Читайте также: |
|
geçmişten söz edebilecekleri şiirsel bir bakış açısı veriyordu. Büyük kaybın izlerinin
yıkıntı halinde yaşadığı Istanbul, onların şehriydi. Kendilerini yıkım ve
yıkıntının hüzünlü şiirine verirlerse ancak kendilerine özgü bir ses bulacaklarını
anladılar.
Edgar Allan Poe, "Kompozisyonun Felsefesi" adlı ünlü yazısında "Kuzgun" adlı
şiirini kurarken ilk kaygılarından birinin tonu "melankolik" olan bir şiir yazmak
olduğunu söyler. Poe, Coleridge'den devraldığı aynı soğukkanlı mantıkla, en
melankolik konunun da ölüm olduğuna karar verir. Daha sonra melankolik ölüm
konusunun ne zaman şiirsel olacağını kendi kendine sorar. "Güzellik ile en
yakından ilişkilendiği zaman!" diye bu soruyu da bir mühendis mantığıyla
cevaplayan Poe bu yüzden şiirinin kalbine ölmüş çok güzel bir kız yerleştirdiğini
anlatır.
Çocukluğumda kendileriyle karşılaşmış olabileceğimin hayallerini kurduğum bu
dört yazar da, hiç şüphesiz bilinçle Poe'nun kompozisyon mantığını
yürütmemişlerdi, ama o kültürün öldüğünü, bir daha geri gelmeyeceğini, kayıp
olduğunu bilmenin hüznüyle Istanbul'un geçmişine dönerlerse ancak özgün bir
ses bulacaklarını hissetmişlerdi. Geçmişin güzelliğine, eski Istanbul hayatına
bakarlarken, güzelin bir köşede yatmakta olan ölüsüne ya da şehrin yıkıntılarına
da gözlerinin arada bir takılması, geçmişe bir vakar ve şiirsellik veriyordu.
"Yıkıntıların hüznü" diyebileceğim bu şiirsel ve seçmeci bakış bu yazarları hem
baskıcı devletin istediği gibi milliyetçi yaptı, hem de tarihe meraklı diğer
çağdaşlarının kapıldığı ucu hep saldırganlığa varan otoriter, buyrukçuluktan korudu.
Nabokov'un hatıralarından, onun aristokrat ailesinin kusursuzluğundan ve
zenginliğinden bunalmadan zevk almamızı sağlayan şey, başka bir kıtadan ve
başka bir dille bize seslenen yazarın, kitabın başında, bu alemin çoktan yok
olduğunu, bittiğini, bir daha hiç geri gelmemecesine tükendiğini çok açık bir
şekilde belirtmesidir. Dönemin Bergsoncu havasına uygun olan (ve dört hüzünlü
yazarın da başvurduğu) zaman ve hafıza oyunları, tıpkı Istanbul'un içinde
yaşayan kalıntılar gibi, geçmişin şimdi hala yaşamakta olabileceği geçici
yanılsamasını estetik bir zevk olarak yaşatır yalnızca.
Bu yanılsama benim dört hüzünlü yazarımda da bir oyun, oyundan sonra gelen
bir acı, ölüm ve güzellikle haşır neşir olma fikriyle birlikte canlı tutulur. Ama
geçmiş medeniyetin güzelliğinin bittiği fikri her şeyden önce bir başlangıç
noktasıdır.
Abdülhak Şinasi Hisar, "Boğaziçi Medeniyeti" dediği şeyi özlem ile acı arasında
kalan bir duyguyla anlatırken birden sözünü keser ve aklına yeni gelmiş gibi
şunu söyler: "Bütün medeniyetler de, mezarlardaki insanlar gibi fanidir. Ve biz,
ölmüşlerimizin olduğu kadar, devirlerini tamamlamış medeniyetlerin de geri
dönmeyeceklerini biliriz."
Bu dört yazarı birleştiren nokta, bu bilgi kadar, bu kayıp duygusunun verdiği
hüznü şiirselleştirmeleridir. Bu hüznü hissetmek için bakışlarını yalnız
Istanbul'un geçmişine değil, bugününe çevirmeleri de yetiyordu. Bunu yaptıkları
zaman, zaten kendi yaşadıkları günün Istanbul'unda yıkıntılar içerisinde
yaşayan bir geçmiş görüyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra hem hüzünlü hem de "Türk-Osmanlı" bir
Istanbul imgesi geliştirmek için şair Yahya Kemal ile romancı Tanpınar Batılı
gezginlerin kitaplarını okuyup, şehrin kenar mahallelerinde yıkıntılar arasında
yürüyüşe çıktıkları zaman Istanbul'un nüfusu yarım milyonu ancak aşıyordu.
Benim çocukluğumda, 1950'lerin sonunda şehrin nüfusu bir milyon civarındaydı.
2000 yılının başında ise şehrin nüfusunun on milyon civarında olduğu anlaşıldı.
Boğaz'ı, Pera'yı ve eski şehri bir yana bırakırsak, bugünün Istanbul'una, bu
yazarların gördüğünün on katı bir nüfus eklendi.
Ama şehrin orada yaşayanlarca benimsenmiş en yaygın imgesi, gene de bu
yazarların geliştirdikleri bir şey. Bu eksikliğin bir nedeni, son elli yılda şehre
eklemlenen nüfusun Boğaz, tarihi yarımada ve şehrin eski merkezleri dışında
yeni bir Istanbul imgesini çok az geliştirmeleri. "Oralarda on yaşma varıp da
hala Boğaz'ı görmemiş çocuklar var," diye acımasız bir nesnellikle söz edilen bu
uzak mahallelerde yaşayanların, kendilerini -anketlerin gösterdiği gibi-
Istanbullu hissetmemeleri de bunda etkili. Geleneksel kültürle Batı kültürü
arasında ve aşırı zengin küçük bir azınlık ile milyonlarca yoksulun yaşadığı
kenar mahalleler arasında, sürekli göçlere açık ve bölünmüş olması Istanbul'da
son yüz elli yılda kimsenin kendini bütünüyle evde hissedememesine yol açtı.
Bu kitapta daha sözünü edeceğim dört hüzünlü yazar da Cumhuriyet'in ilk kırk
yılında eserlerini verirlerken, gözlerini Batılılaşma hayal ve ütopyalarına değil
de geçmişin yıkıntılarına ya da Osmanlı hayat tarzına fazla diktikleri için zaman
zaman "gerici" olmakla eleştirildiler.
Oysa onlar şehirde yaşarken iki büyük kültürden, gazetecilerin kabaca "Doğu" ve
"Batı" diyecekleri iki temel kaynaktan etkilenmeye devam edebilmek istiyorlardı
yalnızca. Şehre hakim cemaat duygusunu, içtenlikle hissettikleri hüzün
yüzünden paylaşıyorlar, ama duygunun, manzaraya ve yazıya vereceği güzelliği,
şehre yabancı bir Batılı gibi bakarak araştırıyorlardı. Devletin, toplumsal
kurumların, çeşit çeşit cemaatin dayatmalarının tersine hareket etmek, "Doğulu"
olmak istenildiğinde "Batılı", "Batılı" olmak dayatıldığında "Doğulu" gibi
davranmak bu Istanbullu yazarların gerekli yalnızlık için başvurdukları
içgüdüsel bir korunma yoludur.
Hatıra yazan Abdülhak Şinasi Hisar, hakkında bir kitap yazdığı arkadaşı şair
Yahya Kemal, onun öğrencisi ve sonra yakını romancı Ahmet Hamdi Tanpınar ve
gazeteci-tarihçi Reşat Ekrem Koçu, bu dört hüzünlü yazar, bütün hayatları
boyunca yalnız yaşadılar, hiç evlenmediler ve yalnız öldüler. Yahya Kemal
dışındakiler ölürlerken eserlerini istedikleri gibi tamamlayamadıklarını, kitaplarının
parçalar halinde yarıda kaldığını ya da istedikleri okuru bulamadıklarını
da acıyla hissediyorlardı, Istanbul'un en büyük ve en etkili şairi Yahya Kemal
ise, hayatı boyunca kitap yayımlamayı zaten reddetmişti.
BABAANNEM
Sorulursa Atatürkçü Batılılaşma hamlesine inandığını söylerdi, ama aslında
şehirde yaşayan herkes gibi, Batı da, Doğu da babaannemin hiç umurunda
değildi. Zaten evden çok seyrek çıkardı. Bir şehrin orayı ev bellemiş sakinlerinin
çoğunun yaptığı gibi, Istanbul'un ne anıtlarıyla, ne tarihiyle, ne de
"güzellikleriyle" ilgiliydi. Oysa öğretmen okulunda tarih okumuştu. Dedemle
nişanlanıp evlenmeden önce buluşup sokağa çıkmak gibi 1910'ların Istanbul'unda
çok cesur bir şeyi yapmış, onunla birlikte bir lokantaya gitmişti.
Karşılıklı bir masaya oturduklarına ve içki verildiğine göre Pera'da bir lokanta-
gazino olduğunu bugün hayal ettiğim bu yerde, dedem ona ne içeceğini (çay,
limonata anlamında) sorunca içki içilmesi teklif edildiğini sanan babaannem,
1917 yılında çok sert bir cevap vermişti ona.
"Müskirat kullanmam, efendim."
Kırk yıl sonra hep birlikte yenen bayram ve yeni yıl yemeklerinde, aile
kalabalığıyla birlikte bir bardak bira içip neşelenmişse, herkesin çok iyi bildiği
bu hikayeyi yeniden anlattıktan sonra uzun uzun kahkahalar atardı. Sıradan bir
günde salonda her zamanki koltuğunda oturuyor ise babaannemin hikayeden
sonra attığı kahkaha, ancak birkaç fotoğrafını gördüğüm "istisnai insan"
dedemin erken ölümüne dökülen gözyaşlarına dönüşürdü. O ağlarken ben
babaannemin de bir zamanlar sokaklarda neşeyle dolaştığını hayal etmeye
çalışırdım. Ama bu bana tıpkı bir Renoir resmindeki tombul ve rahat kadını bir
Modigliani tablosunda ince, uzun ve sinirli kadın olarak düşlemek kadar zor
gelirdi.
Dedemin iyi bir servet yaptıktan sonra erkenden kan kanserinden ölüvermesi
babaannemi bir büyük ailenin "patronu" durumuna getirmişti. Ona bir çeşit
hayat arkadaşı olan aşçısı Bekir, babaannemin bitip tükenmez emirleri ve
eleştirilerinden yorulduğu zaman hafif alaycılıkla "Tamam, patron!" diye cevap
verirdi. Ama babaannemin patronluğunun hükmü, elinde bir büyük anahtar
destesiyle gezindiği evin içinde geçerdi yalnızca. Babam ve amcam genç yaşta
dedemden kalan fabrikayı elden kaçırıp, büyük inşaat işlerine girip, yanlış
yatırımlar yapıp iflas ede ede babalarından kalan mallan, binaları, katları,
annelerine tek tek sattırırlarken, hiç sokağa çıkmayan babaannem yalnızca biraz
gözyaşı döker, gelecek sefer daha dikkat etmelerini öğütlerdi.
Sabahları, büyük kalın yorganının altında, arka arkaya dizilmiş iri kuştüyü
yastıklara yaslanarak, yatağında geçirirdi. Aşçı Bekir her sabah rafadan
yumurtalı, zeytinli, beyaz peynirli, kızarmış ekmekli kocaman bir tepsiyi
babaannemin yorganın üzerine koyduğu bir yastığa dikkatle yerleştirir, (çiçek
işlemeli yastıkla gümüş tepsi arasına konan eski gazete görüntüyü bozardı),
babaannem de çok uzun süren kahvaltısını yatağında gazete okuyarak ve sabahın
ilk ziyaretçilerini kabul ederek geçirirdi. (Ağzımda bir parça sert beyaz
peynir tutarken şekerli çay içmenin zevkini ondan öğrendim.)
Annesini öpüp okşamadan işe gidemeyen amcam her sabah erkenden gelirdi.
Halam kocasını işe yolladıktan sonra elinde çantası bir uğrardı. Okula
başlamadan önce kısa bir dönem okuma yazma öğrenmek için, iki yıl önce
ağabeyimin yaptığı gibi, ben de, her sabah elimde defterim, babaannemin
yorganının kenarına ilişip ondan harflerin esrarını öğrenmeye çalıştım. Daha
sonra okulda keşfedeceğim gibi, hem başkalarından birşeyler öğrenmek canımı
sıkıyordu, hem de boş bir sayfa görünce, içimden yazı yazmak değil, birşeyler
çiziktirip karalamak geliyordu.
Bu küçük okuma yazma derslerinin tam ortasında aşçı Bekir odaya girer ve her
gün aynı kelimelerle aynı soruyu sorardı:
"Ne vereceğiz bunlara bugün?"
Bir büyük hastanenin ya da askeri kışlanın mutfağında o gün ne pişeceğine
karar veriliyormuş gibi çok büyük bir ciddiyetle sorulurdu bu. Babaannem ile
aşçı öğle ve akşam yemeklerine apartmandaki dairelerden kimin geleceği ve ne
pişirilebileceğinden söz eder ve Saatli Maarif Takvimi'nin çeşit çeşit tuhaf
bilgilerle dolu o günkü yaprağının en altında yer alan "günün menusu"nden de
ilham almaya çalışırlarken, ben arka bahçedeki servi ağacının dalları etrafında
uçan bir kargayı seyrederdim.
Ağır işine rağmen mizah duygusunu hiç kaybetmemiş olan aşçı Bekir kalabalık
evin içinde gezinen biz babaannemin torunlarından her birine bir isim takmıştı.
Benimki "karga" idi. Yıllar sonra bunun nedenini ona sorduğumda sürekli bitişik
damdaki kargaları seyretmemle ve çok zayıf olmamla açıklamıştı. Çok bağlı
olduğu ayıcığından hiç ayrılmayan ağabeyimin takma ismi "dadı", gözleri iyice
çekik bir kuzenimin "Japon", inatçı olan diğerinin "keçi", erken doğan bir
diğerininki "altı aylık" idi. Yıllarca apartmanda, her birinde bir şefkat tınısı
olduğunu hissettiğim bu adlarla çağrıldık.
Babaannemin odasında tıpkı anneminki gibi, kanatlarını açıp arasına girersem
görüntümün kaybolacağı çekici bir tuvalet masası da vardı, ama ona dokunmam
yasaktı. Çünkü günün ilk yarısını yatağında geçiren babaannem makyaj yapmak
için hiç kullanmadığı tuvalet masasını öyle bir yere yerleştirmişti ki, yatağından
baktığında uzun koridorun hepsini, "servis kapısını", holü ve ta sokak pencerelerine
kadar salonun öbür ucunu da aynadan görebilir, böylelikle bütün evin
içindeki hareketi, girenleri ve çıkanları, bir köşede sohbet edenleri ve dövüşen
torunlarını yatağından kontrol edebilirdi. Her zaman gölgeler içindeki evin ta
öbür ucundaki bir hareket tuvalet aynasında daha da küçük yansıdığı için bazan
babaannem salonun ucunda mesela sedef kakmalı masanın yanındaki hareketin
ne olduğunu anlayamayınca yatağından bütün gücüyle bağırır, Bekir de hemen
yetişip orada kimin ne yaptığını ona bildirirdi.
Gazete okumanın ve bazan yastık yüzlerine çiçek işlemenin dışında babaannem
öğleden sonraların çoğunu kendi yaşında Nişantaşlı hanımlarla sigara içip bezik
oynayarak geçirirdi. Bazan poker de oynadıklarını hatırlıyorum. Yumuşacık ve
kan kırmızısı rengindeki kadife bir keseden çıkan gerçek oyun fişlerinin
arasındaki batmış Osmanlı Devleti'nden kalan delikli, kenarları tırtıllı, üzerleri
tuğralı çeşit çeşit paraları bir kenara oturup kurcalamayı severdim.
Oyun masasındaki hanımlardan biri, Osmanlı Devleti battıktan sonra, Osmanlı
ailesi -hanedan demeye dilim varmıyor- Istanbul'u terketmek zorunda kaldığı
için kapatılan haremden çıkmış ve dedemin bir iş arkadaşıyla evlenmişti. Aşırı
kibar sözlerini ağabeyimle taklit ettiğimiz bu hanımla babaannem arkadaş
olmalarına rağmen birbirlerine "efendim, hanımefendi" diyerek konuşurlar, bir
yandan da aşçının fırından çıkarıp getirdiği yağlı çörekleri, üzerinde erimiş kaşar
peyniri olan ekmek dilimlerini mutlulukla atıştırırlardı.
Ikisi de şişmandı, ama bunu mesele etmeyen bir zamanda ve kültürde
yaşadıkları için rahattılar. Kırk yılda bir şişman babaannem sokağa çıkacak, bir
davete gidecek olursa günlerce süren hazırlıkların son aşaması olarak, kapıcının
karısı Kamer Hanım, babaannemin korsesinin iplerini bütün gücüyle çeksin diye
aşağıdan çağrılırdı. Babaannemin paravanasının arkasında itişmeler, çekiş-
meler, "yavaş kızım" larla, uzun süren bir korse bağlama sahnesini irkilerek
seyretmiştim. Ondan önceki günlerde çağrılan ve babaannemle saatler geçiren
manikürcü-pedikürcü hanım da, etrafa yaydığı, taslar, sabunlu sular, fırçalar ve
başka pek çok aletiyle beni büyülerdi, ama kafamda çok başka bir yeri olan
babaannemin tombul ayaklarının tırnakları başka ellerle itfaiye kırmızısına
boyanırken, ayak parmaklarının arasına yerleştirilmiş top top pamukları görmek
bende hem bakma hem de nefret etme isteği uyandırırdı.
Yirmi sene sonra biz Istanbul'da başka evlerde, başka yerlerde yaşarken
babaannemi Pamuk Apartmanı'ndaki dairesinde her ziyaret ettiğimde, sabahları
onu gene aynı yatakta çantalar, gazeteler, yastıklar ve gölgeler arasında
yatarken bulurdum. Odanın sabun, kolonya, toz ve ahşap karışımı benzersiz
kokusu hep aynı olurdu. Babaannemin yanından hiç ayırmadığı şeylerden biri de
her gün içine birşeyler yazdığı ciltli kalın bir defterdi. Hesaplar, hatıralar, yenen
yemekler, masraflar, planlar ve meteorolojik gelişmelerin yazıldığı bu defterin
bir de tuhaf bir "protokol defteri" özelliği vardı.
Belki de tarih okuduğu için, babaannemin kimi zaman alaycı bir "teşrifat" dili
kullanmasına yol açan bu protokol ve Osmanlı merakının bir başka sonucu da
torunlarınm her birine Osmanlı Devleti'nin muzaffer kuruluş yıllarındaki
padişahlardan birinin adının verilmesiydi. Onu her görüşümde elini öptükten,
bana her seferinde verdiği bir kağıt parayı hiçbir utanç duymadan ve sevinçle
cebime indirdikten, annemin, babamın, ağabeyimin ne yaptığını tek tek
anlattıktan sonra babaannem o sırada defterine yazdığı şeyi okurdu bazan bana.
"Torunum Orhan beni ziyaret etti. Pek akıllı, pek şeker. Üniversitede mimarlık
okuyor. Kendisine on lira verdim. Inşallah bir gün çok muvaffak olacak ve
Pamuk ailesinin adını, tıpkı dedesi gibi, şerefle duyuracak."
Okuduktan sonra kataraktlı gözlerini daha da tuhaf gösteren gözlüklerinin
üzerinden esrarlı ve alaycı bir gülümseyişle bana bir bakar, ben de alaycılığının
arkasında kendisine yönelttiği bir mizah mı, yoksa hayatın saçmalığını keşfetmiş
olması mı olduğunu çıkaramadan ona aynı şekilde gülümsemeye çalışırdım.
OKULUN SIKINTILARI VE ZEVKLERI
Okulda ilk öğrendiğim şey bazılarının aptal olduğu, ikinci öğrendiğim şey ise
bazılarının daha da aptal olduğuydu. Tıpkı din, ırk, cins, sınıf, servet (ve bu
listeye en son eklenen) kültür farkları gibi, hayattaki bu temel ve belirleyici farkı
farketmiyormuş gibi yapmanın bir olgunluk, bir incelik ve bir efendilik olduğunu
o yaşta kavrayamadığım için öğretmenin sınıfa her soru soruşunda, doğru cevabı
bildiğimi göstermek için çırpınarak parmağımı kaldırırdım.
Daha sonraki aylarda, yıllarda bu bir alışkanlık oldu. Iyi, akıllı bir öğrenci
olduğumu sınıf da, öğretmen de anlamıştı biraz, ama ben gene her soruya bir
cevabım olduğunu kanıtlamak için parmağımı kaldırıyordum. Öğretmen pek
seyrek bana söz veriyor, çoğu zaman kalkan başka parmakları, onlar da
konuşsun diye işaret ediyordu. Bir süre sonra cevabını bileyim bilmeyeyim, her
soruya parmağım kendiliğinden kalkar oldu. Bunda, sıradan kıyafetler giyse bile,
çok pahalı bir takı ya da kravat takarak zengin olduğunun farkedilmesini isteyen
birinin huzursuzluğuna benzer bir kendini gösterme isteği ile, öğretmene karşı
duyulan bir çeşit hayranlık ve işbirliği etme dileği de vardı.
Çünkü okulda sevgiyle öğrendiğim bir başka şey de bir "otorite" olarak
öğretmenin iktidarıydı. Pamuk Apartmanı'ndaki aile kalabalığının dağınık ve
parçalı bir hali vardı, kalabalık yemeklerde her kafadan bir ses çıkardı. Aile
birbirine sevgi ve arkadaşlık, kalabalık ve sohbet ihtiyacı ve yemek ve radyo
saatleri gibi kimsenin tartışmadığı alışkanlık ve kurallarla sanki kendiliğinden
bağlanmıştı. Evde babam bir otorite ve iktidar merkezi gibi değildi hiç, az
gözükür, arada bir kaybolurdu. Daha önemlisi, ağabeyimle beni hiç mi hiç
azarlamaz, beğenmediği bir şey yaparsak kaşlarını bile çatmazdı. Daha sonraki
yıllarda arkadaşlarına bizi tanıştırırken söylediği "Bunlar da benim iki küçük
kardeşim" sözünü babam gerçekten hak ediyordu. Bu yüzden evde "otorite"
olarak yalnızca annemi tanımıştım. Ama onun benim üzerimdeki gücü de benim
dışımda, yabancı bir "iktidar merkezi" olmaktan çok, benim tarafımdan gelen
sevilme, okşanma ve beğenilme isteğinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden
öğretmenin yirmi beş kişilik sınıf üzerindeki gücü beni ilgilendirdi.
Belki de onunla annemi biraz özdeşleştirdiğimden, içimde öğretmenden onay
almak için bitip tükenmez bir istek vardı. Yalnız her soruya cevap vermek
istemez, ödevlerimi iyi yapmak, öğretmen tarafından sevilmek, farklı ve akıllı
gözükmek de isterdim. "Ellerinizi böyle kavuşturarak konuşmadan oturun,"
derdi öğretmen ve ellerimi göğsümün üzerine kavuşturur, bütün ders sabırla
otururdum. Ama yavaş yavaş her soruya cevap yetiştirmenin, bir aritmetik
problemini herkesten önce çözmenin ya da en iyi notları almanın zevkleri
solmaya, derslerde vakit hiç geçmemeye, zaman bazan inanılmaz bir yavaşlıkla
Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 117 | Нарушение авторских прав
<== предыдущая страница | | | следующая страница ==> |
Orhan Pamuk 9 страница | | | Orhan Pamuk 11 страница |