diğer çocuklar gibi

içim sıkılıyor, demedin," demişti bir kere annem.) Içlerinin birbirine o kadar

benzemesine, yemek takımlarından şekerliklere, koltuklardan küllüklere pek çok

eşyanın aynı olmasına rağmen her kat apayrı alem, apayrı memleketmiş gibi

gelirdi bana. Eşyalarla dolu bütün o kasvetli haline rağmen, belki de bu yüzden,

babaannemin salonuna gidip orada oynamaktan, müzemsi salonun, vazoların,

fotoğraf çerçevelerinin, sehpaların gölgesinde hayaller kurmaktan, burasının

başka bir yer olduğunu düşlemekten hoşlanırdım.

Akşamları, lambaların ışığı altında bütün aile orada toplandığı zaman kurduğum

bir hayalde babaannemin dairesini büyük bir geminin kaptan köşküne

benzetirdim. Bizler fırtınada ilerleyen bu geminin hem kaptanı ve mürettebatı,

hem de yolcularıydık ve dalgalar büyüdükçe endişeleniyorduk. Geceleri

yatağımda yatarken Boğaz'dan geçen büyük gemilerin kederle inleyen düdük

seslerini işitirken kurduğum düşlerden çok şeyler taşıyan bu hayalde, geminin,

bizlerin, hepimizin kaderinin bana bağlı olduğunu da gururla hissederdim.

Ağabeyimin resimli romanlarının kahramanlarını da hatırlatan bu hayale

rağmen, tıpkı Allah'ı düşünürken hissettiğim gibi, şehri yapan kalabalıklarla

bizlerin kaderinin, sırf bizler zengin olduğumuz için örtüşmediğini sezerdim.

Ama ondan sonraki yıllarda babamın ve amcamın iflasları, mal mülk

paylaşımları ve annemle babamın kavgalarıyla büyük aile ve bizim küçük aile

kenarından köşesinden çatlaklarla, kırıklarla ufalanarak fakirleşip yok olmaya

doğru hızla giderken, babaannemin dairesini her ziyaret edişimde içimde bir

hüzün uyanırdı. Osmanlı Devleti'nin yıkımının Istanbul'a verdiği eziklik, kayıp

ve hüzün duygusu bir başka bahaneyle ve biraz gecikmiş de olsa, en sonunda

bizleri de bulmuştu.

 

"BEN"

Mutluluk anlarımda -çocukluğum bunlarla dopdoludur- kendi varlığımı değil,

dünyanın iyi, güzel, hoş, güneşli olduğunu hissederdim. Sevmediğim bir yemek,

kötü bir tat, elime batan bir iğne, bebekken kaçmayayım diye kapatıldığım tahta

kafesin (nedense park derlerdi) tahtalarım öfkeyle dişlemek ya da en korkunç

çocukluk anılarımdan birinde olduğu gibi parmağımı amcamın arabasının

kapısına sıkıştırıp saatlerce ağlamak, (röntgen çeken bir doktora korkulu bir

ziyaret) kendi benimi değil, kaçınılması gereken bir kötülük ve acı fikrini

öğretirdi bana. Ama kendi bilincimin gidiş gelişleri, hayalleri, gerginlikleri

arasında, kendim olduğum, bir benim olduğu duygusu da bir suçluluk duygusu

gibi ağır ağır içime işlerdi.

Benden iki yaş büyük ağabeyim okula başladığı için dört ile altı yaşlarım

arasında onunla kurduğumuz arkadaşlık ve beraberlik duygusundan uzak

kaldım. Onun gücünden, rekabet duygusundan kaçabildiğim ve Pamuk

Apartmanı ve annemin şefkati ve ilgisi günün uzun bir kısmında bütünüyle bana

kaldığı için kendimi daha iyi hissettiğim bu iki okul yılında, hem yalnız kalmayı

keşfettim, hem de hiç unutmadığım ilk sarsıcı anılarımı biriktirdim.

Ağabeyimin alıp okuduğu resimli romanların konuşma balonlarını önce ona

okutur, sonra o okuldayken açıp, ondan dinlediklerimi hatırlayarak kendim

"okurdum". Öğle uykusu için beni yatağıma yatırdıkları, ama hemen uyumayıp

Tommiks dergisinin sayfalarına baktığım tatlı ve sıcak bir öğleüstü, çükümün

(annemin bibi dediği şey) sertleştiğini farkettim. Yarı çıplak bir kızılderili

resmine bakarken olmuştu bu. Belinde ipince bir ipten başka bir şey olmayan

kızılderilinin "bibi" sini gizlemek için kasıklarından aşağıya bir bayrak gibi

düzgün bir bez parçası sarkıyordu, bezin ortasına da bir yuvarlak çizilmişti.

Başka bir gün gene öğle uykusu için pijamalarım giydirilmiş olarak yorganın

altında uzanmış, kendimi bildim bileli benim olan ayımla konuşurken gene aynı

sertleşmeyi hissettim. Sihrim anlayamadığım bu hoş ama başkalarının görmesini

istemediğim değişiklik tam o sırada ayıya "Ben seni yiyeceğim!" dediğim için

gerçekleşmişti. Başka zamanlarda da, çok da fazla bir bağlılık hissetmediğim

ayıcığımı tutup aynı kelimelerle tehdit ettiğimde bu tuhaf sertlesme gene oldu.

"Ben seni yiyeceğim," sözünü en çok annemin anlattığı masalların korkulu

anlarında işitmiştim. Klasik Iran edebiyatında şeytanların, cinlerin kardeşi olan

ve dört yüzyıl önce hokkalarla kısa boylu, kuyruklu korkunç ucubeler gibi

resmedildiklerini yıllar sonra farkedeceğim "div"ler, Farsçadan Istanbul

Türkçesine ve masallarına geçerken devleşmişti. Bir devin ne olduğuna ilişkin

fikrimi, Dede Korkut Masalları'ndan yapılmış bir küçük seçmenin kapağından

edinmiştim. Burada, tıpkı kızılderililer gibi yarı çıplak, güçlü ve biraz da itici bir

ucube sanki bütün dünyaya hükmediyordu.

"Ben seni yiyeceğim," sözü annemden dinlediğim masallarda yiyip yutmak kadar,

öldürmek, yok etmek anlamına da geliyordu. Aynı yıllarda amcam küçük bir

projeksiyon makinesi almış ve Nişantaşı'ndaki bir fotoğrafçı dükkanından on-on iki dakikalık

kısa filmler (Şarlo, Walt Disney, Lorel ve Hardy) kiralayarak

bayramlarda, yılbaşlarında şöminenin üzerindeki beyaz duvarda (dedem ve

babaannemin fotoğrafları törenle indirilirdi) bütün aile kalabalığına göstermeye başlamıştı.

Amcamın demirbaş küçük film koleksiyonundaki bir kısa Walt Disney filmi ise

benim yüzümden iki kereden fazla gösterilmedi. Bu filmde geri zekalı, ağır ve bir

apartman büyüklüğündeki ilkel dev, küçük Miki Fare'yi kovalıyor, farecik

kuyunun dibine saklanıyor, dev, kuyuyu bir hamlede topraktan koparıp bir

bardak su gibi içince, küçük farecik devin ağzının içine düşüyordu ki, Orhan

bütün gücüyle ağlamaya başlıyordu. Goya'nın Prado Müzesi'ndeki bir devin

yerden kapıp ağzına aldığı küçük adam resmi olarak gördüğüm Satürn

Çocuklarından Birini Yerken adlı resmi beni hala korkutur.

Bir öğleüstü uyku saatimde gene ayıcığımı tehdit eder ve bir yandan da ona

tuhaf bir şefkat beslerken birden kapı açıldı ve babam, donum inmiş, bibim

sertleşmiş olarak beni bir an gördü. Kapı açıldığından biraz daha yavaşça, ama o

zaman bile hissettiğim bir saygıyla kapandı. Oysa öğle tatillerinde eve gelip,

yemek yiyip, biraz kestirdikten sonra babam işe gitmeden içeri girip beni öperdi.

Yanlış bir şey yaptığım, daha kötüsü bunu haz için yaptığım duygusu yavaş

yavaş haz fikrini de kenarından zehirleyerek içime işliyordu.

Bir başka seferinde, annemle babamın bitip tükenmeyen kavgalarının birinden

sonra, annem evi terkedince eve getirilen dadı küvette beni yıkarken gene aynı

şey geldi başıma. Kadının şefkatten uzak bir sesle, benim "köpekler gibi"

olduğumu söylediğini hatırlıyorum, ama bana haz veren şey su, yıkanmak,

sıcaklık gibi şeylerdi.

Bütün bu deneyimlerimi irkiltici, utandırıcı yapan şey gövdemin bu tepkisini

denetleyemeyişim değildi yalnızca. Daha kötüsü sertleşme denen şeyin yalnızca

benim başıma gelen bir tuhaflık olduğunu sanıyordum. Ancak altı-yedi yıl sonra,

ortaokulda, kızlarla erkeklerin ayrı olduğu bir sınıfa düştüğümde "benimki

kalktı" türünden çocuk sohbetlerine kulak verdiğimde sertleşmenin yalnız bana

özgü bir şey olmadığını anladım.

Sertleşmenin ve kötülüğün yalnızca bana özgü olduğu korkusundan, içimdeki

"kötülüğü" saklamam gerektiği sonucunu çıkardım. Bu da bana kimsenin

erişemeyeceği dışa kapalı bir ikinci dünyada yaşama alışkanlığını kazandırdı.

Çok da sık olmayan sertleşmenin dışında, içimdeki kötülüğün asıl kaynağının

uygunsuz hayaller kurmak olduğunu hissediyor, müze dairelerin odalarında

yaşarken, çoğu zaman düpedüz sıkıntıdan, başka bir yerde yaşadığımı, başka biri

olduğumu düşlüyordum. Kafamın içinde bir sır gibi sakladığım bu ikinci dünyaya

kaçmak çok kolay bir şeydi: Babaannemin salonunda otururken mesela bir

denizaltıda olduğumu düşlemeye başlayıverirdim.

O günlerde hayatımda ilk defa sinemaya götürülmüş, Denizler Altında Yirmi Bin

Fersah adıyla sessizlikleri beni korkutan bir Jules Verne uyarlamasını

Beyoğlu'nda, toz kokulu Saray Sineması'nda seyretmiştim. Siyah-beyaz filmin

yarı karanlık sahneleri, kameranın bir türlü dışına çıkamadığı gölgeli iç

mekanları zaten bizim evi hatırlatıyordu. Daha altyazıları okuyamadığım için

pek çok şeyi kaçırmıştım, ama ağabeyimin resimli romanlarını da böyle

okumuyor muydum? Çıkaramadığım yerleri hayal gücümle uydurmak çok

kolaydı. (Benim için kitap okurken hala önemli olan anlamaktan çok, okuduğum

şeye uygun düşler kurmaktır.) Kendimin de bir ucundan seçerek ve bilinçle bir

rüyaya girer gibi ayarladığım bu düşler "sertleşme" gibi, benim elimde olmayan

uzantılar değil, benim kolaylıkla denetleyebildiğim alemlerdi.

Büyük avizenin altındaki tablası geniş, sedef kakmalı, oymalı masayı, neredeyse

Barok diyebileceğim işleme ve süslerini hayal gücümde bir anda siler ve orasının

"okuduğum" resimli romandaki büyük bir dağ olduğunu hayal eder, tıpkı bu

büyük ve tuhaf dağ gibi orada da ayrı bir medeniyet olduğunu düşlerdim. Derken


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 59 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 1 страница| Orhan Pamuk 3 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.038 сек.)