Студопедия
Случайная страница | ТОМ-1 | ТОМ-2 | ТОМ-3
АрхитектураБиологияГеографияДругоеИностранные языки
ИнформатикаИсторияКультураЛитератураМатематика
МедицинаМеханикаОбразованиеОхрана трудаПедагогика
ПолитикаПравоПрограммированиеПсихологияРелигия
СоциологияСпортСтроительствоФизикаФилософия
ФинансыХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника

Orhan Pamuk 30 страница

Orhan Pamuk 19 страница | Orhan Pamuk 20 страница | Orhan Pamuk 21 страница | Orhan Pamuk 22 страница | Orhan Pamuk 23 страница | Orhan Pamuk 24 страница | Orhan Pamuk 25 страница | Orhan Pamuk 26 страница | Orhan Pamuk 27 страница | Orhan Pamuk 28 страница |


Читайте также:
  1. 1 страница
  2. 1 страница
  3. 1 страница
  4. 1 страница
  5. 1 страница
  6. 1 страница
  7. 1 страница

fabrikatör olmam gerektiğini anladığım için belki.

 

Sessizce resim yaptığım ve sessizce seviştiğimiz dokuz harika çarşambadan

sonra bu endişelerden çok daha basiti mutlu ressamla modeli arasına girdi.

Arada bir oğullarını denetlemeden yapamayan annem bir bahaneyle Cihangir'e

gitmiş, eski eşya deposu olarak da kullandığı benim atölyeye girip resimleri

görüp, bütün o Bonnard etkisine rağmen ressamın güzel modelini teşhis etmişti.

Her resimden sonra kumral saçlı modelimin benim kalbimi kırarak sorduğu "Bu

bana benziyor mu?" (bu önemli değil, derdim ukalaca) sorusuna kesin ve olumlu

bir cevap olduğu için annemin resimlerimden modeli çıkarması ikimizi de

sevindirmeliydi belki, ama aynı anda annemin modelin annesine telefon edip

 


 

çocuklar arasındaki bu yakınlıktan mutlulukla söz etmesi ikimizi de korkuttu.

Çünkü kara gülün annesi Çarşamba öğleden sonraları kızının Fransız

Konsolosluğu'nda tiyatro kurslarına gittiğini zannediyordu: Öfkeli babasından

ise hiç bahsetmeyeyim.

 

Hemen çarşamba buluşmalarını durdurduk. Kısa bir aradan sonra başka

günlerde, okuldan erken çıktığı öğleden sonraları ya da benim için okulu kırdığı

kimi sabahlar buluşmaya başladık. Cihangir'deki daireye, annemin baskınları

sürdüğü, zaten orada sessizce oturup resim yapacak kadar artık vaktimiz

olmadığı ve bir süre de polis tarafından arandığını ısrarla söyleyen siyasi suçlu

bir sınıf arkadaşımın orada saklanmasına izin verdiğim için girmiyorduk hiç.

Istanbul'un sokaklarına çıkıyorduk, ama Nişantaşı, Beyoğlu ve Taksim'den,

"herkes" dediğimiz ortak tanıdıklarımızın gittiği yerlerden uzak duruyor, benim

Taşkışla'daki üniversiteme, onun Harbiye'deki Fransız Kız Lisesi'ne dörder

dakikalık uzaklıktaki Taksim'de buluşuyor, bir otobüse binip şehrin uzak

köşelerine gidiyorduk.

 

Önce Beyazıt Meydanı'nı, o zamanlar hala eski havasını koruyan Çınaraltı

Kahvesi'ni (Istanbul Üniversitesi'nin ana kapısında siyasal çatışma başlayınca

garson çocuk istifini hiç bozmazdı), "burada Türkiye'de yayımlanan her kitaptan

bir tane var" diye övünerek gösterdiğim Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ni, gölgeler

içindeki Sahaflar Çarşısı'nı, havalar soğudukça küçük dükkanlarındaki gaz ya da

elektrik sobalarına daha yakın oturan yaşlı kitapçıları, Vezneciler'in boyası

dökülmüş ahşap konaklarla, Bizans yıkıntıları ve incir ağaçlarıyla çevrili

sokaklarını, amcamın kimi kış akşamları hepimizi arabaya bindirip götürdüğü

Vefa Bozacısı'nı ve orada çerçeve içinde duvarda asılı Atatürk'ün boza içtiği

bardağı gösterdim ona.

 

Nişantaşlı, "Avrupai" bir zengin kızı olarak, Bebek ve Taksim'deki bütün yeni ve

moda dükkan ve lokantaları bilen güzel modelimin, Haliç'in öte yakasında,

hüzünlü, yoksul ve eski Istanbul'un arka sokaklarında ona gösterdiğim onca şey

içerisinde, en çok bir boza bardağının otuz beş yıl yıkanmadan saklanmasına

dikkat etmesine fazla alınmadım. Çünkü, ellerini benim gibi paltosunun

ceplerine sokup, benim gibi hızlı hızlı yürümeyi seven yol arkadaşımdan

memnundum ve bu yerleri benim ilk defa iki-üç yıl önce kendi kendime

keşfederken gösterdiğim dikkatleri gösteriyor olması beni modelime daha aşk

acısı olduğunu tam keşfedemediğim tuhaf bir karın ağrısıyla bağlıyordu.

 

O da benim gibi, Süleymaniye'nin, Zeyrek'in arka sokaklarındaki yüzer yıllık

ahşap evlerin döküntü havasından, hemen ilk sarsıntıda yıkılacakmış gibi

durmalarından, yoksulluklarından korktu önce. Okulunun hemen karşısındaki

dolmuş durağından beş dakikada gittiğimiz Resim ve Heykel Müzesi'nin bomboş

olmasından büyülendi. Kenar mahallelerdeki kör çeşmeler, hiçbir şey yapmadan

kahveden sokağı seyreden ak sakallı takkeli ihtiyarlar, kuruldukları pencereden

her geçen yabancıyı bir köle taciri gibi dikkatle süzen teyzeler, biz geçerken bizim

hakkımızda bizim duyacağımız şekilde yorum yapan mahalleliler (kim ağbi

bunlar, -bunlar kardeş yahu- baksana yollarını şaşırmışlar) onda da tıpkı benim

gibi bir hüzün ve utanç uyandırırdı.

 

Hediyelik eşya satmak isteyen ya da düpedüz konuşmak isteyen (turist turist,

what is your name?) çocuklar peşimize takıldığı için, o da benim gibi "bizi niye

yabancı sanıyorlar?" diyerek sinirlenmezdi hiç, ama gene de Kapalıçarşı,

Nuruosmaniye gibi yerlerden uzak duruyorduk. Aramızdaki cinsel çekim

dayanılmaz olduğu zamanlarda -hala Cihangir'e gidip resim yapmamızı

istemiyordu- biz de Resim ve Heykel Müzesi için sık sık gittiğimiz Beşiktaş'tan

gelişigüzel bir vapura binip (54, Inşirah) vaktimiz yettiğince Boğaz'ı, sonbahar

ilerledikçe bütün yaprakları dökülen koruları, poyraz esince yalı önlerinde

ürperir gibi titreyen denizi ve rüzgarla bulutlar yer değiştirdikçe renk değiştiren

akıntılı suları ve çam ağaçlarıyla kaplı yalı korularını seyrederdik.

 

Yıllar sonra bütün bu yürüyüş ve gezintiler sırasında niye hiç elele

tutuşmadığımızı kendime sorduğumda, asıl gerçeği, benim tutukluğumu gizleyen

pek çok cevap bulmuştum kendime: 1. Biz iki ürkek çocuk aşkımızı duyurmak

için değil, gizlenmek için Istanbul'a çıkıyorduk. 2. Elele tutuşarak yürümek

mutlu olan ve mutlu olduklarını bilerek göstermek isteyen aşıkların hareketiydi,

oysa ben, biz mutlu olsak bile bunu kabul edecek kadar yüzeysel olmaktan

korkuyordum. 3. Böyle bir mutluluk jesti, yıkıntılarla kaplı yoksul ve

muhafazakar kenar mahallelere bir turist gibi "eğlenerek ve kalbimizi vermeden"

baktığımız anlamına gelecekti. 4. Kenar mahallelerin, yoksul ve yıkıntı Is-

tanbul'un hüznü ikimize de çoktan geçmişti zaten.

 

Bu hüzne iyice kapıldığım zamanlarda ben koşa koşa Cihangir'e gidip gördüğüm

Istanbul görüntülerine koşut bir resim yapmak isterdim, o resmin nasıl bir şey

olacağını bilmeden. Bana katılmayı reddeden güzel modelimin ise hüzne karşı

bambaşka bir ilaç istemesi ilk öğrendiğimde beni hayal kırıklığına uğratmıştı.

 

"Bugün moralim çok bozuk," demişti Taksim'de bir buluşmamızda. "Hilton

Oteli'ne gidip çay içelim mi lütfen? Bütün o fakir mahalleler benim moralimi

bugün daha da bozacak. Zaten vaktimiz yok."

 

Üzerimde o zamanlar solcu öğrencilerin giydiği asker parkası vardı, tıraşsızdım,

beni Hilton Oteli'ne alsalar da acaba yanımda çay param var mıydı - gibi ayak

sürümelerimden sonra otele gittik. Lobide bir tanıdık, babamın her öğleden

sonra burada çay içerse kendini Avrupa'da sanan bir çocukluk arkadaşı beni

tanıdı, yanımda kederli sevgilimin elini fiyakalı bir hareketle sıktıktan sonra

kulağıma arkadaşım matmazelin ne hoş olduğunu fısıldadı, ama ikimizin de aklı

başka yerdeydi.

 

"Babam beni hemen okuldan alıp Isviçre'ye yollamak istiyor," dedi daha sonra

güzel sevgilim iri gözlerinin her birinden iri birer damla elindeki çay fincanına

doğru hızla inerken.

 

"Niye?"

 

Bizi farketmişler. Biz kim diye sormuş muydum? Kara gülümün bundan önceki

sevgililerini de öfkeli ve kıskanç babası önemsemiş miydi? Ben niye böyle önemli

oluyordum? Bu soruları tam sorup sormadığımı bile hatırlamıyorum. Çünkü yarı

bencil, yarı korkak bir şey yüreğimi köreltmiş, beni de acımasızlıkla kendi içime

kapamıştı. Hem onu kaybetmekten -üstelik ne kadar büyük bir acı çekeceğim

daha aklımın ucundan bile geçmiyordu- korkuyordum, hem de korkuları

yüzünden artık divana uzanıp poz vermediği ve benimle sevişmediği için ona

içerliyordum.

 

"Perşembe günü bunu Cihangir'de daha iyi konuşuruz," dedim. "Nuri çıkmış, ev

boş artık."

 

Ama ondan sonraki buluşmamızda gene Resim ve Heykel Müzesi'ne gittik.

Müzeye, okulundan dolmuşla çok çabuk gidilebilen ve resimlerle dolu bomboş

odalarında öpüşülebilen bir yer olarak ayağımız çok alışmıştı. Üstelik bizi şehrin

hüznünden ve gittikçe artan soğuğundan da koruyordu. Ama bir süre sonra boş

müzenin ve çoğu kötü resimlerin kendileri de şehirden daha kuvvetli bir hüzün

kaynağı olmaya başladı. Üstelik artık bizi tanıyan bekçiler oda oda bizi takip

etmeye ve modelimle benim aramda gittikçe artan gerilimler çıkmaya başladığı

için orada da öpüşmüyorduk.

 

Oysa kısa sürede müzede daha sonraki neşesiz günlerimizde bile

vazgeçemeyeceğimiz alışkanlıklar edinmiştik. Istanbul'un sınırlı sayıdaki

müzelerinin bütün bekçileri gibi bize "niye geldiniz sanki!" ifadesiyle ekşi ekşi

bakan iki ihtiyara artık sormamalarına rağmen öğrenci kartlarımızı gösterirken

yapay bir neşeyle her seferinde hal hatır sorar, müzenin sahip olduğu küçük

birer Bonnard ve Matisse'in sergilendiği odalara girerken, bu ressamların adları-

nı huşu içinde aynı anda birbirimize fısıldar ve ilhamı kıt pek çok akademik Türk

ressamının içler acısı tablolarının önünden hızla geçerken taklit ettikleri

Avrupalı ustalarının adlarını çabuk çabuk sayardık: Cezanne, Leger, Picasso.

Bizi hayal kırıklığına uğratan şey, çoğu Avrupa'ya yollanmış, asker kökenli bu

ressamların Batılı ressamlardan etkilenmeleri değil de bu etkilerle yaptıkları

resimlerin bizim aşkla ve üşüyerek gezdiğimiz şehrimizin havasından,

dokusundan, ruhundan pek az şey taşımasıydı.

 

Gene de ama, bir zamanlar Dolmabahçe Sarayı'nın veliaht dairesi olan bu

odalara -Atatürk'ün öldüğü odanın iki adım ötesinde öpüştüğümüzü düşünmek

de bizi ürpertirdi- yalnızca boş ve elverişli oldukları ya da Istanbul'un yorucu

yoksulluğunun yanında Osmanlı'nın son devir ihtişamı için, yani yüksek

tavanları, harika balkon demirleri ve çoğu yanlarındaki duvara asılı resimlerden

çok daha güzel bir Boğaz manzarasına bakan yüksek pencereleri için değil,

sevdiğimiz bir resim için de geliyorduk.

 

Bu, Halil Paşa'nın "Yatan Kadın" adlı tablosuydu. Hilton lobisinden sonraki ilk

buluşmamızda, müzede hiç oyalanmadan hızla yürüyüp resmin karşısına geçtik:

Mavi bir sedire genç bir kadın, tıpkı bu resmi ilk görünce şaşıran benim hevesli

modelim gibi ayakkabılarını çıkararak uzanmış ve ressama (kocasına?) kederle

bakarken tıpkı sevgilimin sık sık yaptığı gibi bir elini başına yastık etmişti. Bu

resme bizi bağlayan şey, ressamın modeliyle benim modelim arasındaki tuhaf

benzerlik kadar, resmin durduğu küçük kenar odanın ilk gelişlerimizde öpüşmek

için elverişli olmasıydı.

 

Yaşlı ve meraklı bekçilerden birinin yaklaştığını, gacır gucur inleyen parkelerden

her anlayışımızda öpüşü kesip resme bakıp çok ciddi bir pozla konuşmaya

başladığımız için resmin bütün ayrıntılarını biliyorduk. Daha sonra Halil Paşa

hakkında ansiklopedilerden edindiğim bilgiler de katılmıştı bunlara.

 

"Havalar soğudukça kızın ayaklarının üşüdüğünü düşünüyorum," dedim ben.

 

"Başka kötü haberlerim var," dedi resme her bakışımda Halil Paşa'nın modeline

daha çok benzediğine karar verdiğim sevgilim. "Annem de bu sefer beni görücüye

çıkarmak istiyor."

 

"Sen de çıkıyor musun?"

 

"Komik geliyor. Adam bilmemkimlerin Amerika'da okumuş oğluymuş." Zengin

ailenin adını da alaycılıkla fısıldadı.

 

"Baban onlardan on kat zengin."

 

"Anlamıyor musun? Beni senden kurtarmak istiyorlar."

 

"Görücüye çıkıp kahve sunacak mısın?"

 

"Orası önemli değil. Evde mesele çıksın istemiyorum."

 

"Cihangir'e gidelim," dedim. "Senin gene bu 'Yatan Kadın' gibi resmini yapmak

istiyorum. Seni doya doya öpmek istiyorum."

 

Takıntılarımı yavaş yavaş keşfeden ve onlardan korkan güzelim son sorum

yerine ikimizin de aklında olan asıl soruya bir cevap vermeye girişti. "Babam

senin ressam olmak istemene fena halde takmış vaziyette," dedi. "Sen sarhoş ve

fakir ressam olacaksın, ben de çıplak modelin... Böyle korkuları var."

 

Gülümsemeye çalıştı, ama başarısızca. Parkelerin ağır ağır ama kuvvetle

gacırdamasından bekçimizin yaklaşmakta olduğunu anlayarak, -öpüşmememize

rağmen- alışkanlıkla "Yatan Kadın"a dönüp konu değiştirdik. Oysa, "baban

kızıyla her 'çıkan' (bu kelime bu anlamda Türkçede ilk bu sıralarda kullanılmaya

başlanmıştı) gencin ne iş yaptığını ve kızıyla ne zaman evleneceğini bilmek zo-

runda mı?" demek isterdim. (Ama tıpkı dans ettikleri her kıza aşık olan bazı

arkadaşlarım gibi ben de aklımın bir köşesiyle onunla evlilik düşleri kurmaya

başlamıştım bile.) "Babana mimarlık okuduğumu söyle!" demek de isterdim.

(Ama bu da hem babasına cevap yetiştirmeye çalışmak, hem de şimdiden bir

hafta sonu ressamı olmayı kabul etmek anlamına geliyordu.)

 

Cihangir'e gidelim mi sorusuna olumlu bir cevabı her alamayışında -artık

haftalar olmuştu- bir süre soğukkanlılıkla ve mantıkla çalışma yeteneğini

kaybeden kafam bir kavga çıkarma azmiyle "ressam olmakta ne varmış?" diye de

sormak istiyordu. Ama "Türkiye'nin ilk Resim ve Heykel Müzesi"nin, Istanbul'un

en güzel yerindeki bu gösterişli veliaht dairesinin boşluğu ve duvarlardaki

açması resimlerin sefaleti bu soruya yeterli bir cevaptı. Asker olan Halil Paşa'nın

yaşlılığında hiçbir resim satamadan, ona modellik eden hüzünlü karısıyla

orduevlerinde ucuz yemek yiyerek yaşadığını daha yeni okumuştum.

 

Sonraki buluşmamızda, onu içtenlikle eğlendirmeye çalışarak Şehzade

Abdülmecit'in "Haremde Goethe" ve "Haremde Beethoven" adlı ciddi resimlerini

gülümsesin diye gösterdim modelime. "Cihangir'e gidelim mi?" diye soruverdim

sonra. Oysa bu soruyu sormamaya kendi kendime yemin etmiştim. Elimi tutunca

uzun bir süre sustuk. "Seni kaçırmam mı gerekiyor?" dedim gençlik filmlerinden

çıkma bir havayla.

 

Telefon konuşmalarına sınırlama geldiği için çok daha zor gerçekleşen bir

sonraki buluşmamızda, müzede, "Yatan Kadın"in önünde, güzel ve hüzünlü

modelim, gözlerinden yaşlar akarken bana babasının bir yandan oğullarını çok

fena döverken, bir yandan da kızını "hastalıklı" denecek kadar çok sevdiğini, her

şeyden kıskandığını, ondan korktuğunu söyledi. Ayrıca o da babasını çok

seviyordu. Ama şimdi beni daha çok sevdiğini biliyordu ve ihtiyar müze

bekçimizin koridora girdiğini duyuran ayak sesleri kapımıza gelinceye kadar

geçen yedi saniyede o zamana kadar hiç hissetmediğimiz bir şiddetle ve

çaresizlikle öpüştük. Öpüşürken ikimiz de kırılacak bir porselen eşya tutar gibi

birbirimizin yüzünü tutuyorduk.

 

Bütün bu süre boyunca, şatafatlı çerçevenin içinden hüzünle bizi seyreden Halil

Paşa'nın karısına döndük sonra. Bekçi kapıda belirdiğinde, "Beni kaçır," dedi

güzelim.

 

"Peki."

 

Babaannemden aldığım harçlıkları yıllar önce biriktirip yatırdığım bir banka

hesabım vardı; anne-baba kavgalarının bir sonucu olarak üzerime geçirilmiş,

Rumeli Caddesi'nde bir dükkanın dörtte biri ve birtakım hisse senetleri benimdi

de onların nerede olduğunu bile bilmiyordum. Graham Greene'in eski bir

romanını iki haftada Türkçeye çevirirsem, artık polisten kaçmayan Nuri'nin ta-

nıdığı bir yayımcıdan alacağım parayla, hesaplarıma göre, güzel modelimle

Cihangir'de yaşayacağım atölyem benzeri bir dairenin iki aylık kirasını

verebilirdim. Onu gerçekten kaçırırsan! bugünlerde niye bu kadar dertli

olduğumu soran annem bizim dairede kalmama izin verir miydi?

 

Bunları, ileride itfaiyeci olmayı düşünen bir çocuğunkinden biraz daha gerçekçi

bir düzeyde düşünerek geçirdiğim bir haftadan sonra Taksim'deki ilk

buluşmamıza gelmeyince, soğukta onu bir buçuk saat bekledim. Akşamüstü,

birilerine içimi boşaltmazsam delireceğimi anladığım için uzun zamandır

aramadığım Robert Kolejli lise arkadaşlarıma telefon ettim. Beni aşık, dertli ve

çaresiz görmekten hoşlandıkları Beyoğlu meyhanesinde, zil zurna sarhoş olmamı

gülümseyerek karşıladılar, on sekiz yaşından küçük bir kızla, babasının rızası

olmadan değil evlenmek, aynı evde oturursam bile hapse tıkılacağımı

hatırlattılar, sarhoş saçmalıklarım üzerine onun için okulu bırakıp, çalışıp para

kazanırsam nasıl ressam olacağımı beni fazla üzmeden sordular ve "yatan kız"la

istediğim zaman buluşabileceğim bir dairenin anahtarını da dostlukla elime

tutuşturdular.

 

Dame de Sion'un kalabalık kapısından uzak bir köşede onu iki kere bekledikten

sonra karlı bir öğleden sonra liseli sevgilimi okul çıkışından kaçırmayı başardım.

Daha önceden gidip görüp biraz daha "normal" bir yere benzetmeye çalıştığım

"daireye" gitmeye, oraya başka kimsenin gelmediğine yeminler ederek ikna et-

tim. Yalnız bana anahtarı veren iyi yürekli kolej arkadaşımın değil, babasının da

o zamanki deyişle "garsoniyer" olarak kullandığını daha sonra öğreneceğim daire

öyle berbat bir yerdi ki, kara gülüm, orada resim yapmamızın ya da kendimizi

daha iyi hissetmek için resim yapıyor pozu yapmamızın da boşuna olacağını bana

hemen hissettirdi.

 

Bir duvarında banka takvimi asılı duran, raflarında iki Johnny Walker viski

şişesi arasında Encyclopedia Britannica'nın elli iki cildi uzanan bu dairenin

büyük yatağında sevgilimle, her seferinde daha da artan bir hüzünle savaşarak

üç kere seviştik. Beni sandığımdan çok daha fazla sevdiğini, sevişirken

titrediğini ve ikide bir akan gözyaşlarını gördükçe karnımdaki ağrı daha artıyor

ve bana yaklaşmakta olan acının şiddetini kestirip kendimi daha da çaresiz

hissediyordum. Çünkü her buluşmamızda babasının Şubat tatilinde kendisini

kayak bahanesiyle Isviçre'ye götürüp sonra orada zengin Araplarla kafadan

çatlak Amerikalıların çocuklarını yolladığı lüks bir okula yazdıracağını öyle bir

telaş ve ısrarla anlatıyordu ki, ona inanıyordum. O zamanlar daha fazla

dertlenmesin diye Türk filmlerindeki sert erkekler gibi "onu kaçıracağımı" söyler,

güzelimin yüzündeki mutlu bakışı görünce söylediğime de inanırdım.

 

Şubat ayının başında, tatilden önceki son buluşmamızda yaklaşan felaketi

kafamızdan çıkarmak ve kendisine teşekkür etmek için bize evinin anahtarını

veren arkadaşımla buluştuk. Diğer lise arkadaşlarımın da katıldığı ve sevgilimi

ilk defa gördükleri o akşam, bana, kişiliğimin değişik yönlerine seslenen

arkadaşları, çevreleri asla birbiriyle tanıştırmama, karıştırmama konusundaki

içgüdüsel kararlılığımın ne kadar doğru olduğunu hatırlattı. Kara gülüm ile

kolejli arkadaşlarım arasında her şey ta başlangıcından kötü gitti.

 

Önce onunla yakınlık kurmak için, hafiften benimle dalga geçmeye

kalktıklarında, başka mutlu bir zamanı olsa (mesela tatil mahallesinin

rıhtımlarından denize neşeyle atlayıp atlayıp sudan çıktığı o günler...) şakalara

katılacak olan güzelim konuyu uzatmadan beni korudu. Annesinin, babasının

kim olduğu, ne iş yaptıkları, nerede oturdukları gibi mal-mülk ve zenginlik

araştırmasını da, küçümsediğini gösteren bir hareketle kısa kesince, gecenin geri


Дата добавления: 2015-07-12; просмотров: 59 | Нарушение авторских прав


<== предыдущая страница | следующая страница ==>
Orhan Pamuk 29 страница| Orhan Pamuk 31 страница

mybiblioteka.su - 2015-2024 год. (0.043 сек.)