Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 4 страница

Orhan Pamuk 1 страница | Orhan Pamuk 2 страница | Orhan Pamuk 6 страница | Orhan Pamuk 7 страница | Orhan Pamuk 8 страница | Orhan Pamuk 9 страница | Orhan Pamuk 10 страница | Orhan Pamuk 11 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

gürültüyle tıpkı evdeki çamaşır makinesi gibi sarsıla sarsıla çalışmaya

başlayınca biraz uzaklaşır, "Arap" m da korkaklığıma sevgiyle gülümsediğini

hissederdim. Daha sonraki yıllarda her biri modalar, geçici heyecanlar ile tek tek

kapanan, yerine başkaları açılıp yeniden kapanan bu dükkanların kırk yıllık

tarihini, ağabeyimle geçmişe özlemden çok hafıza temrini yapar gibi sayıp

dökerdik: Akşam Kız Lisesi'nin karşısındaki dükkan derdi mesela birimiz: 1 Rum

madamın pastanesi, 2 çiçekçi, 3 çantacı, 4 saatçi, 5 bir ara spor toto bayisi oldu, 6

resim galerisi ve kitapçı, 7 eczane.

Elli yıldır aynı yerde duran Alaaddin'in küçük tütüncü-oyuncakçı-gazeteci-

kırtasiyeci dükkanının mağaraya benzer karanlığına girmeden önce planladığım

gibi, annemden bana bir düdük ya da birkaç bilya ya da bir boyama kitabı ya da

yoyo almasını isterdim. Hediye annemin çantasına girer girmez eve dönme isteği

içimde kıpırdanmaya başlardı.

"Parka kadar yürüyelim," derdi annem.

Birdenbire bacaklarımda, bütün gövdemde tuhaf bir ağrı başlar, isteksizlik

gövdemden ruhuma yayılırdı. Yıllar sonra aynı yaşlardaki kızımı aynı

sokaklarda yürüyüşe çıkardıktan ve onun da aynı şikayetleri ettiğini işittikten ve

bir doktorla da konuştuktan sonra, irsi yorgunluk ve sıkıntının bacaklardaki

büyüme ağrısıyla sıradan yorgunluk arası bir şey olduğuna kendimi inandırmaya

çalışmıştım. Yorgunluk ve sıkıntı içime iyice yerleşmeye başlayınca bütün

sokaklar, artık bakmak istemediğim vitrinler yavaş yavaş rengini kaybeder,

şehri siyah-beyaz bir yer olarak görmeye başlardım.

"Anne, kucak,"

"Maçka'ya kadar yürüyelim," derdi annem, "tramvaya bineriz."

1914'ten beri bizim sokaktan geçen, Maçka'yı, Nişantaşı'nı Taksim Meydanı'na,

Tünel'e, Galata Köprüsü'ne şehrin bana o zamanlar başka bir ülke gibi gelen

yoksul, eskimiş ve tarihi köşelerine ulaştıran tramvayı severdim. Erkenden

yattığım geceler kulağıma hüzünlü bir müzik gibi gelen iniltisini, ahşap kaplı

içini, şoför "mahalli" ile yolcu koltukları arasındaki sürgülü kapının çivit mavisi

camını ve son durakta, biz annemle kalkış saatini beklerken, demir

manivelalarla oynamama izin veren sürücüsünü... Dönüş yolunda, sokaklar,

apartmanlar, hatta ağaçlar bile siyah-beyazmış gibi gelirdi bana.

 

SIYAH-BEYAZ

Çocukluğumun Istanbul'unu siyah-beyaz fotoğraflar gibi, iki renkli, yarı

karanlık, kurşuni bir yer olarak yaşadım ve öyle de hatırlıyorum. Kasvetli bir

müze evin yarı karanlığında büyümeme rağmen ev içlerine düşkün olmamın

bunda payı vardır. Sokaklar, caddeler, uzak mahalleler bana, tıpkı siyah-beyaz

gangster filmlerinde olduğu gibi tehlikeli yerler olarak gözükürdü. Her zaman Istanbul'un

kışını yazından daha çok sevdim. Erken gelen akşamüstlerini,

poyrazda titreyen yapraksız ağaçları, sonbaharı kışa bağlayan günlerde kara

palto ve ceketleriyle yarı karanlık sokaklardan hızlı hızlı evlerine dönen

insanları seyretmeyi severim.

Eski apartmanların, yıkılan ahşap konakların bakımsızlık ve boyasızlıktan özel

bir Istanbul rengine kavuşan duvarları da bende hoşlandığım bir keder ve

seyretme zevki uyandırır. Kış günleri, akşam erken gelen karanlıktan sonra

acele acele evlerine dönen insanların siyah-beyaz renkleri bana bu şehre ait

olduğum, bu insanlarla birşeyler paylaştığım duygusunu verir. Hayatın,

sokakların ve eşyaların yoksulluğunu gecenin karanlığı sanki örtecek ve hepimiz

ev içlerinde, odalarda, yataklarda soluk alıp verirken, Istanbul'un artık çok

uzaklarda kalmış eski zenginliğinden, kaybolmuş yapılarından ve efsanelerinden

yapılmış rüyalarla, hayallerle haşır neşir olacağız gibi hissederim. Soğuk kış

akşamlarının, tenha kenar mahallelere, soluk sokak lambalarına rağmen şiir

gibi inen karanlığını, yabancı, Batılı gözlerin bakışlarından uzakta olduğumuz,

şehrin utançla saklamak istediğimiz yoksulluğunu örttüğü için de severim.

Tenha arka sokaklarda, beton apartmanlarla ahşap evlerin benim

çocukluğumdaki kıvamını gösterdiği (sonra yavaş yavaş ahşap evler yıkıldı ve

bana bir şekilde onların devamı gibi gelen apartmanlar aynı sokakta, aynı yerde,

aynı duyguyu vermeye devam etti), sokak lambalarının soluk ışığı hiçbir şeyi

aydınlatmadığı ve Istanbul'u benim için Istanbul yapan "akşamüstü siyah-beyaz"

duygusunu çok iyi yansıttığı için Ara Güler'in bu fotoğrafı bazan aklıma gelir.

Benim çocukluk yıllarımdan kalan parke taşları, arnavutkaldırımları,

pencerelerin demir korkulukları, içleri boşalmış, kırılganlaşmış ahşap evler

kadar beni bu fotoğrafa bağlayan şey, akşamın daha tam inmemiş olmasına

rağmen sokakta geç saatin yaşanması ve peşlerinde gölgeleri bu iki insanın

evlerine dönerlerken sanki kendileriyle birlikte şehre geceyi de getirmeleridir.

1950'lerde, 60'larda şehrin her köşesinde bir kenara park etmiş bir film şirketi

minibüsü, jeneratörle çalıştırılan iki iri lamba, rollerini ezberleyemeyen aşırı

boyalı kadınla yakışıklı jöne yardım ederken jeneratörün gürültüsünü bastırmak

için bütün gücüyle bağıran bir "suflör" (fısıldayan adamın Fransızcası) ve onları

seyreden meraklı kalabalık ve çocukları tekme tokat girişerek kameranın görüş

alanından uzaklaştıran set işçilerinden ibaret küçük "film ekipleriyle" karşılaşır,

ben de herkes gibi olanlara uzun uzun bakardım. Kırk yıl sonra Türk film

sanayii daha çok kendi senarist, oyuncu ve yapımcılarının beceriksizliği

yüzünden, biraz da taklit etmeye paralarının yetmediği Hollywood'un gücüyle

çökünce televizyonlarda hepsi yeniden gösterilen bu siyah-beyaz filmlerdeki

sokak sahnelerini, eski bahçeleri, Boğaz kıyılarını, yıkılmış konak ve

apartmanları, tam onları yaşadığım ve hatırladığım gibi siyah-beyaz olarak

görünce, kimi zaman seyrettiğim şeyin film değil hatıralarım olduğu duygusuna

kapılır, bir an hüzünden sersemlerdim.

Şehrin bu siyah-beyaz dokusunun ayrılmaz bir parçası, bu eski filmlerde her

görüşümde beni heyecanlandıran sokaklardaki parke taşlarıdır. Kendimi

Istanbul sokaklarının izlenimci ressamı olarak hayal ettiğim on beş-on altı

yaşlarımda parke taşlarını tek tek çizmekten bir acı çekme zevki alırdım.

Üzerleri gayretkeş belediyelerce acımasızca asfaltla örtülmeden önce, arabalarını

çok çabuk yıprattığı gerekçesiyle dolmuş ve taksi şoförleri parke yollardan

sürekli şikayet ederlerdi.

Dolmuş şoförlerinin müşterilerine sürekli dert yandığı bir başka şey de tabii ki

kanalizasyon, elektrik vs. tamiri yüzünden yolların sürekli kazılıp açılmasıydı.

Bu Kir bir tamirat için parke taşlarının tek tek sökülmesini izlemekten ve daha

çok da hiç bitmeyecek sanılan bir kazı -bazan bir Bizans dehliziyle karşılaşılırdı-

en sonunda tamamlanınca, işçilerin parke taşlarını bana sihirli gelen bir el

hüneriyle bir halı gibi döşeyişlerini seyretmekten çok hoşlanırdım.

Şehri benim için siyah-beyaz yapan bir başka şey, çocukluğumun ahşap

konakları, konak denemeyecek, ama büyük ve yıkıntı halindeki eski ahşap

evleriydi. Yoksulluk ve ihmal yüzünden bu evlerin hiçbiri boyanmadığı,

soğuktan, nemden, kirden ve eskilikten ahşapları yavaş yavaş karardığı,

siyahlaştığı için ortaya çıkan o özel renk ve dokuyu, siyahla beyazın bu iç

karartıcı, ama korkutucu bir şekilde güzel rengini taşıyan pek çok ahşap evi arka

mahallelerde yanyana gördüğüm için, çocukken bu yapıların ilk renklerinin de

böyle olduğunu zannederdim. Belki en yoksul sokaklarda, yapıldıktan sonra hiç

boyanmayan birkaç tanesi, bu siyahla beyaz arası, yer yer kahverengiye çalan

rengi ta baştan beri taşıyorlardı.

Ama Istanbul'a on dokuzuncu yüzyılın ortasında ya da daha önce gelmiş Batılı

gezginlerin yazdıkları, özellikle zengin konaklarının renklerinin ve pırıl pırıl

havasının şehre güçlü, doymuş, zengin bir güzellik verdiğine tanıklık eder. Ben

de, bazan çocukluğumda, bütün bu ahşap binalar boyansa, gibi hayaller

kurardım, ama kararmış eski ahşabın bu çok özel dokusunu, havasını şehirden

ve hayatımdan çekip gittikten sonra kederle özledim. Yaz günleri kupkuru

kesilip koyu bir kahverengiye çalan ya da tebeşir gibi mat bir dokuya bürünen ve

çıtır çıtır gevrekliğinden bir anda çıra gibi yanıp tutuşabileceği hissedilen bu eski

evlerin ahşabı, kışları uzun süren soğuklardan, kardan ve yağmurlardan sonra

kendine özgü bir nem, küf ve tahta kokardı.

Cumhuriyet'in yasaları yüzünden içlerinde herhangi bir dini faaliyet

yapılmayan, çoğu boşaltılmış olan ve yıllardır azgın çocuklar, hortlaklar ve eski

eser arayanlardan başka kimsenin girmediği ahşap tekke binaları da bende aynı

korku, merak ve çekim karışımı duyguları uyandırır, yarı yıkık bahçe

duvarlarıyla ıslak ağaçlar arasından kırık camları gözüken bu yapılara

ürpererek ve istekle bakardım.

Şehrin bu siyah-beyaz ruhuyla beni hemen başbaşa bıraktığı için, Le Corbusier

gibi meraklı Doğu yolcularının çizdiği kara kalem resimlere bakmaktan,

Istanbul'da geçen elle çizilmiş siyah-beyaz resimli romanları okumaktan zevk

alırım. (Yaratıcısı Herge çizsin diye çocukluğumda uzun yıllar beklediğim

Tenten'in Istanbul macerası hiç çizilmedi, ama ilk Tenten filmi Istanbul'da

çekildi. 1962'de çekilen bu başarısız filmin kimi karelerinin resimleştirilmesiyle

ve diğer Tenten maceralarından kesilmiş karelerin montajıyla, Istanbullu

yaratıcı bir korsan yayımcının ürettiği Tenten Istanbul'da diye siyah-beyaz bir

macera vardır.) Eski gazetelerdeki (hepsi siyah-beyazdı) cinayet, intihar ve

soygun haberlerini de, çocukluğumdaki gibi, bir korkudan çok geçmişe özlem ve

hüzünle okurdum.

Tepebaşı'nın, Cihangir'in, Galata, Fatih ve Zeyrek'in, bazı Boğaz köylerinin,

Üsküdar'ın arka sokakları, anlatmaya çalıştığım bu siyah-beyaz ruhun hala

gezindiği yerlerdir. Sisli, dumanlı sabahlar, yağmurlu, rüzgarlı geceler, cami

kubbelerine yerleşmiş martı sürüleri, hava kirliliği, evlerden sokaklara top

namlusu gibi uzanıp kirli bir dumanı üfleyen soba boruları, paslanmış çöp

tenekeleri, kış günleri boş ve bakımsız kalan parklar ve bahçeler ve kış

akşamları karda çamurda evlerine dönen insanların telaşı içimde bir mutluluk

ve keder gibi kıpırdanan bu siyah-beyaz duygusuna seslenir: Yüzyıllardır

akmayan orası burası kırık eski çeşmeler, kenar mahallelerdeki eski camilerin

ya da artık farkına varılmayan büyük camilerin çevresinde kendiliğinden

oluşuveren derme çatma dükkanlar, siyah önlüklü, beyaz yakalı ilkokul

öğrencilerinin sokaklara bir anda yayılan kalabalığı, kömür yüklü yorgun ve eski

kamyonlar, içleri eskilikten, işsizlik ve tozdan karanlıklaşmış küçük bakkal

dükkanları, kederli işsizlerle dolu küçük mahalle kahvehaneleri, inişli çıkışlı,

eğri büğrü kirli kaldırımlar, bana koyu nefti değil, karaymış gibi gelen servi

ağaçları, tepelere yayılmış eski mezarlıklar, dikine yükselen parke kaplı sokaklar

gibi gözüken yıkık şehir surları, bir süre sonra hepsi bir şekilde birbirine

benzeyen sinema girişleri, muhallebici dükkanları, kaldırımlarda gazete satan

insanlar, gece yarıları sarhoşların gezindiği sokaklar, soluk sokak lambaları,

Boğaz'da aşağı yukarı gezinen şehir hatları vapurları ve bacalarından çıkan

dumanlar ve şehrin kar altındaki manzaraları, bana hep aynı siyah-beyaz ruhun

belirtileriymiş gibi gelir.

Kar çocukluğumun Istanbul'unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz

tatilini bir yolculuğa çıkmayı iple çekerek beklemeleri gibi, ben de çocukluğumda

karın yağmasını beklerdim. Dışarıya sokaklara çıkıp karda oynayacağım için

değil, kar altında şehir bana daha "güzel" gözüktüğü için. Bu güzellikten şehrin

çamurunun, pisliğinin, çatlaklarının ve bakımsız yerlerinin örtülmesindeki

yenilik ya da şaşırtıcılık duygusundan çok, karın şehre getirdiği telaş ve hatta

felaket havasını kastediyorum.

Her sene üç beş gün yağmasına, şehrin bir hafta on gün kar altında kalmasına

rağmen, kar her seferinde Istanbulluları ilk defa yağıyormuş gibi hazırlıksız

yakalar; yollar kesilir, savaş ve felaket zamanlarında olduğu gibi ekmek

fırınlarının önünde hemen kuyruklar oluşur ve en önemlisi bütün şehir aynı

konunun, karın etrafında bir cemaat duygusuyla birleşirdi. Şehir ve insanları

dünyanın geri kalanından iyice koparak kendi dertleriyle içlerine kapandıkları

için karlı kış günlerinde Istanbul hem daha tenhalaşmış, hem de masallardan

çıkma eski günlerine biraz daha yaklaşmış gibi gelirdi bana.

Çocukluğumdan hatırladığım ve şehri birleştiren, yıllar boyunca yeniden

anlatılan bu tür meteorolojik harikalardan biri de Tuna'dan Karadeniz'e akan

buzların kuzeyden aşağı inerek, Boğaz'a girmeleriydi. Bütün Istanbul'u, en

sonunda bir Akdeniz şehri olduğu için hem tuhaflığıyla ürküten, şaşırtan hem de

hiç unutulmayacak bir hatıra olduğu için çocuklar gibi sevindiren bu olay

hakkında yıllar sonra hala hikaye anlatanlar vardı.

Bu siyah-beyaz duygusunun bir yanı elbette şehrin yoksulluğu, tarihi ve güzel

olanın ortaya çıkarılamayıp, eskimiş, solmuş, gözden düşmüş ve bir kenara

itilmiş olmasıyla ilgilidir. Bir başka yanı ise, en gösterişli, debdebeli zamanında

bile Osmanlı mimarisinin alçakgönüllü yalınlığıyla ilgilidir. Bir büyük

imparatorluktan artakalmanın hüznüyle coğrafi olarak hiç uzakta olmayan

Avrupa'ya göre Istanbulluların bir çeşit ezeli yoksulluğa, onulmaz bir hastalığa

yakalanmış gibi mahkыm olmaları da şehrin bu içedönük ruhunu besler.

Şehrin ayrılmaz bir parçası olan hüzün duygusunu vurgulayan ve Istanbullular

tarafından bir kader gibi paylaşıldığı için, yeniden, yeniden üretilen bu siyah-

beyaz havasını daha iyi anlamak için zengin bir Batı şehrinden Istanbul'a uçakla

gelmek ve hemen kalabalık sokaklara dalmak ya da bir kış günü şehrin kalbi

Galata Köprüsü'ne çıkıp kalabalıkların burada nasıl hep rengi farkedilmeyen,

solgun, boz, gölgemsi elbiselerle dolaştığını görmek gerekir. Zengin ve mağrur

atalarının tersine parlak renkleri, kırmızıları, ışıltılı turuncuları, yeşilleri çok

seyrek giyen benim yıllarımın Istanbulluları, dışarıdan gelen yolcuya, ilk başta

gizli bir ahlak gereği, kıyafetlerinin dikkat çekmemesine özen gösteriyorlarmış

gibi gözükür. Böyle bir gizli ahlak yoktur elbette, ama bir alçakgönüllülük

ahlakını öneren yoğun bir hüzün duygusu vardır. Son yüz elli yıldır, şehre ağır

ağır çöken yenilgi ve kayıp duygusu, yoksulluk ve yıkıntı izlerini siyah-beyaz

manzaralardan Istanbulluların kıyafetlerine kadar her şeyde gösterir.

Lamartine'den Nerval'e ya da Mark Twain'e, on dokuzuncu yüzyılda şehre gelen

bütün Batılı gezginlerin aynı heyecanla hakkında yazı yazdığı sokaklardaki

köpek çeteleri de bendeki siyah-beyaz duygusunu, bir gerilimle zenginleştirerek

besler. Her biri birbirine benzeyen ya da hiçbirinin aşırı belirgin bir rengi

olmayan boz, kül rengi, renksiz ya da karmakarışık bir renk yumağı olan ve

şehirde hala aynı özgürlük ve iktidar duygusuyla gezen bu köpekler bütün

Batılılaşma ve modernleşme çabalarına, askeri darbelere, devlet, okul disiplini ve

Batılı belediye anlayış ve söylemlerine rağmen Istanbul'un gizli sinir uçlarında

devlet ve iktidarın gücünden çok, bir beyhudelik, boşvermişlik ve şefkat

duygusunun oradan oraya serseri mayınlar gibi gezindiğini hatırlatır.

Siyah-beyaz duygusunu daha da kalıcı kılan bir başka şey ise, şehrin geçmişinde

kalan muzaffer ve mutlu renklerin şehrin içinden çıkan gözlerce saptanıp ellerce

resmedilemeyişidir. Bugünkü göz zevkimize kolayca seslenebilecek bir Osmanlı

resim sanatı yoktur. Osmanlı resmine ve örnek aldığı klasik Iran resmine göz

zevkimizi alıştıracak, yaklaştıracak bir yazı, bir eser de bugün dünyanın hiçbir

yerinde yok. Iran minyatüründen sınırlı bir heyecanla etkilenen Osmanlı

nakkaşları Istanbul'u (tıpkı Divan şairlerinin şehri gerçek bir yer değil bir kelime

olarak övmeleri, sevmeleri gibi) bir hacim ya da manzara olarak değil, bir yüzey

ve bir harita olarak gördüler (en iyi örnek Matrakçı Nasuh). Surnamelerde

olduğu gibi, dikkatleri padişahın kullarına, loncalarına, aletlerin, hünerlerin ve

eşyaların zenginliğine yöneldiğinde, şehir günlük hayatın yaşandığı bir yer

olarak değil, bir resmi geçit sahnesi ya da sanki bütün film boyunca aynı noktaya

odaklanan bir kameranın görebildiği önemli bir köşe olarak resmedildi.

Böylece, az çok fotoğraf ve kartpostal zevki edinmiş milyonlar için gazetelere,

dergilere, okul kitaplarına Istanbul'un geçmiş manzaraları gerektiğinde Batılı

seyyahların, ressamların siyah-beyazlaştırılan gravürleri kullanıldı. Melling

örneğinde ileride anlatacağım gibi, şehrin en mutlu zamanları, alçakgönüllü guaj

renkleriyle resmedildi resmedilmesine, ama Istanbullular kendi mutlu

geçmişlerini o renklerle bile görme zevkini tadamadılar ve şehirlerini, çok fazla

isyan edilmeyen ve bir kader gibi benimsenen teknik nedenlerle her zaman bir

siyah-beyaz duygusuyla yaşadılar. Bu eksiklik onların hüznüyle tam bir uyum halindeydi.

Çocukluğumda geceler, şehrin yoksullaştıkça içine gömüldüğü karmakarışık ve

yorucu havayı -tıpkı kar gibi- örttüğü, şiirselleştirdiği için güzeldi. Istanbul

gecesi, benim çocukluğumda şehirde yüksek yapılar da az olduğu için evlere,

ağaçların, dalların arasına, yaz sinemalarına, balkonlara, açık kalmış

pencerelere kaba bir yüzey gibi değil, şehrin kıvrım kıvrım yapısına, yokuşlarına,

tepelerine uygun bir zarafetle sokulurdu. Thomas Allom'un bir seyahat kitabı

için 1839'da yapılmış olan bu gravürünü karanlığı esrarlı bir masal unsuru

olarak gösterdiği için severim. Geceyi kör karanlık olmaktan kurtaran dolunayı,

bütün Istanbul'un paylaştığı mehtap kültürünü, daha çok da karanlığın esrarlı

gücünü bir kötülük kaynağı olarak göstermeye yaradığı için, yanmayı ya da bu

resimde olduğu gibi önü bulutlarla kesilerek, tıpkı cinayet işlensin diye kısılan

bir lamba gibi, zayıflatılmış ay ışığını severim.

Gece, şehre bir rüya ve masal havası verdiği, esrarlı bir kötülük kaynağı olduğu

için de Istanbul'un siyah-beyaz ruhunu güçlendirir. Batılı gezginin geceye esrarı

yapan ve örten, şehrin ulaşılamaz tuhaflığını gizleyen ve karanlığıyla yeni

kötülükler işlenmesini sağlayan bir şey olarak bakışıyla, sarayların içerisinde

çevrilen dolap ve kumpasları anlayamayan Istanbullunun bakışı birbirine

benzer. Sarayda katledilmiş bir harem kadınının ya da bir suçlunun cesedinin

saray duvarından Haliç'e açılan bir kapıdan geçirilerek sandalla denize atılması

hem gezginlerin, hem de Istanbulluların sevdiği, tekrarladığı bir hikayedir.

Okuma yazmayı öğrenmemden önceki 1958 yazında işlenen ve gece, sandal,

Boğaz'ın suları gibi her birine ayrı bir bağlılık duyduğum benzeri malzemeyle

kurulmuş Salacak Cinayeti yalnız kafamdaki siyah-beyaz Boğaz suları imgesini

zenginleştirmekle kalmadı, hayatım boyunca korkulu bir hayal olarak içimde hep

yaşadı. Evdeki konuşmalardan ilk duyduğum ve bütün Istanbul'un ve


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 50 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 3 страница| Orhan Pamuk 5 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.053 сек.)