Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 3 страница

Orhan Pamuk 1 страница | Orhan Pamuk 5 страница | Orhan Pamuk 6 страница | Orhan Pamuk 7 страница | Orhan Pamuk 8 страница | Orhan Pamuk 9 страница | Orhan Pamuk 10 страница | Orhan Pamuk 11 страница | Orhan Pamuk 12 страница | Orhan Pamuk 13 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

odadaki bütün eşyaları birer dağ gibi görür, aralarında uçan bir tayyare olur, hızlanırdım.

"Bacaklarını sallama öyle, başım dönüyor," derdi karşımda oturan babaannem.

Sallamazdım, ama hayalimdeki tayyare babaannemin elindeki Gelincik

sigarasının ciğerlerine çekmeden salıverdiği dumanına dalıp kaybolur, bakışım

halılardaki biçimler arasında bundan önce teşhis ve keşfettiğim çeşit çeşit

tavşanlar, yapraklar, yılanlar ve aslanlar içindeki ormana bir girer, oradan

resimli romanlardan çıkma bir maceraya dalar, bir yangın çıkartır, birkaç kişiyi

öldürür, ata biner, ağabeyimin bilyalarını o okuldayken nasıl dağıttığımı

hatırlar, aklımın bir köşesi apartmanın seslerine açık olduğu için kapıcı Ismail'in

bizim kata gittiğini asansörün kapısının çarpışından anlar, derken yarı çıplak

kızılderililer arasında yeni bir maceraya sürüklenirdim.

Evleri yakmaktan, yanan evin içindeki insanlara kurşun yağdırmaktan ya da

yanan evin içindeyken bir tünel kazıp kurtulduğumu düşünmekten, sigara kokan

tül perdeyle pencere camı arasına sıkıştırdığım bir sineği yavaş yavaş ezip

öldürmekten, can çekişen sinek kaloriferin üzerindeki delikli tahtaya düşerken

onun cezasını bulan bir haydut olduğunu düşlemekten hoşlanırdım. Kırk beş

yaşıma kadar uykuyla uyanıklık arasındaki o tatlı bölgede, bunu düşünmenin

bana iyi geleceğini bildiğim için hep birilerini öldürdüm. Bir kısmı yakın akraba,

hatta ağabeyim gibi iyice yakın kişiler, bir kısmı siyasetçi, edebiyatçı, bir kısmı

esnaf, çoğu da zaten hayali bu kişilerden özür dilerim.

Kedileri aşkla, dostlukla sevip, bir inançsızlık, umutsuzluk ve boşluk anında

kimse görmeden onlara bir tane çakıp güldüğüm, sonra utandığım, içimin kediye

şefkatle dolduğu da çok oldu. Yirmi beş yıl sonra askerdeyken öğle yemeğinden

sonra bütün bölük sigara içip dedikodu ederken sandalyelere oturan ve uzaktan

hepsi birbirine benzeyen yedi yüz elli erin hepsinin kafasının boyunlarından kopuk olduğunu,

kanlı yemek borularının, sigara dumanının tatlı ve saydam bir

maviye boyadığı büyük kantinde yavaş yavaş sallandıklarını hayal ederdim ki,

"Bacaklarını sallama oğlum, yeter ben yoruldum," derdi asker arkadaşlardan biri.

Çocukken tıpkı sertleşme gibi sır olarak sakladığım, sakladıkça da zararsızlığına

inandığım bu ikinci dünyanın varlığından bir tek babam haberdarmış gibi gözükürdü.

Bir öfke ve heyecan anında tek gözünü kopardığım ya da karnındaki delikten

biraz daha saman çekip zayıflattığım ayıcığımı düşünürken ya da aşırı sevgi ve

heyecandan iki kere kırdığım için üçüncü kere alınan bir oyuncağı (kafasındaki

düğmeye bir vurunca tekme atan parmak büyüklüğündeki futbolcu) üçüncü kere

kırdıktan sonra, yaralı gövdesini sakladığım yerde belki can çekiştiğini hayal

ederken ya da bizim kattaki hizmetçi Esma Hanım'ın Allah'tan söz ederkenki

inancıyla bitişikteki damda gezindiklerini iddia ettiği sansarları korka korka

düşünürken birden, babam, "Aklında ne var, söyle, sana yirmi beş kuruş," derdi.

Aklımdakini söylemenin ya da biraz değiştirip söylemenin ya da bir yalan

atmanın kararsızlığıyla ben sessiz kalınca, gülümseyerek eklerdi:

"Geçti artık, hemen söyleyecektin."

Babam da bu ikinci dünyada yaşıyor olabilir miydi? "Hayal kurmak" sözüyle

çoktan meşrulaştırılmış olduğunu ancak yıllar sonra anlayacağım o işi o

sıralarda yalnızca benim kafamın bir tuhaflığı diye düşünmem ne kadar

doğruydu? Aklım yalnızca babamın söylediği şeyin telaşına kapıldığı için değil,

huzursuz edici şeyleri, iyi niyetle unutma yeteneğim olduğu için de bu soruyu

kendime sormadan geçiştirirdim.

Hayal kurmayı yalnızca kendi tuhaflığım diye algılayıp aklımdan geçenleri

saklamamın bir başka nedeni de bu ikinci dünyanın bana hiçbir geri dönüş

zorluğu çıkarmamasıydı. Babaannemle karşılıklı otururken, perdeler arasından

odanın içine tıpkı geceleri Boğaz vapurlarının meraklı projektör ışıkları gibi

vuran güneş ışığına gözlerimi dikip kirpiklerimi kırpıştırırsam, nasıl bir anda gözümün önünden

tam istediğim gibi kırmızı uzay gemileri geçmeye başlarsa, aynı

şekilde istediğim hayali, istediğim gibi kurar, sonra odadan çıkarken lambayı

kapatan biri gibi ("ışıkları söndür", çocukluğumda en çok duyduğum sözlerden

biridir) hayali kapatıp huzurla normal dünyaya geri dönebilirdim.

Napolyon olduğunu sürekli düşlemekten hoşlanan adamla, kendini Napolyon

sanan adam arasındaki fark, mutlu hayalci ile mutsuz şizofren arasındaki

farktır. Bir başka dünya hayal etmeden, bir başka kimliğe bürünmeden

yaşayamayan "şizofrenik" kişiyi çok iyi anlarım ama ikinci aleme esir olduğu,

geri dönebileceği mutlu ve sağlam bir "asıl" dünyası olmadığı için şizofrenlere

acır ve onları (gizlice) küçümserim. Beni ikinci aleme koşturan ya da Istanbul'da

bir başka evde bir başka Orhan olduğunu, onun yerine geçebileceğimi bana

düşündürten şey, hayatın, müze evin salon ve koridorlarının, halıların

(halılardan nefret ederim) ve matematikle bulmacaya meraklı pozitivist erkekler

kalabalığının çok sıkıcı olması, maneviyatsızlık, sevgisizlik, resimsizlik ve

edebiyatsızlık (masalsızlık) belirtilerinin fazla olması (yaşlandıkça bunu inkar ettiler) ve

evin tıkış tıkış eşya dolu, karanlık ve kasvetli bir yer olmasıydı, kendi mutsuzluğum değil.

Çünkü çocukluğumda, özellikle okula başlamadan önceki iki yıl boyunca kendimi

çok mutlu hissederdim. Alaycılıkla söyleyeyim: Yalnız aile içinde, eş dost

arasında değil, herkes tarafından çok "şirin", "sevimli" bulunan, bol bol öpülüp

kucaktan kucağa gezen, akıllı, uslu bir çocuktum. Öpücükler, övgüler, tatlı sözler

ve manavın bedava verdiği elmayla ("yıkamadan yeme" derdi hemen annem),

kurukahvecinin hediye ettiği kuru incir ("yemekten sonra yersin" derdi annem,

adama kibar bir gülümseme yollarken) ve sokakta rastladığımız hısım teyzenin

verdiği şeker ("teşekkür et" derdi annem) başka pek çok şey gibi bana aklandaki

ikinci alemin korkunçluğunu, tuhaflığını, uygunsuzluğunu kendime saklamam

gerektiğini hissettiriyordu.

Çocukluktan şikayetim duvarların ötesini görememek, pencereden bakınca

sokağı, hatta karşı apartmanı değil, yalnızca gökyüzünü seyredebilmek,

karakolun hemen karşısındaki pis kokulu kasaba (bir süre sonra pis kokusunu

unutur, ama serin sokağa çıkınca gene hatırlardım) annemle gittiğimizde,

adamın her biri bacağım uzunluğundaki bıçaklarıyla tahta tezgahın üzerinde eti

kesişini seyredememek, dondurma kutularının içlerini, tezgahların, masaların

üzerlerini görememek ve asansörün ve kapının düğmelerine uzanamamakla ilgiliydi.

Sokakta bir küçük trafik kazası olduğunda ya da birdenbire atlı polislerin

geçtiğini gördüğümde, bir yetişkin önümde durur, olup bitenin yarısını

kaçırırdım. Babamın çok erken yaşta bizi götürdüğü futbol maçlarında, tehlikeli

bir pozisyon birden belirince önümüzdeki sıradaki herkes bir anda ayağa kalkar,

gollerin nasıl atıldığını göremezdim. Ama maçlarda dikkatim topta değil,

babamın bize aldığı peynirli pidelerde, kaşarlı tostlarda, yaldızlı kağıda sarılmış

çikolatalarda olduğu için ağabeyim kadar dertlenmezdim bundan.

En nefret ettiğim şey, maç çıkışlarında, birbirlerini ite ite ilerleyen tıkış tıkış

erkekler kalabalığının bacakları arasında sıkışıp hapsolmak, burada nefes

alamazken bütün dünyayı, buruşuk pantolonlar ve çamurlu ayakkabılardan

yapılmış karanlık ve havasız bir erkek bacakları ormanı olarak görmekti. Annem

gibi güzel kadınlar dışında, yetişkinleri öyle çok fazla sevdiğimi de söyleyemem.

Çirkin, kıllı ve kabaydılar.

Fazla hantal, fazla ağır ve fazla gerçekçiydiler. Dünyanın içinde gizli bir ikinci

dünya olduğunu bir zamanlar görmüşler, ama hayret etme ve hayal etme

yeteneklerini kaybetmişlerdi. Beni sevimli bulmaları, ne kadar şirin olduğumu

hep söylemeleri, beni görünce tatlılıkla gülümsemeleri, beni hediyelerle

şımartmaları hoşuma giderdi ama ikide bir öpmelerinden rahatsız olurdum. Nefeslerindeki

sigara ya da ağır parfüm kokusu beni iter, yüzlerindeki tüyler, sakallar batardı.

Erkeklerin parmaklarının üst kısmındaki, boyunlarındaki tüylerden ve

kulaklarından, burunlarının içinden fışkıran kıllardan hoşlanmaz, onların daha

kötü, daha bayağı yaratıklar olduğunu düşünürdüm. Bütün bu şikayetler konuyu

ev dışındaki hayata, sokaklara ve Istanbul'a getiriyor.

 

YIKILAN PAŞA KONAKLARININ HÜZNÜ: SOKAKLARIN KEŞFI

Pamuk Apartmanı, Nişantaşı'nda, bir zamanlar büyük bir paşa konağının

bahçesi olan geniş arazinin kenarına inşa edilmişti. Nişantaşı semti adını, on

sekizinci yüzyılın sonuyla on dokuzuncu yüzyılın başında reformcu ve

Batılılaşmacı padişahların (III. Selim, II. Mahmut) spor olsun, keyif olsun diye

boş tepelere nişanladıkları okların düştüğü, bazan da tüfekle vurdukları boş

testilerin kırıldığı yeri işaretlemek için dikilen (üzerinde de olayı anlatan bir iki

mısra yazılan) taşlardan alıyordu.

Osmanlı padişahları Batılı konfor, değişiklik fikri ve verem korkusuyla Topkapı

Sarayı'nı terkedip Dolmabahçe ve Yıldız'a yaptırdıkları yeni saraylara yerleşince,

buralara yakın olan Nişantaşı tepesinde vezirler, başvezirler, şehzadeler büyük

ahşap konaklar inşa ettirdiler. Ilkokula Şehzade Yusuf Izzeddin Paşa Konağı'nda

(Işık Lisesi) başlamış, Sadrazam Halil Rıfat Paşa Konağı'nda (Şişli Terakki)

devam etmiştim. Bu iki konak da ben oralarda okurken, bahçede futbol oynarken

yanıp yıkıldılar. Karşımızdaki apartman Mabeyinci Faik Bey Konağı'nın

yıkıntıları üzerine yapılmıştı. Çevredeki sağlam tek eski konak, on dokuzuncu

yüzyılın sonunda yapılan, bir zamanların başvezirlerinin oturduğu ve Osmanlı

Devleti yıkılıp, başkent Ankara'ya taşınınca da valilere kısmet olan kagir yapıydı.

Çiçek aşısı olmak için bir başka Osmanlı paşasının artık kaymakamlık olarak

kullanılan konağına giderdim. Bir zamanlar Osmanlı Devleti'nin Batılı misafirlerinin

ağırlandığı hariciye konağı, Abdülhamit'in kızlarının konakları ya da

yanık, yıkık konak kalıntıları -tuğla duvarlar, cam kırıkları, bir iki devrik

merdiven basamağı ve eğreltiotlarıyla incir ağaçlarından oluşan ve bende hala

derin bir hüzün ve çocukluk fikri uyandıran bir kıvam- apartman binaları

tarafından daha bütünüyle yok edilmemişti.

Teşvikiye Caddesi üzerindeki bizim apartmanın arka pencerelerinin baktığı

bahçedeki servi ve ıhlamur ağaçlarının arasında yıkıntıları duran konak 1877-78

Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kısa bir süre başvezirlik yapan Tunuslu Hayrettin

Paşa tarafından yaptırılmıştı. Kafkas doğumlu bir Çerkez olan paşa, Flaubert'in

"Istanbul'a yerleşip kendime bir köle satın almak isterim" diye yazmasından on

yıl önce, 1830'larda çocukken bir köle olarak Istanbul'a, oradan da Tunus

Valisi'ne satılmış, gençliğini Fransa'da geçirip Arap dili ve kültürüyle büyümüş,

Tunus'ta orduya katılıp hızla yükselmiş, komutanlık, valilik, diplomatlık, mali

uzmanlık gibi en üst düzey görevlerde bulunup hayatının sonunda Paris'e

yerleşmişti.

Paşayı, altmış yaşına doğru Abdülhamit, (gene Tunuslu olan Şeyh Zafiri'nin

tavsiyesi ile) Istanbul'a çağırmış, kısa süre mali işlerin başında tuttuktan sonra

başvezir yapmıştı. Borç içindeki ülkeyi kurtarsın diye artık bir parçası olduğu bir

Batı ülkesinden reform hayalleriyle çağrılan kurtarıcı maliyeci-yöneticilerin

Türkiye'deki (ve fakir ülkelerdeki) ilk büyük örneklerinden olan paşaya -tıpkı

daha sonraki benzerleri gibi yeterince Osmanlı, yerli, Türk olmadığı, artık bir

Batılı kafasına sahip olduğu için- büyük umutlar bağlandı ve aynı nedenlerle de -

yani yeterince Türk ve yerli olmadığı için de- yerin dibine batırıldı. Dedikodulara

göre Tunuslu Hayrettin Paşa saraydaki görüşmeleri dönüşte bindiği at

arabasında Arapça not ediyor, sonra Fransız katibine Fransızca yazdırıyordu.

Muhaliflerinin çıkardığı yeterince Türkçe bilmediği söylentileri ve gizli amacının

bir Arap devleti kurmak olduğu yolundaki bir jurnal üzerine (Abdülhamit

gerçeklik payı düşük olduğunu hissettiği ihbarları da ciddiye alırdı)

başvezirlikten uzaklaştırıldı.

Gözden düşmüş bir Osmanlı sadrazamının çok sevdiği Fransa'ya dönmesi

sakıncalı olduğundan, hayatının geri kalanında, kışın daha sonra bizim

bahçesine bir apartman dikeceğimiz konakta, yazın Boğaz kıyısında,

Kuruçeşme'deki yalısında hüzünle yarı hapis hayatı geçirip, Abdülhamit'e

raporlar yazıp Fransızca hatıralarını kaleme aldı. Türkçesi ancak seksen yıl

sonra yayımlanan ve paşada mizah duygusundan çok, görev duygusu olduğunu

kanıtlayan bu hatıraları oğullarına ithaf etti. Yirmi yıl sonra, bu oğullardan biri,

Mahmut Şevket Paşa'ya yapılan suikaste karıştığı gerekçesiyle idam edildiğinde

konak zaten Abdülhamit tarafından çoktan satın alınıp kızı Şadiye Sultan'a

hediye edilmişti bile.

 

Her biri deli bir şehzade, afyonkeş bir saraylı, tavan arasına kilitlenen bir evlat,

ihanete uğramış bir padişah kızı, sürgüne yollanmış ya da vurulmuş bir paşanın

hikayesiyle ve Osmanlı Devleti'nin çürüyüp, dağılıp gitmesiyle aklımızda

özdeşleşen bu yanık ve yıkık konaklar bizim apartmanda sessizlikle geçiştirilirdi.

Bizler Nişantaşı'na, 1930'larda, bütün bu Osmanlı paşaları, şehzadeleri, yüksek

memurları Cumhuriyet'le birlikte tasfiye edildikten sonra ve saray yavrusu

konaklar bakımsızlıktan boşalmaya, yanıp yıkılmaya başladığı zamanlarda gelmiştik.

Öte yandan bu ölen kültürün, batan imparatorluğun hüznü her yerdeydi.

Batılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan

keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir

bana: Tıpkı birden oluveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için

elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi. Yerine

güçlü, kuvvetli, yeni bir şey, Batılı ya da yerli, modern bir dünya kurulamadığı

için bütün bu çaba daha çok geçmişi unutmaya yaradı; konakların yakılıp

yıkılmasına, kültürün basitleştirilip güdükleştirilmesine, ev içlerinin

yaşanmamış bir kültürün müzeleri gibi düzenlenmesine yol açtı. Yıllar sonra ağır

ağır benim içime işleyecek bütün bu tuhaflığı ve hüznü, çocukluğumda bir sıkıntı

ve kasvet olarak yaşadım. Şehrin içine gömüldüğü ve bir türlü çıkamadığı hüzün

duygusu, tıpkı babaannemin farkında olmadan terliğinin ucuyla tempo tuttuğu

"Alaturka" müziği dinlerken kimi zaman hissettiğim gibi, ölümcül bir sıkıntıya

kapılmak istemiyorsam hayal kurmam gerektiğini hatırlatırdı bana.

Hüzün ve sıkıntıya kapılmadan yaşamanın bir ikinci yolu da, annemle sokaklara

çıkmaktı. Çocukları parklara, bahçelere, hava alsınlar diye bir yerlere götürmek

gibi bir alışkanlık olmadığı için, sokağa çıkarıldığım bu günlerin benim için özel

bir önemi olurdu. "Yarın ben sokağa çıkacağım!" derdim halamın benden üç yaş

küçük oğluna, gururla. Yuvarlak merdivenlerden döne döne inilir, büyük bir

çoğunluğu yeraltında olan kapıcı dairesinin, kapıya bakan (eve giren çıkanlar

denetlensin diye) küçük penceresinin önünde kılık kıyafetim, düğmelerim son bir

kere daha gözden geçirilir ve sokağa çıkınca da, "sokak!" diye mırıldanırdım hayranlıkla.

Güneş, temiz hava, ışık. Ev bazan o kadar karanlık olurdu ki, yaz günü perdeler

açıldığında olduğu gibi, sokağa çıkınca ışıktan gözlerim kamaşırdı. Ilk anda

kaldırımlarda yürümek çok hoşuma giderdi. Annem elimi tutarken dükkan

vitrinlerine dikkatle bakardım: Çiçekçinin buğulanmış camları arkasındaki

siklamenleri uzun burunlu renkli kurtlara benzetir, ayakkabıcının vitrinindeki

uçan topuklu ayakkabının gizli iplerini izler, kırtasiyecinin vitrininde

ağabeyimin Sınıf Bilgisi ders kitabının aynısının sergilendiğini görünce

sokakların verdiği ilk bilginin, başkalarının da bizim apartmandakine benzer

hayatları olduğuna ilişkin bir ipucu olduğunu sezerdim. Ağabeyimin gittiği ve

benim de bir sene sonra başlayacağım ilkokul, herkesin cenazesinin kalktığı

Teşvikiye Camii'ne bitişikti.

Ağabeyim evde "Öğretmenim, öğretmenim" diye hevesle sözünü ettiği için, tıpkı

insanın bir dadısı olması gibi, her öğrencinin de bir kişisel öğretmeni var

sanıyordum. Ertesi yıl aynı okula başladığımda tıkış tıkış bir sınıfta otuz iki

kişiye bir öğretmen düştüğünü görmek evin rahatlığından ve annemden uzak

kalmanın hüznüne, kalabalık içinde bir virgül olmanın hayal kırıklığını da

eklemişti. Arada bir uğradığımız ve tıpkı çiçekçi gibi buhar kokan bir başka yer,

babamın gömleklerinin kolalanıp ütülendiği kolacıydı. Annem Iş Bankası'na

girince, nedenini önce hiç söylemedim ama altı basamak merdiveni çıkıp vezneye

onun yanına gidemezdim, çünkü ahşap basamaklar arasındaki boşluklardan

kayıp düşü vereceğim takılırdı aklıma.

"Niye gelmiyorsun buraya?" diye seslenirdi annem yukarıdan, vezne kuyruğunda

beklerken. Cevap vermez, derdini anlatamama ve tuhaf bulunma telaşıyla bir

süre kendimi bir başkası sanır, annemi arada bir yoklayarak hayaller arasında

dolanırdım: Burası bir saraydı ya da bir kuyunun dibi... Osmanbey, Harbiye

tarafına yürümüşsek, köşedeki Mobil benzincinin bütün bir apartmanın yan

cephesini kaplayan uçan atı bu hayallere karışırdı. Atların, kurtların, korkunç

yaratıkların ağızları, burunları aklımda kalır, oradaki bir delikten düşüp

kaybolacağımı sanırdım.

Bir yandan naylon çorap yamayan, bir yandan düğme, kemer satan yaşlıca bir

Rum kadın vardı, lake bir çekmeceden mücevher gibi tek tek çıkardığı "köy

yumurtaları"nı çok özel şeylermiş gibi satardı. Onun dükkanındaki küçük akvaryumda

ağır ağır salınan kırmızı balıklar cama yasladığım parmağımı yemek için

küçük ama korkutucu ağızlarını kararlılık ve hoşuma giden bir aptallıkla

oynatırlardı. Yol boyunca uğradığımız bir başka dükkan Yakup ile Vasü'in

işlettikleri küçük tütüncü, dergici ve kırtasiyeci dükkanıydı, ama o kadar

küçüktü ki burası çoğu zaman içeri giremez, sıkışırdık.

Tıpkı bir zamanlar Latin Amerika'da Araplara "Türk" denildiği gibi, Istanbul'da

bir avuç zenciye "Arap" dendiği için "Arabın dükkanı" diye anılan

kurukahvecinin dükkanındaki kayışlı koskoca kahve öğütme makinesi,


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 54 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 2 страница| Orhan Pamuk 4 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.037 сек.)