Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 10 страница

Orhan Pamuk 1 страница | Orhan Pamuk 2 страница | Orhan Pamuk 3 страница | Orhan Pamuk 4 страница | Orhan Pamuk 5 страница | Orhan Pamuk 6 страница | Orhan Pamuk 7 страница | Orhan Pamuk 8 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

geçmişten söz edebilecekleri şiirsel bir bakış açısı veriyordu. Büyük kaybın izlerinin

yıkıntı halinde yaşadığı Istanbul, onların şehriydi. Kendilerini yıkım ve

yıkıntının hüzünlü şiirine verirlerse ancak kendilerine özgü bir ses bulacaklarını

anladılar.

 

Edgar Allan Poe, "Kompozisyonun Felsefesi" adlı ünlü yazısında "Kuzgun" adlı

şiirini kurarken ilk kaygılarından birinin tonu "melankolik" olan bir şiir yazmak

olduğunu söyler. Poe, Coleridge'den devraldığı aynı soğukkanlı mantıkla, en

melankolik konunun da ölüm olduğuna karar verir. Daha sonra melankolik ölüm

konusunun ne zaman şiirsel olacağını kendi kendine sorar. "Güzellik ile en

yakından ilişkilendiği zaman!" diye bu soruyu da bir mühendis mantığıyla

cevaplayan Poe bu yüzden şiirinin kalbine ölmüş çok güzel bir kız yerleştirdiğini

anlatır.

 

Çocukluğumda kendileriyle karşılaşmış olabileceğimin hayallerini kurduğum bu

dört yazar da, hiç şüphesiz bilinçle Poe'nun kompozisyon mantığını

yürütmemişlerdi, ama o kültürün öldüğünü, bir daha geri gelmeyeceğini, kayıp

olduğunu bilmenin hüznüyle Istanbul'un geçmişine dönerlerse ancak özgün bir

ses bulacaklarını hissetmişlerdi. Geçmişin güzelliğine, eski Istanbul hayatına

bakarlarken, güzelin bir köşede yatmakta olan ölüsüne ya da şehrin yıkıntılarına

da gözlerinin arada bir takılması, geçmişe bir vakar ve şiirsellik veriyordu.

 

"Yıkıntıların hüznü" diyebileceğim bu şiirsel ve seçmeci bakış bu yazarları hem

baskıcı devletin istediği gibi milliyetçi yaptı, hem de tarihe meraklı diğer

çağdaşlarının kapıldığı ucu hep saldırganlığa varan otoriter, buyrukçuluktan korudu.

Nabokov'un hatıralarından, onun aristokrat ailesinin kusursuzluğundan ve

zenginliğinden bunalmadan zevk almamızı sağlayan şey, başka bir kıtadan ve

başka bir dille bize seslenen yazarın, kitabın başında, bu alemin çoktan yok

olduğunu, bittiğini, bir daha hiç geri gelmemecesine tükendiğini çok açık bir

şekilde belirtmesidir. Dönemin Bergsoncu havasına uygun olan (ve dört hüzünlü

yazarın da başvurduğu) zaman ve hafıza oyunları, tıpkı Istanbul'un içinde

yaşayan kalıntılar gibi, geçmişin şimdi hala yaşamakta olabileceği geçici

yanılsamasını estetik bir zevk olarak yaşatır yalnızca.

 

Bu yanılsama benim dört hüzünlü yazarımda da bir oyun, oyundan sonra gelen

bir acı, ölüm ve güzellikle haşır neşir olma fikriyle birlikte canlı tutulur. Ama

geçmiş medeniyetin güzelliğinin bittiği fikri her şeyden önce bir başlangıç

noktasıdır.

 

Abdülhak Şinasi Hisar, "Boğaziçi Medeniyeti" dediği şeyi özlem ile acı arasında

kalan bir duyguyla anlatırken birden sözünü keser ve aklına yeni gelmiş gibi

şunu söyler: "Bütün medeniyetler de, mezarlardaki insanlar gibi fanidir. Ve biz,

ölmüşlerimizin olduğu kadar, devirlerini tamamlamış medeniyetlerin de geri

dönmeyeceklerini biliriz."

 

Bu dört yazarı birleştiren nokta, bu bilgi kadar, bu kayıp duygusunun verdiği

hüznü şiirselleştirmeleridir. Bu hüznü hissetmek için bakışlarını yalnız

Istanbul'un geçmişine değil, bugününe çevirmeleri de yetiyordu. Bunu yaptıkları

zaman, zaten kendi yaşadıkları günün Istanbul'unda yıkıntılar içerisinde

yaşayan bir geçmiş görüyorlardı.

 

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra hem hüzünlü hem de "Türk-Osmanlı" bir

Istanbul imgesi geliştirmek için şair Yahya Kemal ile romancı Tanpınar Batılı

gezginlerin kitaplarını okuyup, şehrin kenar mahallelerinde yıkıntılar arasında

yürüyüşe çıktıkları zaman Istanbul'un nüfusu yarım milyonu ancak aşıyordu.

Benim çocukluğumda, 1950'lerin sonunda şehrin nüfusu bir milyon civarındaydı.

2000 yılının başında ise şehrin nüfusunun on milyon civarında olduğu anlaşıldı.

Boğaz'ı, Pera'yı ve eski şehri bir yana bırakırsak, bugünün Istanbul'una, bu

yazarların gördüğünün on katı bir nüfus eklendi.

 

Ama şehrin orada yaşayanlarca benimsenmiş en yaygın imgesi, gene de bu

yazarların geliştirdikleri bir şey. Bu eksikliğin bir nedeni, son elli yılda şehre

eklemlenen nüfusun Boğaz, tarihi yarımada ve şehrin eski merkezleri dışında

yeni bir Istanbul imgesini çok az geliştirmeleri. "Oralarda on yaşma varıp da

hala Boğaz'ı görmemiş çocuklar var," diye acımasız bir nesnellikle söz edilen bu

uzak mahallelerde yaşayanların, kendilerini -anketlerin gösterdiği gibi-

Istanbullu hissetmemeleri de bunda etkili. Geleneksel kültürle Batı kültürü

arasında ve aşırı zengin küçük bir azınlık ile milyonlarca yoksulun yaşadığı

kenar mahalleler arasında, sürekli göçlere açık ve bölünmüş olması Istanbul'da

son yüz elli yılda kimsenin kendini bütünüyle evde hissedememesine yol açtı.

Bu kitapta daha sözünü edeceğim dört hüzünlü yazar da Cumhuriyet'in ilk kırk

yılında eserlerini verirlerken, gözlerini Batılılaşma hayal ve ütopyalarına değil

de geçmişin yıkıntılarına ya da Osmanlı hayat tarzına fazla diktikleri için zaman

zaman "gerici" olmakla eleştirildiler.

Oysa onlar şehirde yaşarken iki büyük kültürden, gazetecilerin kabaca "Doğu" ve

"Batı" diyecekleri iki temel kaynaktan etkilenmeye devam edebilmek istiyorlardı

yalnızca. Şehre hakim cemaat duygusunu, içtenlikle hissettikleri hüzün

yüzünden paylaşıyorlar, ama duygunun, manzaraya ve yazıya vereceği güzelliği,

şehre yabancı bir Batılı gibi bakarak araştırıyorlardı. Devletin, toplumsal

kurumların, çeşit çeşit cemaatin dayatmalarının tersine hareket etmek, "Doğulu"

olmak istenildiğinde "Batılı", "Batılı" olmak dayatıldığında "Doğulu" gibi

davranmak bu Istanbullu yazarların gerekli yalnızlık için başvurdukları

içgüdüsel bir korunma yoludur.

Hatıra yazan Abdülhak Şinasi Hisar, hakkında bir kitap yazdığı arkadaşı şair

Yahya Kemal, onun öğrencisi ve sonra yakını romancı Ahmet Hamdi Tanpınar ve

gazeteci-tarihçi Reşat Ekrem Koçu, bu dört hüzünlü yazar, bütün hayatları

boyunca yalnız yaşadılar, hiç evlenmediler ve yalnız öldüler. Yahya Kemal

dışındakiler ölürlerken eserlerini istedikleri gibi tamamlayamadıklarını, kitaplarının

parçalar halinde yarıda kaldığını ya da istedikleri okuru bulamadıklarını

da acıyla hissediyorlardı, Istanbul'un en büyük ve en etkili şairi Yahya Kemal

ise, hayatı boyunca kitap yayımlamayı zaten reddetmişti.

 

BABAANNEM

Sorulursa Atatürkçü Batılılaşma hamlesine inandığını söylerdi, ama aslında

şehirde yaşayan herkes gibi, Batı da, Doğu da babaannemin hiç umurunda

değildi. Zaten evden çok seyrek çıkardı. Bir şehrin orayı ev bellemiş sakinlerinin

çoğunun yaptığı gibi, Istanbul'un ne anıtlarıyla, ne tarihiyle, ne de

"güzellikleriyle" ilgiliydi. Oysa öğretmen okulunda tarih okumuştu. Dedemle

nişanlanıp evlenmeden önce buluşup sokağa çıkmak gibi 1910'ların Istanbul'unda

çok cesur bir şeyi yapmış, onunla birlikte bir lokantaya gitmişti.

Karşılıklı bir masaya oturduklarına ve içki verildiğine göre Pera'da bir lokanta-

gazino olduğunu bugün hayal ettiğim bu yerde, dedem ona ne içeceğini (çay,

limonata anlamında) sorunca içki içilmesi teklif edildiğini sanan babaannem,

1917 yılında çok sert bir cevap vermişti ona.

 

"Müskirat kullanmam, efendim."

 

Kırk yıl sonra hep birlikte yenen bayram ve yeni yıl yemeklerinde, aile

kalabalığıyla birlikte bir bardak bira içip neşelenmişse, herkesin çok iyi bildiği

bu hikayeyi yeniden anlattıktan sonra uzun uzun kahkahalar atardı. Sıradan bir

günde salonda her zamanki koltuğunda oturuyor ise babaannemin hikayeden

sonra attığı kahkaha, ancak birkaç fotoğrafını gördüğüm "istisnai insan"

dedemin erken ölümüne dökülen gözyaşlarına dönüşürdü. O ağlarken ben

babaannemin de bir zamanlar sokaklarda neşeyle dolaştığını hayal etmeye

çalışırdım. Ama bu bana tıpkı bir Renoir resmindeki tombul ve rahat kadını bir

Modigliani tablosunda ince, uzun ve sinirli kadın olarak düşlemek kadar zor

gelirdi.

 

Dedemin iyi bir servet yaptıktan sonra erkenden kan kanserinden ölüvermesi

babaannemi bir büyük ailenin "patronu" durumuna getirmişti. Ona bir çeşit

hayat arkadaşı olan aşçısı Bekir, babaannemin bitip tükenmez emirleri ve

eleştirilerinden yorulduğu zaman hafif alaycılıkla "Tamam, patron!" diye cevap

verirdi. Ama babaannemin patronluğunun hükmü, elinde bir büyük anahtar

destesiyle gezindiği evin içinde geçerdi yalnızca. Babam ve amcam genç yaşta

dedemden kalan fabrikayı elden kaçırıp, büyük inşaat işlerine girip, yanlış

yatırımlar yapıp iflas ede ede babalarından kalan mallan, binaları, katları,

annelerine tek tek sattırırlarken, hiç sokağa çıkmayan babaannem yalnızca biraz

gözyaşı döker, gelecek sefer daha dikkat etmelerini öğütlerdi.

 

Sabahları, büyük kalın yorganının altında, arka arkaya dizilmiş iri kuştüyü

yastıklara yaslanarak, yatağında geçirirdi. Aşçı Bekir her sabah rafadan

yumurtalı, zeytinli, beyaz peynirli, kızarmış ekmekli kocaman bir tepsiyi

babaannemin yorganın üzerine koyduğu bir yastığa dikkatle yerleştirir, (çiçek

işlemeli yastıkla gümüş tepsi arasına konan eski gazete görüntüyü bozardı),

babaannem de çok uzun süren kahvaltısını yatağında gazete okuyarak ve sabahın

ilk ziyaretçilerini kabul ederek geçirirdi. (Ağzımda bir parça sert beyaz

peynir tutarken şekerli çay içmenin zevkini ondan öğrendim.)

 

Annesini öpüp okşamadan işe gidemeyen amcam her sabah erkenden gelirdi.

Halam kocasını işe yolladıktan sonra elinde çantası bir uğrardı. Okula

başlamadan önce kısa bir dönem okuma yazma öğrenmek için, iki yıl önce

ağabeyimin yaptığı gibi, ben de, her sabah elimde defterim, babaannemin

yorganının kenarına ilişip ondan harflerin esrarını öğrenmeye çalıştım. Daha

sonra okulda keşfedeceğim gibi, hem başkalarından birşeyler öğrenmek canımı

sıkıyordu, hem de boş bir sayfa görünce, içimden yazı yazmak değil, birşeyler

çiziktirip karalamak geliyordu.

 

Bu küçük okuma yazma derslerinin tam ortasında aşçı Bekir odaya girer ve her

gün aynı kelimelerle aynı soruyu sorardı:

 

"Ne vereceğiz bunlara bugün?"

 

Bir büyük hastanenin ya da askeri kışlanın mutfağında o gün ne pişeceğine

karar veriliyormuş gibi çok büyük bir ciddiyetle sorulurdu bu. Babaannem ile

aşçı öğle ve akşam yemeklerine apartmandaki dairelerden kimin geleceği ve ne

pişirilebileceğinden söz eder ve Saatli Maarif Takvimi'nin çeşit çeşit tuhaf

bilgilerle dolu o günkü yaprağının en altında yer alan "günün menusu"nden de

ilham almaya çalışırlarken, ben arka bahçedeki servi ağacının dalları etrafında

uçan bir kargayı seyrederdim.

 

Ağır işine rağmen mizah duygusunu hiç kaybetmemiş olan aşçı Bekir kalabalık

evin içinde gezinen biz babaannemin torunlarından her birine bir isim takmıştı.

Benimki "karga" idi. Yıllar sonra bunun nedenini ona sorduğumda sürekli bitişik

damdaki kargaları seyretmemle ve çok zayıf olmamla açıklamıştı. Çok bağlı

olduğu ayıcığından hiç ayrılmayan ağabeyimin takma ismi "dadı", gözleri iyice

çekik bir kuzenimin "Japon", inatçı olan diğerinin "keçi", erken doğan bir

diğerininki "altı aylık" idi. Yıllarca apartmanda, her birinde bir şefkat tınısı

olduğunu hissettiğim bu adlarla çağrıldık.

 

Babaannemin odasında tıpkı anneminki gibi, kanatlarını açıp arasına girersem

görüntümün kaybolacağı çekici bir tuvalet masası da vardı, ama ona dokunmam

yasaktı. Çünkü günün ilk yarısını yatağında geçiren babaannem makyaj yapmak

için hiç kullanmadığı tuvalet masasını öyle bir yere yerleştirmişti ki, yatağından

baktığında uzun koridorun hepsini, "servis kapısını", holü ve ta sokak pencerelerine

kadar salonun öbür ucunu da aynadan görebilir, böylelikle bütün evin

içindeki hareketi, girenleri ve çıkanları, bir köşede sohbet edenleri ve dövüşen

torunlarını yatağından kontrol edebilirdi. Her zaman gölgeler içindeki evin ta

öbür ucundaki bir hareket tuvalet aynasında daha da küçük yansıdığı için bazan

babaannem salonun ucunda mesela sedef kakmalı masanın yanındaki hareketin

ne olduğunu anlayamayınca yatağından bütün gücüyle bağırır, Bekir de hemen

yetişip orada kimin ne yaptığını ona bildirirdi.

 

Gazete okumanın ve bazan yastık yüzlerine çiçek işlemenin dışında babaannem

öğleden sonraların çoğunu kendi yaşında Nişantaşlı hanımlarla sigara içip bezik

oynayarak geçirirdi. Bazan poker de oynadıklarını hatırlıyorum. Yumuşacık ve

kan kırmızısı rengindeki kadife bir keseden çıkan gerçek oyun fişlerinin

arasındaki batmış Osmanlı Devleti'nden kalan delikli, kenarları tırtıllı, üzerleri

tuğralı çeşit çeşit paraları bir kenara oturup kurcalamayı severdim.

 

Oyun masasındaki hanımlardan biri, Osmanlı Devleti battıktan sonra, Osmanlı

ailesi -hanedan demeye dilim varmıyor- Istanbul'u terketmek zorunda kaldığı

için kapatılan haremden çıkmış ve dedemin bir iş arkadaşıyla evlenmişti. Aşırı

kibar sözlerini ağabeyimle taklit ettiğimiz bu hanımla babaannem arkadaş

olmalarına rağmen birbirlerine "efendim, hanımefendi" diyerek konuşurlar, bir

yandan da aşçının fırından çıkarıp getirdiği yağlı çörekleri, üzerinde erimiş kaşar

peyniri olan ekmek dilimlerini mutlulukla atıştırırlardı.

 

Ikisi de şişmandı, ama bunu mesele etmeyen bir zamanda ve kültürde

yaşadıkları için rahattılar. Kırk yılda bir şişman babaannem sokağa çıkacak, bir

davete gidecek olursa günlerce süren hazırlıkların son aşaması olarak, kapıcının

karısı Kamer Hanım, babaannemin korsesinin iplerini bütün gücüyle çeksin diye

aşağıdan çağrılırdı. Babaannemin paravanasının arkasında itişmeler, çekiş-

meler, "yavaş kızım" larla, uzun süren bir korse bağlama sahnesini irkilerek

seyretmiştim. Ondan önceki günlerde çağrılan ve babaannemle saatler geçiren

manikürcü-pedikürcü hanım da, etrafa yaydığı, taslar, sabunlu sular, fırçalar ve

başka pek çok aletiyle beni büyülerdi, ama kafamda çok başka bir yeri olan

babaannemin tombul ayaklarının tırnakları başka ellerle itfaiye kırmızısına

boyanırken, ayak parmaklarının arasına yerleştirilmiş top top pamukları görmek

bende hem bakma hem de nefret etme isteği uyandırırdı.

 

Yirmi sene sonra biz Istanbul'da başka evlerde, başka yerlerde yaşarken

babaannemi Pamuk Apartmanı'ndaki dairesinde her ziyaret ettiğimde, sabahları

onu gene aynı yatakta çantalar, gazeteler, yastıklar ve gölgeler arasında

yatarken bulurdum. Odanın sabun, kolonya, toz ve ahşap karışımı benzersiz

kokusu hep aynı olurdu. Babaannemin yanından hiç ayırmadığı şeylerden biri de

her gün içine birşeyler yazdığı ciltli kalın bir defterdi. Hesaplar, hatıralar, yenen

yemekler, masraflar, planlar ve meteorolojik gelişmelerin yazıldığı bu defterin

bir de tuhaf bir "protokol defteri" özelliği vardı.

Belki de tarih okuduğu için, babaannemin kimi zaman alaycı bir "teşrifat" dili

kullanmasına yol açan bu protokol ve Osmanlı merakının bir başka sonucu da

torunlarınm her birine Osmanlı Devleti'nin muzaffer kuruluş yıllarındaki

padişahlardan birinin adının verilmesiydi. Onu her görüşümde elini öptükten,

bana her seferinde verdiği bir kağıt parayı hiçbir utanç duymadan ve sevinçle

cebime indirdikten, annemin, babamın, ağabeyimin ne yaptığını tek tek

anlattıktan sonra babaannem o sırada defterine yazdığı şeyi okurdu bazan bana.

 

"Torunum Orhan beni ziyaret etti. Pek akıllı, pek şeker. Üniversitede mimarlık

okuyor. Kendisine on lira verdim. Inşallah bir gün çok muvaffak olacak ve

Pamuk ailesinin adını, tıpkı dedesi gibi, şerefle duyuracak."

 

Okuduktan sonra kataraktlı gözlerini daha da tuhaf gösteren gözlüklerinin

üzerinden esrarlı ve alaycı bir gülümseyişle bana bir bakar, ben de alaycılığının

arkasında kendisine yönelttiği bir mizah mı, yoksa hayatın saçmalığını keşfetmiş

olması mı olduğunu çıkaramadan ona aynı şekilde gülümsemeye çalışırdım.

 

 

OKULUN SIKINTILARI VE ZEVKLERI

 

Okulda ilk öğrendiğim şey bazılarının aptal olduğu, ikinci öğrendiğim şey ise

bazılarının daha da aptal olduğuydu. Tıpkı din, ırk, cins, sınıf, servet (ve bu

listeye en son eklenen) kültür farkları gibi, hayattaki bu temel ve belirleyici farkı

farketmiyormuş gibi yapmanın bir olgunluk, bir incelik ve bir efendilik olduğunu

o yaşta kavrayamadığım için öğretmenin sınıfa her soru soruşunda, doğru cevabı

bildiğimi göstermek için çırpınarak parmağımı kaldırırdım.

 

Daha sonraki aylarda, yıllarda bu bir alışkanlık oldu. Iyi, akıllı bir öğrenci

olduğumu sınıf da, öğretmen de anlamıştı biraz, ama ben gene her soruya bir

cevabım olduğunu kanıtlamak için parmağımı kaldırıyordum. Öğretmen pek

seyrek bana söz veriyor, çoğu zaman kalkan başka parmakları, onlar da

konuşsun diye işaret ediyordu. Bir süre sonra cevabını bileyim bilmeyeyim, her

soruya parmağım kendiliğinden kalkar oldu. Bunda, sıradan kıyafetler giyse bile,

çok pahalı bir takı ya da kravat takarak zengin olduğunun farkedilmesini isteyen

birinin huzursuzluğuna benzer bir kendini gösterme isteği ile, öğretmene karşı

duyulan bir çeşit hayranlık ve işbirliği etme dileği de vardı.

 

Çünkü okulda sevgiyle öğrendiğim bir başka şey de bir "otorite" olarak

öğretmenin iktidarıydı. Pamuk Apartmanı'ndaki aile kalabalığının dağınık ve

parçalı bir hali vardı, kalabalık yemeklerde her kafadan bir ses çıkardı. Aile

birbirine sevgi ve arkadaşlık, kalabalık ve sohbet ihtiyacı ve yemek ve radyo

saatleri gibi kimsenin tartışmadığı alışkanlık ve kurallarla sanki kendiliğinden

bağlanmıştı. Evde babam bir otorite ve iktidar merkezi gibi değildi hiç, az

gözükür, arada bir kaybolurdu. Daha önemlisi, ağabeyimle beni hiç mi hiç

azarlamaz, beğenmediği bir şey yaparsak kaşlarını bile çatmazdı. Daha sonraki

yıllarda arkadaşlarına bizi tanıştırırken söylediği "Bunlar da benim iki küçük

kardeşim" sözünü babam gerçekten hak ediyordu. Bu yüzden evde "otorite"

olarak yalnızca annemi tanımıştım. Ama onun benim üzerimdeki gücü de benim

dışımda, yabancı bir "iktidar merkezi" olmaktan çok, benim tarafımdan gelen

sevilme, okşanma ve beğenilme isteğinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden

öğretmenin yirmi beş kişilik sınıf üzerindeki gücü beni ilgilendirdi.

 

Belki de onunla annemi biraz özdeşleştirdiğimden, içimde öğretmenden onay

almak için bitip tükenmez bir istek vardı. Yalnız her soruya cevap vermek

istemez, ödevlerimi iyi yapmak, öğretmen tarafından sevilmek, farklı ve akıllı

gözükmek de isterdim. "Ellerinizi böyle kavuşturarak konuşmadan oturun,"

derdi öğretmen ve ellerimi göğsümün üzerine kavuşturur, bütün ders sabırla

otururdum. Ama yavaş yavaş her soruya cevap yetiştirmenin, bir aritmetik

problemini herkesten önce çözmenin ya da en iyi notları almanın zevkleri

solmaya, derslerde vakit hiç geçmemeye, zaman bazan inanılmaz bir yavaşlıkla


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 117 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 9 страница| Orhan Pamuk 11 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.042 сек.)